Hıristiyanlığın Dehası*
(…) Kilise (Bossuet döneminde kazanılan) zaferinin tadını çıkarırken, Voltaire, Jülyen’in zulmünü tekrarladı. İmansızlığı kaprisli insanlar arasında moda haline getirmek gibi bir sanat sahibiydi. Bu insafsız ittifak kendini beğenmişliğin (kibrin) her türüne açıktı. Nitekim din, broşürlerden büyük boy kitaplara, nükteli şiirlerden sofizme kadar her türlü silahın kullanıldığı bir saldırıya maruz kaldı. Dini bir kitap ortaya çıkar çıkmaz yazarı alaya alınırken, Voltaire’in arkadaşlarıyla birlikte gülüp geçtiği eserler göklere çıkarılmaktaydı. (…) Bu yıkıcı tutum Fransa’nın her yanına yayıldı ve öncelikle de birer zevksizlik timsali, hizip odağı olan taşra akademilerince benimsendi. Filozoflar kadar modaya düşkün kadınlar da imansızlık üzerine ders verir oldu ve Hıristiyanlığın barbar bir sistemden farkı olmadığı sonucuna vararak, özgürlüğün gelişmesi, bilginin yücelmesi, sanatın ilerlemesi ve yaşamın genel olarak rahat bulması için bir an önce çökmesi gerektiğine karar verdiler.14
İncil öğretisine duyulan bu isteksizliğin bizleri büyük bir boşluğa sürüklemiş olması bir yana, bu durum antik çağ mucizelerinin atfedildiği Yunan ve Roma mitolojisine yapmacık bir geri dönüşe yol açtı. Halk, insanları birer ahlaksızlık abidesine ya da vahşi hayvana dönüştüren bu tapınmadan ne pişman oldu, ne de utandı. XIV. Louis döneminde dindarlığı ve mükemmel eserleriyle temayüz etmiş olan yazarlar aşağılandı. Doğrudan karşı koymaya cesaret edilmese de dolaylı yollardan saldıranlar çoktu. Onlara göre, bu yazarlar kalben inançsızdı ve zaten bizim zamanımızda yaşasalardı daha kişilikli olurlardı. Her yazar, “Diderot ve d’Alembert’in bu muhteşem çağında” doğduğuna şükretmeliydi, çünkü insan aklının tüm başarıları, o çağda bilimlerin Babil’i Encyclopedie’de alfabetik düzende sıralanmıştı.
Zekâsı ve irfanıyla sivrilenler, bu durumu denetim altına almaya beyhude uğraştı. Sesleri kalabalığın gürültüsünde kaybolup gidiyor, kazandıkları zaferler Fransa’da kamuoyunu yöneten, dolayısıyla etki altına alınması gereken insanlar tarafından duyulmaz oluyordu.
Böylece, Jülyen hükümdarlığı boyunca sofistlere zafer kazandıran kader, zamanımızda onları galip kıldı. Hıristiyanlığı savunanlar kendilerini daha önce de başarısızlığa uğratan bir hataya düşüp sorunun artık şu ya da bu ilkeleri tartışmak olmadığını, çünkü bu ilkelerin temellendiği dayanakların muhalifleri tarafından reddedildiğini algılayamadılar. Ve Hazreti İsa’nın misyonundan başlayıp aşağıdan yukarıya kadar, bir sonuçtan diğerine giderek, inancın gerçeklerini sağlam temeller üzerine oturttular. Ne var ki, bu akıl yürütme tarzı -ki, altyapıya kimsenin itiraz etmediği On Yedinci yüzyıla gayet uygun düşebilirdi- bir işe yaramadı, çünkü sonuçtan sebebe yükselmek, Hıristiyan dini mükemmeldir, çünkü Tanrı’dan gelir’i değil, mükemmel olduğu için Tanrı’dan gelmektedir’i kanıtlamak lazımdı.
Benzer bir biçimde, ikinci bir hata yaparak sofistlerin, ki sürekli hata yaptıkları için ikna edilemez insanlardır, ciddiyet arz eden yalanlamalarını önemsediler. Sofistlerin hakikatin peşinde koşuyormuş gibi yapıp asla ciddi olmadıklarını, kendilerinden başka kimseye değer vermediklerini, kendi sistemlerine bile sadece çıkardığı gürültünün hatırı için bağlı olduklarını, hatta ilk kamuoyu reaksiyonunda sistemi terk etmeye hazır oldukları gerçeğini gözden kaçırdılar.
Bunlar dile getirilmediği için bir hayli zaman harcandı, emekler boşa gitti. Oysa amaç, sofistleri değil, onların yoldan çıkardığı kişileri dinle uzlaştırmak olmalıydı. Bu insanlar, Hıristiyanlığın barbarlık ürünü, sanatın ve bilimin, mantığın ve gelişmenin düşmanı olduğu, tek amacının kan dökmeyi teşvik etmek, insanoğlunu köle yapmak, mutsuz etmek ve insan aklının gelişimini frenlemek olan bir din olduğu söylenerek ayartılıyorlardı.
Oysa, bunun tam tersini yapmak, Hıristiyan dininin var olan tüm dinlerin en insancısı, özgürlüğe, sanata ve bilime en elverişlisi olanı, modern dünyanın tarımdan soyut bilimlere -acz içinde olanlara hizmet eden hastanelerden Michelangelo tarafından yüceltilen ve Raphael tarafından bezenen tapınaklara kadar- her gelişmeyi bu dine borçlu olduğunun kanıtlanması gerekiyordu. Hiçbir şeyin onun ahlakından daha kutsal, hiçbir şeyin onun ilkeleri, doktrinleri ve ibadetlerinden daha hoş ve yüce olmadığını, onun dehayı teşvik ettiğini, erdemli arzular geliştirdiğini, fikirlere enerji kattığını, yazarlara soylu imgeler, sanatçılara mükemmel modeller sunduğunu, Newton ve Bossuet’a, Pascal ve Racine’e inanmakta utanılacak bir şey olmadığını kanıtlamak gerekliydi. Kısacası, hayal gücünü ve tüm duyguları, karşı çıktıkları o dine hizmete yönlendirmek gerekirdi.
Okur, çalışmamızın amacı hakkında, belki şimdi net bir görüş sahibi olabilir. Özrü kalmadı, belki de artık işe yaramayacak. Bundan böyle kim oturup da ilahiyata dair bir şeyler okur? Olsa olsa birkaç iman sahibi Hıristiyan! Dini insani bir bakış açısıyla değerlendirmek tehlikeli olmaz mı diye düşünenler olabilir. Neden? Bizim dinimiz ışıktan kaçar mı? Onun kutsal özünün en güçlü kanıtlarından biri, aklın/mantığın en bütünlüklü sınavına bile katlanabileceği gerçeğidir şüphesiz. Gerçekdışı oldukları tespit edilmesin diye kutsal sırların üstünü örtmekle suçlanmamıza gönlünüz razı olabilir mi? Hıristiyanlık sırf daha güzel göründüğü için gerçekdışı olabilir mi? Vesveseyi bırakalım ve aşırılık var diye dini yok olmaya terk etmeyelim. “Soru sorma, inan,” diyebileceğimiz zamanlarda yaşamıyoruz artık. İnsanlar ürkek sessizliğimize, yani bize rağmen sorgulayacak, inananların sayıca azalması kâfirlerin zaferi olacaktır.
Dünyanın Hıristiyanlığa karşı her gün öne sürülen abeslik, adilik ve kötülük suçlamalarının giderilebileceğini bilmesinin vaktidir. Dinin düşünceyi yozlaştırmak yerine, ruhun yücelmesini teşvik ettiğini ve hayal gücünü, Homer ve Virgilius’un tanrıları kadar büyülemeye muktedir olduğunu göstermenin zamanıdır. Bizim argümanlarımız, en azından tüm dünyada anlaşılabilir olma, gücü ve ağırlığı itibariyle sağduyudan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymama avantajına sahiptir. Yazarlar, okurun anlayacağı dilde yazma konusunda epeyce ihmalkâr davranıyorlar. Âlim ile âlim, şair ile şair olmak gerekir. Yüce Tanrı kaybolmuş kullarını çiçekli patikada yol almaktan men etmez, ta ki bir kez daha ona yönelmiş olalım. Yolunu kaybetmiş bir koyunun ağıla dönmesi için sarp dağları aşması, engebeli yolları aşındırması gerekmez.
Hıristiyanlığın bu şekilde değerlendirilmesinin, yetersiz veya yanlış bilgiden kaynaklandığını düşünüyoruz. Eskiye dair anılar, ki dünyanın yaratılışına kadar gider, görkemli, anlatılamayacak kadar gizemli, tapılası ve ilginçtir. Ahlakı semavi, seremonisi zengin ve çekicidir, her türlü güzelliklerle doludur (...) Her şey bizim amacımıza hizmet etmektedir: Atalarımızın gelenekleri, geçmiş zamanların tasvirleri, şiir ve hatta aşkın kendisi! Biz beşikten gülümseme, kabirden gözyaşı istedik. (...) Biz kâfirin kalbini etkilemek için her şeyi yapar, ancak kendimizi dinin taştan canlı su çıkaran mucizevi asasına sahipmişiz gibi methetmeye cüret etmeyiz.
Hayatta güzel, memnun edici ya da ihtişamlı diye bir şey yoktur, ancak daha çok ya da daha az gizemli olan vardır. En müthiş duygular açıklanması zor etkiler bırakanlardır. (...)
Gizemlilik açısından baktığımızda ilk olarak Hıristiyan dininin antik dönemdeki dinlere göre daha avantajlı olduğunu düşünürüz. Antik dönem dinlerindeki sırların insanla bir ilgisi yoktu ve bu sırlar en fazla filozofların düşüncelerine yansımış ve/veya şairlerin şiirlerine konu olmuştu. Aksine, bizim sırlarımız doğrudan kalplerle konuşur ve varlığımızın muammasını kavrar. Buradaki mesele, sayıların faydasız bir şekilde düzenlenmesi ile değil, insan ırkının kurtuluşu ve mutluluğuyla ilgilidir. İnsanın cahilliğini ve zaafları olduğunu ispatlayan günlük deneyimlerine rağmen İsa’nın gizemlerini inkâr etmesi mümkün müdür? Bunlar ancak biçarelerin gizemleri olabilir.
İster Tanrı bağlamında düşünelim, ister daha önce Doğu’da yaygın olduğu gibi bu dogmanın kalıntıları inceleyelim, Hıristiyanlığın ilk gizemi olan Teslis, felsefi çalışmalar için muazzam bir alan oluşturmaktadır. Kavrayamadığımız her şeyi reddetmek acınası bir düşünce yöntemidir.
Elbette bir Tanrı var. Vadideki bitkiler ve dağdaki sedir ağaçları O’nun adını zikreder, böcekler O’na övgüler mırıldanır, filler doğan günle beraber O’nu selamlar, kuşlar yaprakların arasında O’na tapar, şimşek O’nun gücünün göstergesidir ve okyanuslar O’nun ihtişamını haykırır. Sadece insan, “Tanrı yoktur,” demiştir.
Peki insan zorluk çektiğinde gözünü hiç cennete dikmedi mi? Varlıkta, zenginliğinin sebebi olarak yeryüzünü görmedi mi? Doğanın mucizelerini doğa kendinden uzak olduğu için mi anlayamadı? Ya da bu mucizeleri tesadüfi sebeplerin sonucu olarak mı görüyor? Fakat nasıl olur da işlenmemiş ve katı nesneler, kaderin zoruyla kendilerini bu kadar mükemmel bir düzene göre ayarlayabilmektedir?
İnsanın Tanrı’nın yansıttığı ide ve yine O’nun tasavvurunun ortaya koyduğu evren olduğu söylenebilir. Doğanın güzelliğinin ilahi aklın bir ispatı olduğunu kabul edenler, mucizelerin alanını genişleten bir doğruya işaret etmiş olmalılar. Bu böyledir: Hareket ve durağanlık, karanlık ve aydınlık, mevsimler, dünyadaki sistemlere çeşitlilik getiren ilahi bedenlerin devrimleri sadece görünüşte birbirinin yerine geçer ama aslında daimidirler. Bizim görüş açımızdan bakıldığında giderek silinen bir manzara, başka insanlar için parlak renklerle bezenmiş bir görüntü oluşturabilir fakat değişen şey görüntü değil, izleyicidir. Tanrı yarattıklarında mutlak süreci ve aşamalı süreci birleştirir. Mutlak süreç ilk olarak zamanda, ikinci olarak mekânda kendini gösterir. Mutlak süreçte dünya güzellikleri tek, sonsuz ve daimidir. Aşamalı süreçte ise harikalar birden çok, sınırlı ve aralıklarla yenilenen türdendir. Mutlak süreç yoksa yaradılışta bir ihtişam, aşamalı süreç yoksa sıkıcı bir tekdüzelikten öte hiçbir şey olmazdı.
Bu noktada, zaman bizlere yeni ve başka bir açıdan görünür; onun en küçük parçası bile, her şeyi algılayan ve böceğin ölümünden dünyanın oluşumuna kadar her şey de kendini gösteren bir bütündür. Zamanın içindeki her bir dakika küçük bir sonsuzluktur. Öyleyse doğadaki en güzel olayları aynı anda zihninizde birleştirin: Bir günün tüm saatlerini ve yılın tüm mevsimlerini, bir ilkbahar ve sonbahar sabahını, yıldızlarla bezenmiş ya da bulutlarla kaplanmış bir geceyi, çiçeklerle süslenmiş ovaları, karla kaplı ormanları, altın rengindeki mahsullerin parladığı tarlaları gözünüzde canlandırdığınızda evrenin görünümü hakkında bir fikir edinmiş olacaksınız. Siz batı yakadan güneşin batışını hayranlıkla izlerken, bir başkası Aurora bölgelerinde doğuşunu seyretmektedir. Hangi akıl almaz büyü, gecenin karanlık kollarında dinlenmek için yatağına çekilen, kızgın ve yorgun gibi görünen şu yaşlı bilgeyi ve aynı zamanda şafak vaktinin gri perdelerinin arasından parlayan, damlalarla yıkanarak uyanan bu genç küreyi yaratabilir? Güneş günün her anında yükselir, zirveye ulaşır ve batar. Ya da gerçek bir gündoğumu, Ay veya günbatımı olmadığı halde duyularımız bizi aldatır. Bütün, gün küresinin bir defada ve aynı anda tek bir maddeden üç tür ışık yaydığı sabit bir noktaya indirgenir. Bu üçlü ihtişam herhalde doğadaki en güzel olaydır, çünkü bir yandan Tanrı’nın daimi saltanatını ve her yerde olduğu fikrini verirken, diğer yandan da Tanrı’nın aziz Teslisi’nin en çarpıcı simgelerinden birini sergilemektedir.
(...) Ben hiçbir şeyim; sadece basit ve yalnız bir gezginim ve onları anlamasam da sık sık bilim insanların Tanrı üzerine konuştuklarını duymuşumdur. Devamlı surette, bu bilinmeyen Varlığın kendisini, insan kalbine doğadaki görkemli olaylarla ispatladığını söylerim. Bir akşam, Virginia sahillerini yıkayan güzel sulara ulaştıktan sonra, derin bir sessizlik oldu. Gemiler yelkenlerini indirmişlerdi. Mürettebatı dua etmeye davet eden zili duyduğumda irkildim. Seferde olan bu dostlarımla beraber yakarabilmek için hızlandım. Gemideki görevliler yolcularla beraber güvertenin bir ucundaydı ve elinde bir kitapla görevlilerin ve yolcuların biraz önünde dikilen bir papaz vardı. Denizciler dağınık bir şekilde geminin kenarında duruyordu. Hepimiz ayaktaydık ve yüzlerimiz geminin baş kısmına, yani batıya dönmüştü.
Dalgaların ötesinde batmak üzere olan solar küre, geminin halatları arasından, sonsuz boşluğun ortasında görülüyor ve geminin hareketliliğinden dolayı her an düzlemini değiştiriyormuş gibi gözüküyordu. Birkaç bulut, ayın yavaşça yükseldiği doğu yakasında dağınık bir şekilde geziniyordu. Gökyüzündeki diğer her şey sakindi. Ancak kuzeye doğru, gecenin ve gündüzün renklerinden oluşan, içinde prizmadaki tüm renklerin olduğu görkemli bir üçgeni andıran bir hortum, gökkubbenin dayandığı kristal bir kolon gibi denizden yükselivermişti.
Bu görüntüden Tanrı’nın güzelliğini algılayamayacak kişi gerçekten merhamet edilmesi gereken birisi olurdu. Dostlarım kafalarından gemici şapkalarını çıkararak kısık sesle, denizlerin koruyucu azizesi Meryem Ana’ya sade bir ilahi söyledi ve kendime rağmen benim bile gözlerimden yaşlar aktı. Okyanusun ortasında kuru bir tahta üzerinde dalgaların arkasındaki gün batımını seyreden bu adamların ettiği dua o kadar etkileyiciydi ki! Zavallı bir denizcinin Kederin Annesi Meryem’e olan yakarışı nasıl da dokunaklıydı! Sonsuzluğun huzurunda önemsiz olduğumuzun farkında olmak, sessiz dalgaların ötesinde yankılanan ilahilerimiz, tehlikeleriyle beraber yaklaşan gece, bu kadar mucize arasında kendisi bir mucize olan gemimiz, huşu ve hayranlıkla dolmuş dindar bir mürettebat, dua eden muhterem peder; bir eliyle güneşi batıda tutan, diğer eliyle doğuda ayı yükselten, yarattıklarının zayıf sesine sonsuzluk içerisinde kulak kabartan ve denizin derinliklerinden bize doğru uzanan Tanrı - tüm bunlar hiçbir sanat dalının tasvir edemeyeceği ve hiçbir insanın kolaylıkla yaşayamayacağı bir görüntü oluşturdu.
Drama ve epik şiirde tutku temasının sıkça kullanılmasından memnun olmayan Hıristiyanlık dini aslında kendi içinde coşkuyu, heyecanı, özlemi, sevinçleri, gözyaşlarını, toplum ve yalnızlık aşkını barındıran bir tutku türüdür. Bildiğimiz gibi bu, çağımızın fanatizm olarak adlandırılan bir ürünüdür. Buna, bir filozofun ağzından çıktığında daha çarpıcı olan Rousseau’nun kelimeleriyle yanıt verebiliriz: “Cani ve bir o kadar zalim olsa da fanatizm insan kalbini güçlendiren, ölümden korkmamasını sağlayan, insana olağanüstü bir enerji veren ve sadece en yüce faziletlere sahip olmak için akıllıca yönlendirilmesi gereken büyük ve güçlü bir tutkudur. Buna karşın, dinsizlik, felsefi ruh ve mantık genelde hayata olan bağlılığı güçlendirir, ruhun önemsizliğini vurgular ve kırılgan hale getirir; tüm tutkuları özel ilgi alanına ve kişinin umutsuz olduğu duruma indirger ve bu şekilde toplumun gerçek dayanaklarını sessizce ortadan kaldırır. Özel ilgilerin birleştiği noktalar bu kadar az olduğu için birbirlerine karşı çıkacak kadar denk olmayacaklardır.”
Bu inançsız çağda, şairlerin ve romancıların, atalarımızın üslubuna doğal bir dönüş yaparak, kurgularında zindanlardan, hayaletlerden, kalelerden ve Gotik kiliselerden bahsettiğini söylemek bile oldukça tuhaf geliyor. Bunda, din ve ülke tarihimizle ilgili anıların etkisi büyüktür. İnsanlar eski kıyafetlerini atabilir ama milletler eski geleneklerini öylece bir kenara fırlatamazlar. Geleneklerden bazıları terk edilmiş olabilir. Ancak, yenilerinin eklenmesiyle tuhaf bir karışım oluşturacak bir kısım gelenek mutlaka muhafaza edilecektir.
St. Louis ve Kraliçe Blanche’nin iyi insanlarını bir araya getirmek maksadıyla ve metafiziksel bir tanrıya tapmaları için tarihin en zarif ve aydınlık Yunan tapınaklarını inşa etmiş olsanız da bunu boşu boşuna yapmış olurdunuz; çünkü bu kişiler hâlâ yosun tutmuş, atalarının külleri ve ölü nesillerle dolu Notre Dames Rheims ve muhterem Paris katedrallerine özlem duyacaktır. Ayrıca, doğduklarında götürüldükleri kutsal pınarlardan söz etmemek için kalabalıkta başında diz çökmeyi istedikleri Montmorencyler gibi kahramanların mezarlarını görmek isteyeceklerdir. Bunun nedeni, bu özelliklerin onların tarzlarıyla iç içe geçmiş olması ve bir anıtın yıllanmış olsa da kemerli kubbesinde uzun tarihi geçmişi belirtilmediği sürece kutsal sayılmamasıdır. Bu sebepten ötürü, yapımına tanıklık ettiğimiz, kubbeleri ve yankıları gözümüzün önünde oluşturulmuş bir tapınakta büyüleyici bir duruma rastlanamaz. Tanrı sonsuz bir kanundur, Tanrı’nın kökeni ve Tanrı’ya yapılan ibadetle ilgili olan her şey zamanla sarılmalıdır.
Bir Gotik kiliseye girdiğinizde, sizde hayranlık hissinin ve müphem bir ilahi duygunun uyanmaması imkânsızdır. Gotik bir kilisede, tarikat üyelerinin manastırlarının olduğu ormanlarda meditasyon yaptıktan sonra, gecenin sakinliği ve sessizliğinin ortasında adak taşı önünde secdeye yatıp Tanrı’ya ilahiler söylemek için bir araya geldikleri zamanlara gidersiniz. Eski Fransa bunların hepsine yeniden hayat vermiş gibi görünüyor; şimdiki halinden çok daha farklı bir millette tüm o eşsiz kıyafetlere bakar, devrimleri, sonuçlarını ve yarattığı sanatı hatırlarsınız. Hatırladığınız zamanlar ne kadar eskiyse sizde bıraktığı etki o kadar büyüktür ve insanlığın hiçliği ve hayatın hızlı akışıyla ilgili düşüncelerle sonuçlanan daha fazla fikir ilham ederler. (…)
(…) Gotik bir kilisedeki her şey size ormandaki labirentleri anımsatır; her şey sizde dini, gizemli ve ilahi bir huşu duygusu uyandırır.
Yapının girişinde, bahçedeki karaağaç ve porsuk ağaçlarının boylarını aşan ve masmavi gökyüzünde resmedilmeye değer bir görüntü yaratan muazzam büyüklükte iki tane kule yükselir. Bazen kulelerin ikiz tepeleri günün ilk ışıklarıyla aydınlanır, günün diğer saatlerinde bulutlarla taçlandırılmış gibi ya da sisli bir havada daha uzunmuş gibi görünürler. Kuşlar bile kuleleri görünce yanılırlar; onları ormandaki ağaçlardan sanarak üstünde uçar ve tepelerine konarlar. Fakat kulelerin tepesinden karmaşık sesler yükselir ve korkmuş kuşları oradan uzaklaştırır. Bu yapıyı ormanda kurmaktan pek de hoşnut olmayan Hıristiyan mimar, ormandaki sesleri devam ettirmeye istekli olduğundan bazı araçlar ve zillerle Gotik tapınağa ormanın derinliklerinde yankılanan rüzgâr ve fırtına etkisini eklemiştir. Bu dini seslerle büyülenen geçmiş çağlardaki insanlar, taşların ortasında bu kutsal sesleri çıkarmaya çalışmış ve bu sesler uçsuz bucaksız katedralin her köşesinden duyulmuştur. Tapınakta sesler eski Sibyl mağarası gibi tekrar tekrar akseder; üzerinde yürüdüğünüz mezarlardaki ölüler derin bir sessizlikteyken yüksek sesli ziller kafanızın üstünde sallanır.
Bir gün Luksembourg Sarayı’nın arka taraflarında yürürken kazara Fontanes’in övgüler yağdırdığı Kartusyan Manastırı’na rastladık. Manastırdaki kilisenin çatısı içeriye doğru yıkılmış, pencerelerin çerçeveleri düşmüş ve kapı girişleri dik tahtalarla kapatılmıştı. Manastırdaki diğer binalardan eser yoktu, hepsi yıkılıp gitmişti. Sağda solda parçalanmış bir şekilde duran siyah mermerden yapılmış mezar taşları arasında uzun süre gezindik. Bu taşlardan bazıları ufalanmıştı, bazılarının üzerinde ise hâlâ kimi yazıtların kalıntıları vardı. Manastırın iç kesimlerine doğru ilerledik ve orada otların ve çöplerin arasında iki tane yabani erik ağacının büyüdüğünü gördük. Duvarlarda Aziz Bruno’nun hayatındaki olayları anlatan yarısı silinmiş tasvirler görülüyordu. Kilisenin bir köşesinde bir skala vardı ve manastırda daha önce ölülerin anısına söylenen huzur ilahileri yerine mezar taşlarının kıyımında kullanılmış aletlerin gıcırtılarını duyuyorduk.
Bu yerde bizim hissettiklerimizi ve düşündüklerimizi herhangi bir okuyucu da aynı şekilde hissedebilir ve düşünebilir. Yüreğimiz burkularak bu mekândan ayrıldık ve nereye gittiğimizi bilmeden yakınlardaki bir mahalleye doğru ilerledik. Karanlık çökmüştü. Issız bir sokakta iki muazzam duvar arasından geçerken bir anda civardaki bir kiliseden gelen bir çalgı sesi ve zafer ilahisinin (Laudate Dominum omnes gentes) sözlerini duyduk. Bu dini ezgilerin bizleri nasıl heyecanlandırdığı anlatmak mümkün değil. Sanki göklerden bize, “Ey inancı az olanlar! Neden umutsuzlar gibi inlersiniz? İnsanlar gibi fikir değiştirebileceğimi ve cezalandırmak için sizi terk ettiğimi mi düşünüyorsunuz? Emirlerime kusur bulmak yerine, onları gömdüğüm yığınlar altında bile benim rahmetli kudretime övgüler yağdıran inançlı kullarımı örnek alınız,” dendiğini duyar gibi olduk.
Tam papaz takdis duasını okurken biz kiliseye girdik. Yaşlı adamlar, fakir kadınlar ve çocuklar yere çökmüş oturuyordu. Onların arasına girip biz de diz çöktük. Gözlerimizden yaşlar akmaya başladı ve yüreğimizin derinliklerinden şunları söyledik: “Tanrım, eğer mabedinin terk edilmişliğine söylenmişsek lütfen bizi affet, kendini bilmez düşüncelerimizi bağışla! İnsan soyu çürümüş halde, günah ve ölümün pençesindedir. İnsanın isteksiz sevgisi, tereddütlü inancı, kısıtlı olarak verdiği sadakalar, noksan duyuları, kifayetsiz düşünceleri, kırık kalbi, kısacası, insanla ilgili olan her şey bir hüsrandan ibarettir!”
* Chateaubriand, The Genius of Christianity, C.I.White, Baltimore, J. Murphy 1856.