I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)
GEÇ ORTA ÇAĞ
MAKALELER
ÖNSÖZ

Roma idaresinin çöküşünün üstünden pek de yaratıcı ve verimli olmayan yüzyıllar geçtikten sonra, 1100’de, kurumsal yapılanma, idealler ve üslup itibariyle, genellikle “Orta Çağ” olarak tanımladığımız dönem başlar. Sicilya-Palermo’dan Kuzey İngiltere-Durham’a kadar her yerde önce Romanesk, sonra da Gotik tarzında kiliseler inşa edilir. Bolonya ve Paris’te hukuk ve ilahiyatta uzmanlaşan, On Üçüncü yüzyıldan itibaren uluslararası üniversiteler olarak hizmet vermeye başlayacak yüksekokullar açılır. Sicilya, Roma ve İngiltere’de akılcılığa yönelen hükümetler vergi tahsil etmeye başlarken, yönetimde adil olmayı görev bildiklerini resmen ilan ederler. On İkinci yüzyıl Avrupa medeniyetini şekillendirecek olan kurum ve değerleri yaratan büyük gelişimlere sahne oldu.

Hıristiyan Avrupanın, On Birinci yüzyılın son çeyreğine kadar siyaset teorisi ürettiği söylenemez. Buna karşın, Kutsal Roma İmparatoru IV. Henry ile Papa VII. Gregorius çekişmelerinin16 yüze yakın törel risale (tract), tez ve çözümleme doğurmak suretiyle, siyasal düşüncede bir büyük geleneğin yolunu açtığı da doğrudur. Ne var ki, daha en başından itibaren Orta Çağın birey ve topluma ilişkin kuramlarının, doğruyu ararken yanlışa düşen kişinin külliyen ve sonsuza dek lânetlenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu şeklinde, klasik düşüncede rastlanmayan bir telmihi vardı. Hal böyle olunca, Orta Çağda siyasi tartışmalar eninde sonunda dini tartışmalara dönüşmekteydi. Aynı durum, iktisat teorisi için de söz konusuydu.

Atama yetkisinin kimde olduğu meselesi Orta Çağ süresince çözümlenemezken, Kilise ile Devlet, Papa ile İmparator arasındaki ilişkilerin nasıl tanzim edilmeleri gerektiği, siyasi otoritenin kaynağı, bu otoritenin kilise ya da krallık içindeki yapılanma biçimi tartışılmaya devam edildi. On İkinci yüzyılda, Roma kanunlarının yeniden gündeme alınmasıyla başlayan süreç, insanları hukuk ve adalet konularında daha bütünlüklü ve tutarlı bir çerçevede düşünmeye yöneltti. Nitekim, izleyen yıllarda yapılan araştırmalar daha teknik ve ayrıntılıydı, ancak tartışmaların sonu gelmiyor, bildik konular üzerinde tekrar ve tekrar konuşuluyordu. Buna karşın, yüzlerce yıl önce söylenen sözlerin bambaşka ortamlarda tekrarlanmaları durumunda, yarattıkları algı ve etkinin farklılaştığı da görülmekteydi.

Orta Çağ hukuk anlayışının dönemin adli müesseseleri üzerindeki belirleyici etkisi, teori-kurum ilişkisinde dünyanın en iyi örneğini teşkil eder. Doğru olanı yapmaya verilen önem siyasal olduğu kadar dinsel bir görev addedildiğinden, önderler o güne dek rastlanmayan bilinçli bir tutumla, ayrıntılı hukuk sistemleri geliştirmeye yönelmiştir. Bu yöneliş, kral, baron veya şehir baronları kadar papalar ve piskoposlar için de geçerlidir. Nitekim, Avrupa’nın gelişmesinin temelini gerek Kilise’nin gerekse seküler devlet yönetimi ve meclis/parlamento17 aygıtının “anayasacılık” olarak tanımlanabilecek hukukun üstünlüğü kavramına, bireyin ve topluluğun haklarına duyulan ilgi oluşturur. İtalyan şehirlerinin yurttaş meclislerini saymazsak, genelliklle kral ya da prensin adamlarından oluşan Orta Çağ meclis/parlamentoları demokratik değillerdir, ama yine de anlaşmazlıkları “parlamento” sözcüğünün ruhu uyarınca konuşup tartışmak suretiyle gidermeye çalışırlardı.

Cicero tarafından sıkça “her insanın hakkını vermek” olarak tanımlanan adalet kaygısı, mali ve ticari alanlarda da hissedilmeye başladı. Para, On İkinci yüzyıldan itibaren giderek önem kazandı. Kilise artan maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere finansman mekanizmaları oluşturdu. Büyük şehirlerde kurulan panayırlar, dağıtım teşkilatlarına dönüşürken, üretim bazı şehirlerde uluslararası ihracat yapılabilecek boyutlara ulaştı. Ticaret ve sanayi, yarattığı büyük zenginliğin yanısıra, cahil ve zayıfın istismarı, sahtekârlık gibi iş hayatının girift yapılanmasında mündemiç olan bildik sorunlarını da getirdi. Hıristiyan öğretisinde böylesi zenginlik ve istismara yer yoktu. Dahası, çağ, hükümranlığın başlıca amacının adalet dağıtmak olarak algılandığı bir çağdı. İlahiyatçılar kadar teorisyenler de ekonomide sosyal adalet sağlamanın yolları üzerinde kafa yormaya, yazmaya koyuldu.

Bu yıllar aynı zamanda kentli girişimcilerin kurdukları kumaş borsalarının gündelik işleyişi ile geleneksel doğrular arasında baş gösteren çelişkileri anlatan hikâyelerin kaleme alındığı yıllardır. Chaucer, Langland gibi yazarlar, Orta Çağın sonlarına doğru daha da sertleştiğine tanık oldukları çelişkileri eleştirir.

Hıristiyan toplumunun kimi mensupları, Paris, Oxford, Bolonya, Salamanca, daha sonra da Köln, Prag ve Karakov tüccarlarıyla dirsek teması içinde olan Avrupalı akademisyenlere iyi gözle bakmazken, teknik alanlardakiler hariç hemen hiçbir başarıları takdir görmez. Hal böyle olunca, eğitim-öğretim ne gerekli, ne de muteber sayılacaktır. Oysa, Hıristiyan toplumunda bilime kuramsal çerçevede yer vardı. On Üçüncü yüzyılın sonlarında meslek sahibi (“mektepli”) olmanın değerini sorgulayan düşünür sayısı da yok denecek kadar azdı ve hukukçular vatandaşların yaşamlarını hakkaniyetle düzenlemek, huzur sağlamak için uğraşan hükümetler için çalışmakta, hekimler bedenleri onarmakta, bilim adamları ve matematikçiler, Tanrı yarattığı için araştırmaya değer bulunan kâinatın maddi koşullarını keşfetmeye çalışmak cesaretini göstermekteydiler.

* Peter Reisenberg, The Traditions of the Western World, Rand McNally&Co., Chicago, 1967

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.