İnsanların Uymak Zorunda Oldukları Yasalar Hangileridir?
On İkinci yüzyılda baş veren yeni öğretilerin, Kilise müfredatını da etkiliyor olması, bir takım kuşkular doğurmakta gecikmedi. Kimi Hıristiyan âlimler, Aristo’nun Latinceye çevrilen eserlerinin elden ele dolaşmasını tehlikeli bulmaktaydı. Aristo, örneğin Fizik adlı kitabında fenomenleri doğa yasalarıyla açıklamakta, Etik adlı kitabında hakikatin tezahürüne değil, dünyevi deneyime itibar etmekteydi. Diğer bazı âlimler de Aristo’nun bilim teorisinin Aziz Augustin’nin görüşlerinden çok farklı olduğunu tespit etti. Oysa Hıristiyanlığın gayri resmi ve fakat hâkim kuramı, Aziz Augustin’nin ruha dair varsayımları temelinde aydınlanma ve Tanrı’ya bağımlılıktı. Aristo’ya itirazların güçlenmesi üzerine papalık Filozof’un Paris Üniversitesi’nde okutulmasını yasakladı, eserlerini incelemek üzere bir de kurul oluşturdu. Ne var ki, Aristo, kendinden önceki tüm deneysel araştırmaları ve Yunan kurgusal düşüncesinin en iyi ürünlerini çok geniş bir yelpazede sistemleşmiş bulunuyordu. Hal böyle olunca, hiçbir itiraz, bilim adamlarını Aristo’nun eserlerinde yansıyan fikir/anlayış zenginliğini ve düşünce tekniklerini keşfetmekten alıkoyamadı. Dominikan tarikatı âlimlerinden Aziz Büyük Albert (1206–1280) ve öğrencisi Aziz Thomas Aquinas (1225–1274) bir yandan Aristo’yu savunurlarken, diğer yandan da çalışmalarını dönemin entelektüel gereksinimlerini karşılayacak şekilde yönlendirmek suretiyle, geçici bir süre için de olsa Katolik doktrinini desteklemeyi sürdürdü. İtalyan asıllı Aziz Thomas Aquinas, Napoli, Paris ve Köln üniversitelerinde okumuş; Köln Üniversitesi’nde kendi kurduğu ilahiyat okulunda hocalık yapmış, yaşamının son yıllarını Fransa ve İtalya’daki manastırlarda geçirmişti. Onun, Aristo külliyatını geleneksel Kilise eğitimiyle sentezleme gayreti, Summa Theologica83 ve Summa Contra Gentiles84 adlı çalışmalarında cismanileşir.
Aziz Thomas Aquinas’ın yazdığı dönemde, eski Roma hukuku ve ilahi yasalara ilişkin sistematik araştırmaların yüz elli yıllık geçmişi vardı. Hukuk eğitiminin merkezi hâlâ Bologna’ydı ve gerek o okuldan gerekse daha az tanınan üniversitelerden mezun olan yüzlerce hukukçu krallara, prenslere, piskoposlara hizmet vermekteydi. Böylece, yasalara ve adalete duyulan inanç kaynaklı ilgiye dünyevi pratik de eklenmişti. Kilise ile üniversitenin birlikte oluşturdukları ağırlık, hükümdarları öylesine etkiledi ki, istisnasız hepsi taç giyerken yasalara sadık kalacaklarına yemin ederken, hükümranlığın yegâne amacının adaletin tesisi olduğu şeklindeki kuramı da kabullendiler. Peki, hukuk neydi, adalet neydi?
Hukuk ve adalet konularında İncil’in, yani Hıristiyan geleneğinin ve kadim Kilise babalarının söyleyeceği çok söz vardı. Aynı şekilde, Cicero ve Aristo gibi bilgelikleri Orta Çağ insanın saygısına mazhar olmuş Hıristiyanlık öncesi filozofların da! Ne var ki, her şey gibi, bu konuda da birden fazla doğru olamayacağına göre, Roma hukuku, Kutsal Metinler ve antik çağın sevilen putperestlerinin (kâfirlerinin) görüşlerini bağdaştırmak, Aquinas gibi filozoflara düştü. (PR)
Summa Theologica*
(…) Yasa, insanoğlunun davranışsal olarak eyleme geçme veya eylemini dizginleme kuralı ve ölçütüdür. İnsan davranışının kuralı ve ölçütü itibariyle akıl eylemin birincil şartıdır. (…) çünkü Filozof’a göre aklın niyetten ayrı bir gücü vardır… İnsanoğlunun belirli bir amacı hedefleyen eylemine emir veren akıldır.
Bu emrin yasa niteliği taşıyabilmesi için akla yatkın (makul) olması gerekir. Şöyle ki, hükümdarın sözü (isteği) yasadır, çünkü aksi halde adalet değil adaletsizlikten muzdarip olur.
Şimdi çeşitli yasa türlerine değinmeliyiz ki, bu başlık altında altı soru yer alır: (1)Ezeli ve ebedi yasa85 var mıdır? (2) Doğal ahlak yasası86 var mıdır? (3) Beşeri yasa87 var mıdır? (4) İlahi yasaya88 ihtiyaç var mıydı? (5) İlahi yasa tek midir, yoksa birden çok mu? (6) Günahın yasası var mıdır?
Madde Bir: Ebedi ve ezeli yasa var mıdır?
Karşıt görüş 1: Ebedi ve ezeli bir yasa yok gibi görünüyor, çünkü yasalar insanlara dönüktür (dünyevidir), ebedi ve ezeli olan Tanrı olduğuna göre, hiçbir yasa ebedi ve ezeli olamaz.
Karşıt görüş 2: Dahası, yasanın ilanı/duyurusu gerekir, ama ebedi ve ezeli olan bunu yapamaz. Dolayısıyla, hiçbir yasa ebedi ve ezeli değildir.
Karşıt görüş 3: Dahası yasa, ölüm dışında, belirli bir sona (amaca) dönük bir düzenleme ima eder. Dolayısıyla, hiçbir yasal düzenleme ebedi ve ezeli olamaz.
Derim ki (…) yasa mükemmel bir topluma hükmeden yöneticinin pratik nedenlerle dikte ettiği bir kuraldan başka bir şey değildir. Dünya Tanrı’nın inayetiyle yönetildiğine göre (…) kâinata ilahi aklın hükmettiği açıktır. Dolayısıyla, kâinatın Hükümdarı olan Tanrı’nın hükmü yasa niteliğindedir ve ilahi aklın şeylere dair tasavvuru zamana tabi olmadığına göre bu “ebedi ve ezeli” olarak adlandırabileceğimiz yasadır.
Karşıt görüş 1’e cevap: İçinde Tanrı olmayan şeyler, “var olmayanı buyruğuyla var ettikleridir”89 ki, bu kehanet sahibi olan O’nun takdiridir. Dolayısıyla ebedi ve ezeli yasanın ilahi tasavvuru, ebedi ve ezeli bir yasa mahiyetindedir, çünkü O’nun önceden bildiği şeylerin yönetimine taalluk eder.
Karşıt görüş 2’ye cevap: Ebedi ve ezeli yasa yazıyla veya kulaktan kulağa yayılarak duyurulur; hem ilahi Söz hem Yaşam Kitabı90 ebedi ve ezelidir. Ama bu, duyan veya okuyan bir yaratığa ebediyetten geliyor gibi gelmez.
Karşıt görüş 3’e cevap: Yasa sona (akıbete) etkin bir biçimde hizmet eder, çünkü eyleme pasif değil, aktif bir biçimde yön verir. Bir diğer ifadeyle, kendi içinde sonu mukadder kılmaz, ta ki yöneticinin herhangi tali bir amacını kazara mukadder kılmış olsun.
Madde İki: Doğal (ahlaki) yasa var mıdır?
Karşıt görüş 1: İnsanoğlu ebedi ve ezeli yasa tarafından layıkıyla yönetildiğine göre, doğal (ahlaki) yasa yok gibi görünüyor. Nitekim Augustin der ki, “Her şey en doğru biçimde ebedi ve ezeli yasa tarafından düzenlenir.” Doğa aşırı bolluk sunmadığı gibi, gereksinim duyulanı da esirgemez. Dolayısıyla hiçbir yasa insanoğlu için doğal değildir.
Karşıt görüş 2: Dahası, insanoğlunu ilk ve son gerçek arasında yasa yönlendirir (…) ama bu, doğal dürtüyle hareket eden irrasyonel yaratıklar için söz konusu olduğu üzere, doğanın işlevi değildir. İnsanoğlunun davranışlarını aklı ve iradesi belirlediğine göre, hiçbir yasa insanoğlu için doğal olamaz.
Karşıt görüş 3: Dahası, insanoğlu özgür olduğu oranda yasadan azadedir. Ve kendisine bahşedilen akıl ve irade sayesinde hayvandan daha özgür olduğuna göre, tıpkı hayvanlar gibi, o da tabii/doğal yasaya tabi değildir.
Aksine (…) “Kutsal yasadan yoksun uluslar Yasa’nın gereklerini kendiliklerinden yaptıkça…” der Kutsal Kitap ve şöyle devam eder: “Yasa’dan habersiz olsalar bile kendi yasalarını koymuş olurlar. Böylelikle Kutsal Yasa’nın getirdiklerinin yüreklerinde yazılı olduğunu gösterirler. Vicdanları buna tanıklık eder. Düşünceleriyse onları ya suçlar ya da savunur.”91
Derim ki (…) bir kural ve ölçüt olan yasa, insanoğlu için iki şekilde var olabilir: birincisi, kuralı ve ölçütü insanoğlunun kendisi koyar; ikincisi, konulmuş olan kural ve ölçüye tabi olur. Dolayısıyla, her şey Tanrı’nın takdirinde olduğu için ebedi ve ezeli yasa tarafında yönetilir (…) ve açıktır ki, her şey bir şekilde ilahi yasaya tabidir ve insanoğlu bu yasaya vicdanına yazıldığı oranda uyarak iyi/doğru davranma eğiliminde olur. Tüm yaratıklar içinde aklıyla öne çıkan insan, takdiri ilahiye kendi ve diğerlerinin tasarrufuyla teslim olduğu ölçüde, buna mükemmelen tabi olandır. Nitekim ilahi aklı paylaştığı için iyi/doğru davranışa yönelebilir. İşte, rasyonel yaratıkların ebedi ve ezeli yasaya bu katılımına doğal (ahlaki) yasa diyoruz. Zebur yazarı, kendisine adaletin ne olduğu sorulmuşçasına, “Doğruluk kurbanlarını sunun Rab’be” dedikten sonra ekler: “Kim bize iyilik yapacak diyen çok” ve bir soruya cevaben sürdürür: “Ya Rab, yüzünün ışığıyla bizi aydınlat.”92 Burada ima edilen, doğal (ahlaki) yasanın bir işlevi olarak, iyiyle kötüyü tefrik edebilen akıl, yani ilahi ışıktır.
Karşıt görüş 1’e cevap: Bu tez, eğer doğal (ahlaki) yasa, ebedi ve ezeli yasadan farklı olsaydı doğru olabilirdi. Oysa yukarıda belirtildiği üzere, onun bir parçasıdır.
Karşıt görüş 2’ye cevap: Aklın ve iradenin tetiklediği her eylem, yukarıda değinildiği üzere, doğaya temellenir, çünkü doğal olarak bilgimiz dahilinde olan ilkeler çerçevesinde akıl yürütürüz ve sahip olunan imkânlar itibariyle arzunun tetiklediği her eylem, belirli bir sonu hedefliyor olması itibariyle doğaldır. Dolayısıyla belirli bir sonu hedefleyen davranışlarımız öncelikle doğal (ahlak) yasasının erdemi istikametinde olmalıdır.
Karşıt görüş 3’e cevap: Tıpkı rasyonel yaratıklar gibi, irrasyonel hayvanlar da ilahi akıldan nasiplerini alır. Ne var ki, rasyonel yaratıklar ebedi ve ezeli yasaya zihinsel olarak, yani rasyonel bir biçimde katıldıklarından, bu katılımı yasa olarak adlandırmak doğru olur, çünkü yasa akılla ilgili bir şeydir (…) İrrasyonel yaratıklar ebedi ve ezeli yasaya akılcı bir biçimde katılamadıkları için, bu katılım, sadece bir benzerlik, bir teşbihtir.
Madde Üç: Beşeri yasa var mıdır?
Karşıt görüş 1: Doğal yasa ebedi ve ezeli yasanın parçası olduğuna göre, beşeri yasa yok gibi görünüyor. Şimdi, her şey ebedi ve ezeli yasa tarafından, Augustin’nin dediği gibi, “en iyi biçimde düzenleniyor” ise, bu yeterli olmalıdır. Beşeri yasaya gerek yoktur.
Karşıt görüş 2: Dahası, yasa dediğimiz şeyin bir ölçütü var… Ama insan aklı şeylerin ölçütü olmadığı gibi, Metafizik X. Kitap, 5. Bölüm’de93 ifade edildiği üzere, durum bunun tersidir. Dolayısıyla insan zihni yasa koyamaz.
Karşıt görüş 3: Dahası, Metafizik X. Kitap, 3. Bölüm’de ifade edildiği üzere, ölçüt kesin olmalıdır. Ne ki öyle değil: “Ölümlü insanın düşünceleri korkutucu, öğütleri muğlaktır.”
Aksine, Augustin, biri ebedi ve ezeli, diğeri geçici (zamansal), iki ayrı yasadan söz eder.
Derim ki (…) yasa aklın emridir. Ne var ki, akıl yürütme yöntemi itibariyle tatbiki/pratik düşünce ile kurgusal düşünce arasında ayrım yapmaz; her iki yöntem de ilkeden hareketle sonuca varır (...) Dolayısıyla nasıl ki, fen ilminde doğanın bize açık etmediği bilgiye açıklanamayan (saklı) esaslardan hareketle ve kurgusal düşünce yoluyla ulaşmaya çalışıyoruz; doğanın açık etmediği (saklı) bazı daha özel meseleleri kavramak için de aklın, yine kanıtlanamayan esaslardan hareketle, daha da iyi düşünmeye ihtiyacı vardır. İnsan aklının sezgisel olarak keşfetmiş olduğu bu daha özel meselelere -yasanın diğer asli şartlarının gözetilmesi şartıyla- doğal (ahlaki) yasa diyoruz. Nitekim Cicero, Retorik adlı çalışmasında der ki, “adaletin kaynağı doğadır; bazı şeyler yararlı olduğu için alışkanlık haline gelmiştir; ama bu şeylerin doğadan kaynaklandığı halde alışkanlık olacak kadar benimsenmesi yasaya duyulan saygıdandır.”
Karşıt görüş 1’e cevap: İnsan aklı, ilahi aklın hikmetine tam anlamıyla vakıf olamaz. Ne var ki, ilahi aklın doğal bir parçası olduğumuza göre -kurgusal düşünce itibariyle- ebedi ve ezeli yasanın genel ilkelerin bazılarının bilgisi her birimizin içinde (doğasında) saklıdır. Öte yandan, tatbiki düşünce itibariyle insanoğlu şeyleri/olayları, onların belirleyici vasıflarını kavrayarak değil, ebedi ve ezeli yasanın genel ilkeleri çerçevesinde algılayarak kavrar, çünkü söz konusu bilgi ilahi yasada saklıdır.
Karşıt görüş 2’ye cevap: İnsan aklı kural koymaz. Ebedi ve ezeli yasanın bir parçası olması nedeniyle, doğal olarak genel kurallar ve ölçüler çerçevesinde hareket eder; doğadan edinilmemiş olsak da kural ve ölçüt doğal mantıktır.
Karşıt görüş 3’e cevap: Tatbiki akıl, kurgusal düşüncenin ilgilendiği zaruri şeylerle/olaylarla değil, şartlara bağlı olarak gelişen münferit şeylerle/olaylarla ilgilenir. Bu nedenle, beşeri yasalarda yanılmazlık diye bir şey olamaz; yanılmazlık bilmin kanıtlamak suretiyle ortaya koyduğu sonuçlar için geçerlidir. Öte yandan her ölçütün isabetli ve kesin olması da gerekmez.
Madde Dört: İlahi yasaya ihtiyaç var mıydı?
Karşıt görüş 1: Öyle görünüyor ki, doğal (ahlaki) yasa ebedi ve ezeli yasanın bir parçası olduğuna göre, bir ilahi yasaya gerek yoktu. Çünkü (...) içimizde saklı (vicdanımıza yazılı) doğal (ahlaki) yasa vasıtasıyla ebedi ve ezeli olan yasanın birer parçasıyız. Ama ebedi ve ezeli olan yasa, ilahi yasadır (...) dolayısıyla doğal ve beşeri yasalara ilaveten, ilahi bir yasaya ihtiyaç yoktur.
Karşıt görüş 2: Dahası, “Tanrı insanoğlunu kendi sağduyusuna emanet etti,” diye yazılmış. Sağduyu, yukarıda ifade edildiği üzere, zihinsel bir eylemi ifade eder. Bu demektir ki, insanoğlu kendi aklı doğrultusunda hareket edecektir. İnsan aklının dikte ettiği şey, beşeri yasadır (...) dolayısıyla insanoğlunun ilahi yasa tarafından yönetilmesine ihtiyaç yoktur.
Tersine, Davut Tanrı’ya kendi yasasını koyması için yalvarmıştı: “Adaletini savunabilmem (gerekçelendirebilmem) için önüme bir yasa koy, Rab’bim.”
Derim ki, insanoğlunun davranışlarını iyiye/doğruya yönlendirebilmek için, doğal ve beşeri yasalara ilaveten, bir ilahi yasa gerekliydi. Bunun dört nedeni var:
Birincisi, insanların kendilerini bekleyen son (akıbet) itibariyle nasıl davranmaları gerektiğini dikte eden yasalara ihtiyaç duymaktadırlar. Eğer insanoğlu, kendisine takdir edilmiş sonu (akıbeti) doğal özellikleriyle açıklayabilseydi, zihinsel olarak bununla yetinirdi. Oysa, insanoğluna ebedi mutluluk takdir edilmiştir ve Tanrı, bu nedenle ona kendi yasasını da vermiştir.
İkincisi, insan, özellikle de koşullara bağlı konularda şüpheci bir akla sahip olması nedeniyle, davranışlarına dair birbirinden farklı hükümlere varır ki, bu birbirinden farklı veya birbiriyle çelişen yasalara yol verir. Bu nedenle, insanoğlunun ne yapması, neden kaçınması gerektiğini vaaz eden yasanın Tanrı tarafından konulması gerekiyordu. Nitekim Tanrı’nın koyduğu yasa yanılmazdır.
Üçüncüsü, insanoğlu değerlendirebildiği (hüküm verebildiği) dışsal konularda kural koyabilir, ama saklı/örtülü içsel hareketlere dair hüküm vermeye ehil değildir. Oysa kendini geliştirip erdem sahibi olabilmesi için davranışlarının hem dışsal hem içsel olarak hatasız olması gerekir. İnsan, beşeri olanı layıkıyla yönlendirip şekillendiremez; ilahi yasa bu yüzden gereklidir.
Dördüncüsü, Augustin’nin dediği gibi, beşeri yasa kötü eylemi cezalandıramaz veya yasaklayamaz, çünkü her türlü kötülüğü bertaraf etmeye çalışırken, iyi olanları da yok eder ve insanların birbirleriyle olan ilişkisine ve dolayısıyla ortak çıkarların gelişimine engel olur. Günahın yasaklanması ve hiçbir kötülüğün cezasız kalmaması için ilahi yasanın hüküm sürmesi gerekir.
Bu dört nedene, yani “Tanrı’nın yasasının kusursuz olduğu”, yani günah iğrençliğine izin vermediği; “Tanrı’nın ruhları dönüştürdüğü”, yani hem dışsal hem içsel davranışa yön verdiği; “Tanrı’nın şahadetinin sadık olduğu”, yani neyin doğru, neyin yanlış olduğunun kesinliği; “Tanrı’nın küçük şeylere akıl bahşettiği”, yani insanlara doğaüstü, ilahi bir sona (akıbete) yönelttiğine Mezmurlar’da değinilir.
Karşı görüş 1’e cevap: İnsanoğlu ebedi ve ezeli yasaya doğal (ahlaki) yasa yoluyla ve kendi kapasitesi oranında katılır. Ne var ki, doğaüstü akıbetinin (sonun) daha üstün bir elle yönlendirilmeye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, insan, Tanrı’nın sunduğu bu ilave yasa sayesinde ebedi ve ezeli yasanın kurallarına daha da bütünlüklü bir biçimde katılır.
Karşı görüş 2’ye cevap: Nasihat, bir tür sorgulamadır; dolayısıyla belirli ilkelerden hareket etmek zorundadır. Yukarıda izah edildiği üzere, doğal (ahlaki) yasanın ilkeleri yetmez; ilahi yasanın ilaveten sunduğu ahlaki kurallara ihtiyaç vardır.
Karşı görüş 3’e cevap: İrrasyonel yaratıklara takdir edilen son, sahip oldukları doğal güçle doğru orantılıdır.
Madde Beş: İlahi yasa tek midir, yoksa birden çok mu?
Karşıt görüş 1: Öyle görünüyor ki, sadece tek bir ilahi yasa var, çünkü tek bir kral tarafından yönetilen krallıkta, tek bir yasa olur. Nitekim Mezmur, “Tanrı kâinatın Kralı’dır,” der. Dolayısıyla, tek bir ilahi yasa olmalı.
Karşıt görüş 2: Dahası, her yasa, yasa koyucusunun söz konusu yasayla hedef aldıklarının akıbetiyle ilgilidir. Ne var ki, Tanrı’nın yasası herkes için bir ve tek: “Tanrı herkesi hakikatin bilgisine çağırmak suretiyle onları kurtarır.” Bu yüzden ilahi yasa tektir.
Karşıt görüş 3: Dahası, ilahi yasa, doğal (ahlaki) yasadan daha çok ebedi ve ezeli yasaya benziyor. Dolayısıyla, sadece tek bir ilahi yasa olduğu doğru.
Tersine (…) Havari der ki, “Eğer rahipliği yorumlayacaksak, yasanın da yeniden yorumlanması gerekir.” Oysa aynı pasajda ifade edildiği üzere, rahiplik muzaaftır: levi94 rahipliği, Hz. İsa Mesih rahipliği. Nitekim ilahi yasa da muzaaftır: Eski Yasa, Yeni Yasa.
Derim ki (…) farklılık/ayrım sayısal bir meseledir. Şimdi, şeyler iki şekilde tefrik edilir. Birincisi, bütünü itibariyle diğerlerinden belirgin biçimde farklı şeyler olarak, örneğin at veya öküz. İkincisi belirli bir türün eksikli olanı ve eksikli olmayanı olarak, örneğin bir erkek çocuk ve bir adam ki, ilahi yasa bu anlamda Yeni ve Eski olarak ikiye ayrılmıştır. Havari, Eski Yasa altında yaşayan insanı “bir pedagogun himayesindeki çocuk”, Yeni Yasa altında yaşayan insanı “pedagogun himayesinden çıkmış olan erişkin bir erkek” olarak tanımlar.
Bu iki yasanın ne ölçüde mükemmel olduğu, yukarıda değinildiği üzere, yasanın ne olduğuna dair üç koşulla izah edilebilir.
Öncelikle, bir yasa ortak çıkar, ortak yarar hedeflemelidir (…) ve bu yarar muzaaf olabilir. Şöyle ki, hem makul ve imkân dahilinde olanı hedefler -ki, Eski Yasa ile hedeflenen budur ve insanlar daha ilk baştan itibaren Kenanlıların95 dünyevi krallığına davet edilmişlerdir- hem de Yeni Yasa gibi semavi ve anlaşılabilir bir yarar güdebilir. Nitekim Hz. İsa Mesih vaaz vermeye başladığından andan itibaren insanları semavi krallığa çağırarak, şöyle demiştir: “Günah çıkarıp kefaretini ödeyin çünkü semavi krallık elinizin altında.” Augustin bu yüzden “Eski Ahit akla hitap ederek dünyevi (zamansal) vaatleri içerir; ama ebedi yaşam vaat eden Yeni Ahittir,” der.
İkincisi, insanoğlunu doğru davranışa yasa yöneltir (…) bu bağlamda, Yeni Yasa, Eski Yasa’dan üstündür, çünkü iç dünyamıza Matta’ya göre yön verir: “Size şunu söyleyeyim: Doğruluğunuz din bilginleriyle Ferisilerinkini aşmadıkça, Göklerin Egemenliği’ne asla giremezsiniz.”96 Dolayısıyla, “Eski Yasa eli bağlar, Yeni Yasa aklı denetler,” sözü doğrudur.
Üçüncüsü, yasa, insanları verilen emre itaate sevk eder. Eski Yasa bunu içimize ceza korkusu salarak yaparken, Yeni Yasa Hz. İsa Mesih’in inayetiyle kalplerimizi dolduran sevgi/aşk yoluyla yapar ki, Eski Yasa (bunu) gölgelemiştir. Augustin bu yüzden, “Yasa ile Müjde (İncil) arasında az bir fark var – korku ve sevgi/aşk,” der.
Karşıt görüş 1’e cevap: Tıpkı bir babanın çocuklarına ve ev halkının erişkin fertlerine farklı emirler buyurması gibi, o tek Kral da Krallığında yaşayan insanlara çocukken (eksikliyken) bir yasa, biraz daha büyüyünce (daha az eksikli olduklarında) daha mükemmel ikinci bir yasa bahşetmiştir ki, daha büyük bir ilahi kapasiteye kucak açabilsinler.
Karşıt görüş 2’ye cevap: İncil, “(Hz. İsa Mesih’ten) Başka hiç kimsede kurtuluş yoktur. Bu göğün altında insanlara bağışlanmış, bizi kurtarabilecek başka hiçbir ad yoktur,”97 der. Anlaşılabileceği üzere, insanlığa kurtuluş vaat eden yasa Hz. İsa Mesih’ten önce bahşedilemezdi. Ne ki, insanların, O gelmeden önce kurtuluş yolunda ilk adımları atıp O’nun öğretisine hazır olabilmeleri için doğruluk kuralların içeren bir yasa gerekmekteydi.
Karşıt görüş 3’e cevap: Doğal (ahlaki) yasa insanları genel ahlaki kurallar itibariyle yönlendirir ve küçük büyük herkes için birdir. Ne ki, ilahi yasa küçük ve büyük (eksikli ile az eksikli) ayrımı yapar. İlahi yasa bu yüzden muzaaftır.
Madde Altı: Günahın yasası var mıdır?
Karşıt görüş 1: Günahın fomes98’una dair bir yasa yok gibi görünüyor, çünkü Isidorus99, “yasa mantığa temellenir,” der. Ne ki fomes’un mantığı yoktur, dolayısıyla yasanın tabiatına aykırıdır.
Karşıt görüş 2: Dahası, her yasa bağlayıcıdır ki, itaat etmeyenlere suçlu denilebilsin. Ne var ki, insanoğlu fomes’un tahrikine uymadığı için değil, uyduğu için suçlu addediliyor. Dolayısıyla, fomes yasanın tabiatına aykırıdır.
Karşıt görüş 3: Havari der ki, “Uzuvlarımın aklımın yasasıyla mücadele eden bir diğer yasası olduğunu görüyorum.”
Derim ki (…) yasa, özü itibariyle yöneten ve ölçüt koyanındır. Yasa, yönetilen ve ölçülenin, yasaya tabi olan şeylere/konulara katıldığı oranda “katılım yoluyla yasa’ adını alır (…) Şimdi, yasa koyucu, yasaya tabi olanların önüne muzaaf bir yasa koyabilir. Birincisi, yasaya tabi olan tebaasını farklı yönlere doğrudan yönlendirmek üzere, farklı kurallar/yasalar koyarak, farklı biçimlerde yönetebilir; örneğin askerler için ayrı bir yasa, esnaf için ayrı bir yasa söz konusudur. İkincisi, dolaylı bir yoldur; yasa koyucusu tebaasını itibardan düşürmek suretiyle bir başka yasaya tabi kılıp bir başka düzenin parçası haline getirebilir. Örneğin, bir şövalyeyi yiğitliğinden mahrum ederek, onu esnaf yasasına tabi kılabilir.
İlahi yasa koyucunun yönetimi altındaki yaratıkların farklı doğal eğilimleri vardır; öyle ki, biri için geçerli olan yasa diğeri için geçerli olmayabilir. Şöyle söyleyeyim; mesela kurdun bir anlamda yasası olan vahşet, kuzunun veya bir diğer uysal hayvanın yasasına aykırıdır. Nitekim ilahi takdirle insana doğasına uygun bir biçimde bahşedilen insan yasası, akıllı davranmasını öngörür. Ve bu yasa en ilkel şekliyle bile öylesine etkilidir ki, akla yatkın olmayan veya akıldışı hiçbir şey insanoğlunu gafil avlayamaz. Ama insan Tanrı’ya sırt çevirince, hayvani dürtülerinin etkisinde kalarak -ki, bu durum aklın yolundan sapan herkesin başına gelir- Mezmurlar X,VIII’de ifade edildiği üzere, “İnsan şerefliyken anlamadı: oysa duyarsız hayvanlarla bir tutulmuştu, çünkü onlara benziyordu.”
O halde, bedensel zevklere düşkünlük ki, fomes adı verilir, diğer hayvanların eğilimle/dürtüyle açıklanan doğal yasasıdır – böyle şeyler için yasa tabiri kullanılabilirse elbet. Ama insanlar için bu, aklın yasasından sapma anlamına gelir. Tanrı’nın bir takdiri olarak, insan aklı O’nun gücünden/canlılığından ve asli adaletinden yoksun olduğu için, insanın bedensel dürtülere kapılması doğal yasa özelliği taşır, ama ilahi yasa itibariyle yaptırımı olan, insanın saygınlığından alan bir durumdur.
Karşıt görüş 1’e cevap: İşbu görüş, fomes’u başlı başına bir kötülük olarak değerlendirmektedir. Doğal bir yasa olduğu için değil, ama yukarıda belirtildiği üzere, ilahi yasanın adaletinden alan/eksilten sonuçları nedeniyle böyle değerlendirir.
Karşıt görüş 2’ye cevap: İşbu görüş yasayı yönetim veya ölçüt itibariyle değerlendirir, çünkü yasadan sapanlar birer suçludur. Ne var ki, bu bağlamda fomes bir yasa değil, en yukarda belirttiğimiz gibi, bir katılım konusudur.
Karşıt görüş 3’e cevap: Bu görüş fomes’u orijini itibariyle değil, yönelimi itibariyle değerlendirir. Ama insanoğlunun bedensel zevklere eğilimi yine de diğer hayvanlarınki gibi değerlendirilecekse, bu ancak ortak bir yarara hizmet etmek üzere, yani bir türün veya insan neslinin devamı için takdir edilmiştir. Bedensel zevk, akla tabi olmak şartıyla insanoğluna bahşedilmiştir. Fomes tabiri, akıldan uzaklaşılan durumlar için geçerlidir.
* St. Thomas Aquinas, Summa Theologica, I-II, qq. 90-91 Benziger Brothers, Inc., Washburn Ltd. 1920.