Her on durumdan dokuzunda, insan kendi iyi talihinin mimarıdır ve bir insanın dürüst yollarla yükselmesi tüm insanlık için bir umut teşkil eder.
Mechanics Dergisi
Eğer bizim yüzyılımıza özgü bir düşünce varsa, o da benim kanaatime göre, tarihin genel bir kuralı ve insanlığın geleceği olarak görülen ilerleme düşüncesidir.
A. Javary, De L’idee De Progres
“Var olma mücadelesi” ve “doğal seleksiyon” her yerde bahsi geçen kelimeler ve günlük olarak kullanılan kavramlar haline gelmiştir. Dönemlerin özellikleri üzerine çalışan birisi için evrim felsefesinin ortaya çıkışı On Dokuzuncu yüzyılın en olağanüstü olayıdır.
Thomas Henry Huxley,
Türlerin Kökeni’nin Algılanma Biçimi Üzerine
Bugüne kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadelelerinin, sömüren ile sömürülenin, yöneten ve ezilen sınıflar arasındaki karşıtlığın tarihidir. Bu önerme, Darwin’in teorisinin biyolojide yarattığı ilerlemelerin aynısını tarihte de yaratacaktır.
Karl Marx - Friedrich Engels,
Komünist Manifesto, Önsöz
Arnold Toynbee, 1897 yılında bir ikindi, Londra’daki Fleet Caddesi’nde, “koloni” birliklerinin, Kraliçe Victoria’nın 75. yaş gününü kutlamak için yaptıkları yürüyüşü babasıyla beraber oturup pencereden izlediklerini anlatır. Toynbee, bu İngiliz kalabalığının “güneşlerini zirvede gördüklerini ve her zaman da zirvede kalacağını düşündüklerini” söyler. 1897’de, bilim çağında yaşadıklarını ve Wellsian rasyonalisti1 olduklarını sanan orta sınıf İngilizler, bu hayali mucizeyi kendilerine bahşedilmiş bir hak gibi görüyorlardı. Bunu böyle gördükleri için onlara göre tarih de bitmişti.2 Toynbee, zihnin bu durumunu “halüsinasyon” olarak nitelendirmektedir. O zamanlar kaç tane Avrupalı, burjuvaların başına gelecek felaketleri tahmin edebilirdi ki! Buddenbrooklar gibi tek bir ailenin3 başına çeşitli felaketler gelebilir; ancak bu, kaderlerini belirleyen bağlı oldukları sosyal düzenin selametini etkilemezdi. Her hâlükârda, önemli olan nokta, Buddenbrook ve Forsyte4 ailelerinin On Dokuzuncu yüzyıla, sınıflarının eşi benzeri olmayan bir yükseliş zamanı olarak bakabilmeleridir. Karl Marx, Komünist Manifesto’nun en göze çarpan bölümlerinde bu konuya değinmiştir. “Burjuvazi, bir yüz yıl gibi kısıtlı bir zamandaki egemenliği boyunca, tüm nesillere öncülük eden toplu ve muazzam bir üretim gücü yaratmıştır.”5 Marx, 1848’de Avrupa ülkelerindeki burjuvazi mülkiyetini abartılı bir biçimde betimlemiştir. Fakat hiç şüphesiz, Fransa’daki Temmuz Devrimi, İngiltere’deki Reform Kanunu ve Yerel İdare Encümeni Yasası ile beraber burjuvazi siyasi anlamda “bir şey olma” arzusunu keşfetmişti. Marx, aslında haklıydı, çünkü On Dokuzuncu yüzyılda Avrupa burjuvazisi, kültürel, aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir imajdan sonra kendisine bir dünya yarattı. Bu kazanımın farkına varılması günümüzde “Victoria” dönemine duyduğumuz çağdaş özlemi6 büyük oranda açıklamaktadır.
Ancak, Cardinal Newman, Zola, Treitschke ve Harmsworths’u yaratan bir yüzyıl, bunun gibi basit bir formülle sınırlandırılamaz. Entelektüel olarak On Dokuzuncu yüzyıl, güçlü burjuvazi sınıfıyla bağdaştırılamayacak özellikleri olan karmaşa ve karışıklığın asrıydı.
Matthew Arnold, tüm olası taraflardan zihne doldurulan ve gerçeklikten uzaklaştıran bir yığın karmaşık fikir olarak adlandırdığı dönemindeki “çokluk”tan üzüntü duyuyordu. Tarihçi J. T. Merz’a göre, “Hiçbir çağda, birbirine zıt olan teoriler bu kadar fazla olmamış, eski fikirleri çürütememiş ve yıllarca ayakta kalmış prensipleri yıkamamıştır.”7 Bu dönemde, romantikler rasyonalistlerle, liberaller kolektivistlerle çatışmış; felsefe bilime (en azından yaklaşık 1850’ye kadar), bilim de teolojiye savaş açmıştır. Benedetto Croce, 1870’den sonra, “Avrupa halkının ruhunda değişim” olduğunu belirtmektedir. Arnold’un Antik Yunan’ın nispeten basit dünyasına özlem duymasına şaşmamak gerek.
“Çokluk”, hızlı bir sosyal ve entelektüel geçiş yaşayan bir dünyanın kaçınılmaz bir ürünüydü. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi gibi iki devrim, rakip “sınıflar” ve “milletler” yaratarak Avrupa’nın yüzünü değiştirdi. Avrupa’nın nüfusunun şaşırtıcı bir biçimde iki katından fazla artması, yeni bir politik ve entelektüel fenomenin, temel eğitim ve popüler yayınla ihtiyaçları karşılanan “kitlelerin” doğmasına yol açtı. Bilim, On Yedinci yüzyıldan beri yapamadığını yaparak eğitimli insanın dünya görüşüne eklemlenecek yeni fikirler ortaya atıp ve bu yolla genel karmaşada pay sahibi oldu. Bu fikirlerin başında, değişmezlik inancını sarsan ve rölativizm problemini doğuran organik evrim ve doğal seleksiyon teorileri gelmekteydi. Bilim ayrıca Ortega y Gasset’nin de gözlemlediği gibi, bilim insanları arasındaki bütünleyici kültürü sarsmaya başlayan ihtisaslaşmayı doğurdu. Genellikle fark edilmeyen ve hayli önemli olan bir diğer konu da, On Dokuzuncu yüzyıl medeniyetinin bireysel düşünce ve ifadeye verdiği değerdir. John Stuart Mill, “Özgürlük Üzerine” isimli makalesinde, insan ve toplum için “sayısız ve çelişen yönlerde” artması gereken karakter ve insan özgürlüğü tiplerindeki çeşitliliğin önemini vurgulamış ve Arnold’ın şikâyet ettiği çokluğu davet etmiştir.
Madalyonun bir yüzünde “karmaşıklık” yazıyorsa, öbür yüzünde “kafa bulanıklığı” ibaresi bulunur. On Dokuzuncu yüzyıl, eleştirmenlerin ve yaratıcı yazarların açısından bakıldığında, tam olarak, Toynbee’nin orta sınıf İngilizleri tarafından tasarlanmış bir umut yüzyılı değildi. Aslında, bu kişiler gördüklerinden memnun değildi; bazıları gerçekten şaşkındı. Balzac, burjuvazi medeniyetinin materyalistliğini fark etmişti. Zola ise bu sınıfın kötü alışkanlıklarını ve kitlelerin sefaletini incelemişti. Yaşamın çirkinliği ve tekdüzeleşmesi, sanat eleştirmeni John Ruskin’in dikkatini çekmişti. Toynbee, manevi kusursuzluk yerine dış “mekanizma”lara güvenme yönünde bir eğilimi onaylamamaktaydı. Jacob Burckhardt, bir devrim çağında meydana gelebilecek kültürel kesintiler konusunda uyarıda bulunmuş ve eşitlikçi demokrasilerin askeri diktatörlüklerle yozlaştırılacağını öngörmüştü. 1871 yılında arkadaşına şöyle yazmıştı: “Tahminime göre, uzun süre, gönüllü olarak bireysel Führerlere (kurtarıcılara) ve gaspçılara itaat edilecek. İnsanlar artık ilkelere inanmıyor fakat, periyodik olarak, belki de kurtarıcılara inanacaklar.”8 Bunlar ve diğer eleştiriler, Aydınlanma filozofları tarafından bilinmeyen modern medeniyetin yarattığı artan hayal kırıklığını doğrulamaktadır. Ancak elbette, On Dokuzuncu yüzyılda Arnold’lar ve Burckhardt’lar ile Aydınlanma filozofları arasındaki geçen zamanda Fransız ve Sanayi devrimleri gerçekleşmiştir.
“Ruh bölünmesi” konusunda pek bir şey yapılamaz. O zamanda, bir Arnold yerine, iki tane Samuel Smiles vardı. Çoğu eğitimli Avrupalı için dünya bir sürü fırsat vaat eden bir yerdi. On Dokuzuncu yüzyıl, belki de uzun bir süre geri gelmeyecek önemli ve yaratıcı bir Avrupa yüzyılıydı.
Yüzyıl, romantik parıltıların ışığında başladı. Aydınlanma çağı, insanın dolu dolu bir yaşam arzusunu, tamamen veya geçici olarak tatmin edememişti. Bu çağ, her şeyi, evreni, insanın kendisini ve toplumu, sağduyu ile anlaşılabilir birtakım kurallara indirgemeye çalıştığı için çok “klasik”ti. Bu yüzden, On Sekizinci yüzyıl sonları ve On Dokuzuncu yüzyıl başlarında, entelektüel tarih sayfasını kesintiye uğratan psikolojik devrimlerden biri meydana geldi.
Almanya üzerine yazdığı kitapta, Mme de Staël, “klasik” düşünme tarzında göze çarpmayan duygu, inanç, ilahi ve ele avuca sığmaz bir doğayla hasbıhal, halk kültürü ve eski efsanelere düşkünlük, mutlak normlara karşı bireysel başkaldırı gibi bir grup duyguya işaret eden romantizmin, Napolyon hâlâ Avrupa’yı yönetirken, düşünce ve kültüre nasıl nüfuz ettiğini anlatmaktadır. Şairler ve Alman idealist filozofları, bilimin değil, gerçekliğin tümünü, en önemli kısmını dahi yansıtamayacağını söylemiştir. Bu nedenle insan, zihnin gözleri yerine ondan daha iyi gören ruhun gözlerini (Schelling), kendi “ulvi duygularını” (Wordsworth) ve “sonuç çıkaran algısı”nı kullanmalıdır (Newman).
Din alanında Hıristiyanlığın savunmasında kullanılan rasyonel çıkarımlar, hissi deneyimlere ve bazı bölgelerde giysi ve sembollerden keyif alınmasına yol açmıştır. Orta Çağı anlatan romanlarıyla Sör Walter Scott ve Hugo, ulusal mit ve efsaneleri yeniden canlandıran dilbilimciler, hukukun tarihselci yorumunu savunan Alman hukuk ekolü, neo-Gotik kiliseler ve kamu binaları inşa eden mimarlar gibi çok sayıda bilim insanı ve sanatçı, Aydınlanma Çağı’nın geçmişle kopardığı bağları onarmaya çalışmıştır.
Romantik akım, kısa bir süre sonra kendi kendini tüketti ama ardında katı bir bireycilik bıraktı. Romantikler, bireyin eşsizliğini keşfetmişlerdi. Filozof, sadece evrensel insan doğasının farkındayken, romantik birey kendisinin bilincindeydi. Rousseau, İtiraflar’ında başkalarından değil, sadece kendinden bahseder: “Ben yalnızım! (Tek başına kendim!) Yüreğimin hissettiklerini biliyorum ve insanları da tanıyorum. Gördüğüm diğer insanlar gibi yaratılmadım. Var olan diğerleri gibi olmadığıma inanacak kadar cesaretim var. Daha iyi olmasam bile en azından farklıyım.” Buna benzer olarak, Wordsworth’un otobiyografik Prelüd’ünde ve Keats’ın Bülbül Kasidesi’nde “Ben” şahsı sıklıkla görülmektedir. Wesleyci dinsel uyanış, günah ve kefaretin kişisel olarak deneyimlenmesi, eğitimci Pestalozzi de eğitimin çocuğun bireysel özelliklerine göre uyarlanması üzerinde durur. Benzer bir fenomen de Alman Herder’in kullandığı, her bir milletin medeniyete yaptığı, o millete özgü katkı anlamına gelen milli karakter ya da Volksgeist terimiydi. Bu romantik bireycilik, On Dokuzuncu yüzyılda, liberal ve milli düşünce ana akımlarını beslemiştir.
On Dokuzuncu yüzyıl ortalarında gerçekleşen yeni Aydınlanma, eski düzenin alaşağı edilmesinde eski Aydınlanma’nın başlattığı işi tamamladı. Yüzeysel olarak bakıldığında, Bentham taraftarları ve Avrupalı pozitivistler diğer filozoflardan farklı görünüyordu ama aslında hepsi de aynı entelektüel sınıfa aitti ve dahası, bunun da farkındaydılar. John Stuart Mill, 1920’lerin “felsefi radikalleri” için, “On Sekizinci yüzyıl Fransız filozofları, taklit etmek istediğimiz örneklerdi,” demiştir. Filozoflar gibi, yeni liberaller de bireyciliğin, bilimin ve ilerlemenin ilkelerine göre Avrupa toplumunu yeniden düzenlemeyi amaçladılar.
Bireycilik, liberal yapının kilit taşıydı. Arnold, “Anarşiye sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyayız,” diyerek feryat etmiş, Thomas Carlyle ise, “İçinde Toplumsal İdea’nın barınmadığı bu şeye toplum mu diyorsunuz?” diye patlamıştır. Sanayi Devrimi’nin ilk evrelerinde, liberallerin bireyi ve bireyin yeteneklerini yüceltmesi son derece doğaldı. İnsan doğasıyla ilgili olarak Mill’i etkileyen ilk şey, onun “olağanüstü esnekliği” idi. James Mill, oğlunu On Sekizinci yüzyılın insan karakterinin ve onun sınırsız gelişiminin şekillenmesini “koşullarla” ya da eğitimle sağladığını iddia eden çağrışımcı psikoloji anlayışına göre yetiştirmişti.
Mill, Britannica Ansiklopedisi’nde eğitim üzerine yazdığı bir makalede, eğitimin başlıbaşına kültürlü Avrupalılarla barbarlar arasındaki önemli bir farkı oluşturduğunu söylemiştir. “Herhangi bir sınıfa ait insanla ne yapılabilirse, emin olmalıyız ki, tüm insan soyuyla da aynı şey yapılabilir. Ne zahmetli bir iş! Kazanılacak ne büyük bir ödül!” Fakat oğlu, Mill’in “koşullar doktrini” anlayışını bir adım öteye taşıyarak, insanın özgür iradeye sahip olduğunu ve bu şekilde alışkanlıklarını ve koşulları değiştirebileceğini söylemektedir.
On Dokuzuncu yüzyıl ortalarında yaşayan bu liberallerin metabolizmalarını hızlandırmak için vitamin hapı almaları gerekmiyordu, onlar doğal enerji ile dolup taşıyordu. İçinde yaşadıkları toplum, üretim ve daha da çok üretim istiyordu (“aşırı üretim” temel kaygı değildi). Üstelik sözünü ettiğimiz toplumun, enerji dolu bireylere müthiş fırsatlar sunan, nispeten küçük işyerlerinden oluşan hareketli bir yapısı vardı. Bu nedenle, kadere ve zorunluluğa meydan okudular. Bu dönem edebiyatı, “irade”, “çalışma”, “kendine yetme” ve “özgüven” gibi kavramları vurgulamıştır. Manchester İktisat Ekolü öncüsü Richard Cobden İngiliz Hükümeti’nin kendi tahıl üretimini desteklemek için koyduğu Tahıl Yasaları’nın yürürlükten kaldırılmasını -serbest ticaretin ve dolayısıyla ucuz yiyeceğin önünü açmak suretiyle emekçiyi bağış ve yardımların aşağılayıcılığına mahkûm olmaktan kurtaracağı fikrine dayanarak- savunmuştur. “Benimki, işçi sınıfına bağımsızlık tutkusunu, özsaygı ayrıcalığını, himaye altında olmaya ve başkaları tarafından bakılmaya tenezzül etmemeyi, biriktirme arzusu ve yükselme isteğini telkin etmemi sağlayacak, eril bir yardım türüdür.”
Cobden gibi adamlar, “mantıksızlığın” insan hayatında nasıl bir rol oynayabileceği konusunda hiçbir fikir edinememiş gibi görünüyor. Şüphesiz, onlar kendi kişisel menfaatlerinin peşinde olan “ekonomik insan”dan bahsediyordu. Ancak onlar, Adam Smith’in de varsaydığı gibi, bireylerin menfaatlerinin akıl almaz bir biçimde bir araya gelerek tüm ortak faydaya hizmet edeceğini farz etmişti. İnsan rasyoneldi, bu yüzden “aydınlanmış” kişisel menfaatlerin peşinden gidecekti. Birey bir kez serbest bırakıldığında hiçbir sosyal problem çıkmayacaktı.
Bu bireycilik felsefesi, liberallerin “kısıtlı yönetim”i neden şiddetle eleştirdiklerini açıklamaktadır. Bireysel menfaatler sosyal uyum anlamına geldiği için, gerçekte yönetimin yapabileceği pek de bir şey yoktu. Yönetim, ancak, çoğunluğu, azınlığın (zorbalar, papazlar, finans kaynakları ve işletmeler üzerinde geniş hak ve güçlere sahip olanlar ve İngiltere’deki toprak sahipleri) bencil menfaatlerine karşı korumaya yarayan, zaruri bir beladır. Jeremy Bentham, soyut “haklara” ve sosyal sözleşmelere inanmıyordu ama filozofların devletle ilgili nominalist ve geleneksel karşıtı fikirlerine katılıyordu. “Toplum, kendisini oluşturan ve kendisi gibi oluşturucu özellik taşıyan bireylerden müteşekkil, kurgusal bir yapıdır. O halde toplumun menfaati nedir? Toplumu oluşturan muhtelif üyelerin menfaatleri toplamıdır.” Filozoflardan farklı olarak, Bentham ve yandaşları, “sayıca en fazla olanın en mutlu olması” amacının ancak yönetimin demokratik olmasıyla gerçekleştirilebileceğini öne sürmüştür.
John Stuart Mill ve Alexis de Tocqueville gibi daha genç bazı liberaller, demokrasinin azınlıklara siyasi baskı yapacağından endişe duymuştur. Mill ayrıca, “düşünce ve pratikte tek biçimlilik baskısı”nı empoze edebilecek burjuvazi toplumunun potansiyel tiranlığı konusunda uyarıda bulunmuştur. Fakat, bakış açıları ne olursa olsun, Avrupalı ya da İngiliz fark etmeksizin tüm liberaller yönetimi kilit altında tutmaya çalışmıştır, çünkü ancak bu şekilde birey, görünmeyen, gizli yeteneklerini geliştirebilir. Doğal olarak bu model Almanya ve İtalya’dan çok İngiltere’ye uymaktadır; ne kadar doğuya ve güneye giderseniz, bu bölgelerde Sanayi Devrimi’nin daha az etkili olduğunu ve Sanayi Devrimi ne kadar az etkiliyse liberalizmin de sosyal ve bireysel fazilet gerektiren milli birlik dürtüsü ile o kadar fazla bağlantısı olduğunu görürsünüz.
Bireycilik, biyografi ve otobiyografi bolluğu, karakterin Viktorya dönemi romanı, şairlerin vezinsel yaratıcılıkları, aryanın primadonnaya eşlik ettiği operalar, sözleşme yapma hürriyeti, inanç özgürlüğü, hatta “geleneksel” ya da “baskıcı” olacağına “liberal” olan nasyonalizmin ta kendisi gibi, On Dokuzuncu yüzyılın ortalarında hâkim olan kültürün pek çok farklı alanında kendini apaçık gösterir. Liberallerin uluslararası siyaset anlayışı, her bir bağımsız milletin, milli vasıflarına göre aralarında işbölümü yapılarak, genel ekonomik refaha katkıda bulunacağı serbest bir milletler birliği öngörüyordu. Bağımsız milletlerin arasındaki uyuşmazlıklar, bireyler arasında çıkan anlaşmazlıklar gibi kolaylıkla giderilebilirdi.
Liberaller için bireycilik, bilime nazaran daha iyi bir semboldü. Liberallerin çoğu “pozitivist”ti. Fransız sosyolog Auguste Comte’un açıkladığı biçimiyle pozitivizm temel olarak, “teolojik” ve “metafizik” düşünme biçimlerine karşı olmak ve insanlığın biyolojik ve teknik sorunlarına olduğu kadar, toplumsal dertlerine de deva olarak bilimsel yönteme güvenmek anlamına gelir. John Stuart Mill, bilimsel analize inanacak ve dolayısıyla Alman idealizminin ya da a priori yanlısı görüşün bilme melekelerine dair söylediklerini şüpheyle karşılayacak biçimde yetiştirildi. Kariyerinin bir devresinde, aldığı eğitime tepki gösterdiği, gözyaşı döktüğü ve duygularını geliştirdiği doğrudur. Ama zihinsel yaşamındaki bu “kriz”in kendisini hiçbir zaman “analiz pratiğini ve analizin gücünü, bireysel ve sosyal gelişimin temel koşulu olarak düşünmek”ten alıkoymadığını belirtir. Gözlem ve deneyimden bağımsız olan sezgi, kolaylıkla yanlış doktrinlere ve kötü kurumlara yol açabilirdi. Müsbet Felsefe Dersleri’nin yazarı olan Auguste Comte’un kanaati de bu yöndeydi.
Tüm liberallerin din karşıtı olduğu söylenemez fakat pozitivist ruh nispeten, metafizik gibi Hıristiyanlığın da altını oyma eğilimindeydi. Pozitivist standartlara göre, -deistlerin İlk Müsebbip olarak adlandırdıkları- Tanrı “bilinemez”, yok edilemez ve kanıtlanamazdı.
Almanya tarafından verilen İncil inceleme bursu (İncil’i başka metinlerle karşılaştırarak analiz eden “Karşılaştırmalı Tarihi İnceleme”) İncil’i bilimsel analize tabi tutmuş ve İsa’nın yaşamına ilişkin kayıtlarda tümüyle efsanevi ve destansı olan çok sayıda unsur bulunduğu sonucuna varmıştır.
Pozitivistler Hıristiyanlığı ahlaki açıdan da eleştirmiştir. Onlara göre Hıristiyanlık, insanın dikkatini hemcinsinin ihtiyaçlarından çok kendi bencil menfaatlerine ve kişisel kurtuluşuna yönlendirmiştir. Bu yüzden, Hıristiyanlık yerine, Comte’un kullandığı “insanlığın dini” kavramını kullandılar. “Din, ahlaki mükemmeliyet için gerekli şart değildir,” diyordu George Eliot arkadaşına yazdığı 1840 tarihli mektupta. 1869’da ise, “halihazırda mevcut olandan daha kâmil bir din, kişisel avuntulara daha az önem vermeli, insanlık için duyulan sorumluluğa ise çok daha derin biçimde hürmet etmelidir,” diye yazmıştır. Agnostisizm, bilim ve sosyal hizmet yeni Teslis’ti ve bu çoğu Batılı entelektüelin o zamandan beri sürdürdüğü bir doktrindir.
Son olarak, On Dokuzuncu yüzyıl ortalarında yaşayan liberaller, bireyciliğin ve bilimin, kesinlikle ilerlemeyle sonuçlanacağına inandı.
Londra’daki müthiş Sanayi Sergisi’nin yapıldığı sırada yazan bir Fransız, gözlemlerine dayanarak şu cümleyi not etmiştir:“ Bizim yüzyılımıza özgü bir düşünce varsa, o da bana göre, insanlık tarihinin ve geleceğinin temel yasası olarak kabul edilen ilerleme ve gelişme düşüncesidir.”9 On Dokuzuncu yüzyılda, ilerleme düşüncesi, evrim “yasa”sı ile bir bütün halindeydi. Darwin evrimi icat etmedi, sadece 1859 itibariyle, bilim insanları, filozoflar, tarihçiler ve sosyologların üzerinde uzlaştığı ortak kavram için bilimsel kanıt sağladı. Politik ve endüstriyel devrimler çağında, Newton’un ve Linnaeus’un eski statik dünyalarının parçalanışını görmek büyüleyicidir. Statik dünya görüşünün seçkin yaradılış, göklerin ve biyolojik türlerin değişmezliği, mutlak ve sosyal doğrular gibi alametlerinin yerini daha iyi bir şeye doğru evrilen ve değişen bir dünya algısı almaktadır. Böylece, şair hâlâ bilimin “yavaş yavaş” ilerlediğine kahırlansa da, geleceğe baktığında “insan gözünün görebileceği uzaklıkta, dünyanın geleceğini ve bu gelecekte gerçekleşecek tüm mucizeleri” gördü.
1870 sonrasında “Avrupa’nın toplum ruhunda bir değişim” meydana geldi; akılları sonradan başlarına gelen tarihçiler hâlâ, “cahil orduların geceleyin çarpıştıklarını” duyabildiklerini zanneder. F. J. Taggart’ın “beklenmedik” olarak adlandırdığı olaylar kısmen de olsa liberallerin laissez-faire inancını sarsan 70’li ve 80’li yıllarda meydana gelen “büyük buhran”; uluslararası ticaretin artması için “amblemlere” başvuran tüzel işletmelerin artması; şu an güçlerinin yarı yarıya bilincinde olan “kitlelerin ayaklanışı”nın örgütlenmeye başlaması; merkez Avrupa’da, birleşmesi liberal demokrasi ile değil, “askeri müdahale” ile gerçekleşmiş yeni bir devletin ortaya çıkması gibi haletiruhiye değişikliklerine karşılık gelmekteydi. Ayrıca Darwinci biyoloji, 1850’lerde yaşayan liberallerin içinde yaşadıklarını düşündükleri dünyadan çok daha farklı bir dünya ortaya atarak değişime katkıda bulunmuştu.
Bu atmosferde, bireycilik kolektivizm, idealizm ise materyalizm karşısında geri plana düşmeye başladı. Herhalde bu dönemin en önemli özelliği, eski liberal uyum varsayımının yavaş yavaş terk edilmesiydi.
Gördüğümüz gibi, liberaller serbest rekabete inandı; aslında inandıkları milletler ve bireyler arasında rekabet sonucu doğacak uyumdu. Ancak, On Dokuzuncu yüzyıl sonlarındaki kelime dağarcığı, daha mücadeleci bir hayat görüşünü aşılıyordu. Herkesin dilinde “var olma mücadelesi”, “en güçlünün hayatta kalması”, “sınıf mücadelesi”, “bilim ve din arasındaki savaş”, “ırklar arasındaki eşitsizlik”, “güçlü olma arzusu”, “kuvvet” ve “şiddet” gibi kelime ve ifadeler vardı. Bilimin zaferi, çoğunluğun iyimser olmasını sağladı ama sayısı küçümsenemeyecek bir azınlık da dönemi endişe verici buluyordu.
İngiliz filozof T. H. Green, kolektivist düşüncenin liberalizmin kendi evreleri içinde ortaya çıktığını belirtmektedir. Green, İngiliz liberallerin “Devlet”- “toplumun iyiliği için bağlayıcı güçlere emanet edilen ve bireylerin iradesini çoğunluğun menfaatleri için kontrol eden kolektif ve tüzel özelliklere sahip bir millet” düşüncesinden vazgeçtikleri konusunda Toynbee ile muhtemelen aynı fikirde olurdu. Green, zamanın değiştiğini ve şimdiye kadar olumsuz programlar uygulamış olan liberalizmin eğitim, kamu sağlığı ve özellikle emeğin satılmasında sözleşme yapma özgürlüğünü sağlayacak olumlu bir devlet müdahalesi programı geliştirmesi gerektiğini tartışmıştır. Sosyalizm ve “entegral” milliyetçilik, On Dokuzuncu yüzyıl sonlarında, kolektivist ruhun diğer dışavurumlarıdır. Belki de sosyalist liderlerin çoğunun burjuvazi kökenli olduğunu belirtmek gerekiyor. Bazı burjuvalar sınıflarının kaderine duydukları inançlarını kaybetmişti ve kapitalist girişimlerin ahlaki boyutu ile ilgili şüpheleri vardı. “Entegral” milliyetçilik tüm milletlere nüfuz etmiş ve 1914’te sosyalizm karşısında zafer kazanmıştı. Bu, Fransa-Prusya Savaşı’nı takip eden çağda büyük milletler arasındaki rekabetin bir sonucuydu ve Almanya’da Treitschke, Fransa’da Maurice Barres, İngiltere’de Kipling’in de söylediği gibi ırksal “bütünlüğü”, “realist” ve emperyalist dış politika anlayışını ve iç meselelerde devletin güçlü olması gerekliliğini vurguluyordu.
Carlton Hayes, bu dönemi “materyalizm jenerasyonu” şeklinde adlandırmaktadır. Nereden bakarsanız bakın, bilime popülerlik kazandıranlardan “monistik” Alman felsefesi ekolüne, Marx’ın diyalektik materyalizminden “realist” edebiyat ekolüne kadar, materyalizmin her zaman etkin olduğunu görürsünüz. Darwin, evrim mekanizması olarak “doğal seleksiyonu” ortaya attığında, farkında olmadan materyalizme hizmet etmişti. Bilimadamı Helmholtz, 1869’da şöyle demişti: “Darwin’in teorisi, aslında yeni bir yaratıcı düşünce içermektedir. Çünkü bu teori, herhangi bir zekâ müdahalesi gerektirmeksizin, anlaşılmaz bir kurala göre işleyen bir doğa kanununun organizmalardaki yapının uyumluluğu ile nasıl sonuçlanabileceğini göstermektedir.” Pek çok kişiye göre, doğal seleksiyon aklı, iradeyi ve bütün bir evren modelini yok sayıyordu. Bu teoride, türlerin hayatta kalması açıkça rastlantıların varyasyonlarına ve çevreye bağlıydı. Doğa, umarsız şekilde savurgandı ve birinin hayatta kalmasını istediğinde binlercesini yok etmeyi göze alabiliyordu. İradesi dışındaki güçler tarafından konumlandırıldığı ve sınırlandırıldığı için insanın kaderinin efendisi olamayacağına dair kuşku, pek çok kişinin aklına gelmiştir. Peki, bu kuşku, insanın özgürlük arzusunu köreltmiş olabilir mi? Durum ne olursa olsun, bu kuşku insanların, yaşadığı düşüşten sonra tam anlamıyla toparlanamamış olan dine inanma isteğini köreltmiştir.
Bu “inançsız yarı yüzyılda” büyüyen George Bernard Shaw, materyalist dünya görüşünün, çoğunluk üzerinde doğrudan doğruya kasvetli bir etki yaratmadığına işaret etmektedir. Shaw, “Darwin’in, menfaati olan herkesi memnun edecek bir şans elde ettiğini” söylemektedir. İnsancılara göre doğal seleksiyon kötülüğün, kapitalistlerin, sosyalistlerin ve militaristlerin çözümü olmuştur. Aynı zamanda On Dokuzuncu yüzyıl, şaşkın ve ümitsiz bir insan kalabalığının oluşmasına sebep olmuştur. Zola ve Goncourt kardeşler gibi neo-realistler, sadece “sefaleti”, hararet ve böceklerle dolu tropikal bölgeleri, yoksulluk ve suçla kirlenmiş şehirleri görebilmişlerdi. Zola ve Hardy, kalıtım ve çevrenin insan hayatındaki belirleyici etkisinden dolayı karamsarlık duyuyordu. Mallarme, Rimbaud, Valery gibi erken dönem sembolistler, bilim ve materyalizm tarafından yönetilen karanlık dünyadan, kendi güzelliklerini yaratabilecekleri mavi bir dünyaya kaçmıştı. 1893’te Max Nordau, Avrupa’nın ahlaki yapısının “yozlaşması” konusunda sonraki yüzyılda herkesin aşina olacağı bir kitap yazmıştı. Kuşkusuz, 1897’de burjuvazi dünyasının hâlâ büyük beklentileri vardı. Fakat pek çok kişi “yıkımla kasvetli hale gelen, güç karşısında dirençsiz olan, değer verdiğimiz umutlarımızı ve en kutsal inançlarımızı yok eden, yüce hayatımızı gereksiz bir yalnızlığa mahkûm eden” bir tufanın giderek yaklaştığını gözlemlemiş olan ve yirmi yıl öncesinde bilimin Tanrı’yı terk ettiğine inanan George Romanes gibi hissetmiş olmalı.10
Franklin Van Baumer, Main Currents of Western Thought.