Liberalizm, On Dokuzuncu yüzyılın büyük bir bölümünde egemen orta sınıfın, deyim yerindeyse, amentüsüydü. Siyasal olarak İngiltere’nin anayasal geleneğine (ve bir ölçüde Devrimci Fransa’nın mirasına), ekonomik olarak Sanayi Devrimi’ne ve entelektüel olarak bazı romantik unsurların katılımıyla yaygınlık kazanmış olan Aydınlanma’ya dayanıyordu. Liberalizm, bugün “Atlantik Topluluğu” dediğimiz bölgede güçlüydü. Bu güç Kıta Avrupası’nın doğusuna doğru azalmaktaydı. İngiltere liberalizmin kalesiydi. Bu nedenle,, aşağıda sunulan alıntıların çoğunu İngiliz yazarların çalışmaları oluşturmaktadır.
Liberalizmin ekonomi kuramı, Adam Smith ile Thomas Malthus’un çalışmalarına dayanır. David Ricardo “demir yasa”nın geçimi neredeyse imkânsız hale getiren bir düzeye çektiğini savunarak bir ücretler kuramı geliştirir. Frederic Bastiat, orta sınıfın hükümet müdahalelerine tepkisine, laissez faire söylemiyle destek verir. Samuel Smiles ise mutluluk ve başarının anahtarının orta sınıf erdemleri olduğunu görüşünü ileri sürerek klasik bir beyanda bulunur.
Siyasal liberalizm, İngiliz anayasasının gelişimini, diğer ülkelerin örnek alması gereken bir model olarak görür. Lort Macaulay, İngiltere’nin 1685’teki durumu ile 1848’deki durumunu kıyaslayarak gelişime alkış tutarken, ülkenin değişimi “aşağıdan devrim” yerine, yukarıdan taviz yoluyla güvence altına alma geleneğini över. John Stuart Mill, liberalliğin temel nedenini özgürlük olarak ayırt eder. İngiliz parlamenter sisteminin işleyişini gerçekçi bir biçimde tanımlayan ilk yazar, Walter Bagehot’dur. Bagehot, söz konusu başarının orta sınıf elitleri sayesinde mümkün olduğuna inanmaktadır ve dolayısıyla, demokratik halk kitlelerinin gelişiminden endişelidir. Bu endişeyi paylaşan tarihçi W. H. Lecky, liberal politikalar ile demokratik ayrıcalık arasındaki uyuşmazlığa işaret eden kanıtlar ortaya koyar.
Dış siyasette liberal anlayış, Richard Cobden tarafından “meşru çıkarların doğal uyumu” olarak ifade edilen görüşe temellenir. Nitekim, liberallerin çoğu ulusal otonomiye inanmakla birlikte, güçlü milliyetçiliğin toleranslı bir Avrupai bakış açısıyla birleştirilebileceğini savunmaktadır. François Guizot iyi bir Avrupalıdır ama Fransa’nın kültürel olarak ağır bastığından hiç şüphe duymaz. Joseph Mazzini ise birleşmiş bir İtalya’nın tüm Avrupa’nın yararlanacağı bir misyona hizmet edeceği inancıyla İtalya’nın birliği için çalışır.
Liberal kültür ifadesini, Herbert Spencer gibi geleceğe dair iyimser bakış açısına sahip insanların çalışmalarında bulur. Spencer, insanlığın, Büyük Britanya’nın çoktan başardığı bir yöne doğru evrildiğine işaret eden bir ilerleme yasası keşfettiğine inanmaktadır. İlerlemeye olan inanç, insanoğlunun aslında liberal bir yönde ilerlediğini gösteren pek çok güncel kanıtla -örneğin eğitimin yaygınlaşması, dini ayırımcılığın sona ermesi, sosyal reformun başlaması ve Rus serflerin ve Amerikan kölelerin özgürlüğe kavuşması- desteklenir. Ne ki, liberal rasyonalizmin ve laikliğin gelişimi, geleneksel Hıristiyanlığın altını oyma eğilimindedir ki, üzüntü ve pişmanlık dolu ifadesini, İngiliz şair Matthew Arnold’un “inancın dünyasının kayboluşu”unda bulur.
Dinsel inanç krizi, Darwin’in Yaratılış’a meydan okuyan evrim kuramı gibi bilimsel çalışmaları yücelten pozitivizmin gelişimiyle yakından ilgilidir. Oysa, bilimsellik çağın en tartışmasız tek gerçeğidir ve bilimin teknolojiyle buluşması, sıradan insanların hayatlarını görülmemiş bir biçimde dönüştürmektedir. Ne var ki, bilim modern insana dönük olarak, zorlu pek çok başka soru da sormaya başlar: Bilim en eğitimli insanların gözünde dine meydan okuduğuna göre, acaba kainatın sırrını keşfedebilecek midir? İnsanoğlu, özellikle de “ahlaki ilerleme”nin olmadığı yerde, bilimin kendisine verdiği güçle baş edebilecek midir? Nitekim, bu sorular bugün de gündemimizdedir.
Gerçek/sahici ilerlemenin beklentileri karşılamada her daim yetersiz kalmış olması, liberalizmin de kaderidir. Yol açtığı ya da kışkırttığı şüphecilik ortamında ve erken sanayileşme döneminin tahammülfersa toplumsal koşullarında insanlar büyük hayal kırıklığı yaşamıştır. Nitekim, liberalizm daha baştan itibaren orta sınıfın (özellikle de aristokrasi ve ruhban sınıfın) Muhafazakâr meydan okuyuşuyla karşılaşmış, bu durum orta sınıf tarafından sömürüldüğünü hisseden proletaryanın, Sosyalist reaksiyonuna yol vermiştir.
Klaus Epstein, The Traditions of the Western World.