Viktorya döneminde, diğer bütün bilim dalları gibi edebiyat da dönemin etkisinde kalmış ve bu geçiş dönemini yoğun bir şekilde yaşamıştır. Kraliçe Viktorya’nın hüküm sürdüğü 1837-1901 yılları arasındaki bu dönem, kendi içinde çelişkilerle dolu ve İngiliz tarihinin en muhafazakâr dönemlerden biri olarak bir şekilde tüm dünyayı etkilemiştir. Kilise-bilim, inanç-akılcılık, refah-yoksulluk, insani ve ahlaki değerler, fuhuş gibi konuların çatıştığı, çelişkilerin en yoğun yaşandığı dönemdir. Cinsellik baskı altında tutulmuş ve kadın, baştan çıkarıcı şeytan veya azize gibi uç noktalarda yorumlanmıştır. Cinsel tercihlerin farklı olması cinayet suçundan daha ağır yargılanmıştır. Baskıcı ahlakın her şeyden üstün tutulduğu, her türlü seksüel güdünün, duygunun, aktivitenin bastırıldığı, reddedildiği, İncil ve Shakespeare eserlerinin içindeki cinsel çağrışım yapan bölümlerin dahi kesip atılarak, değiştirilerek yeniden basıldığı Kraliçe Viktorya döneminde yaşananlar nihilist yaklaşımları da kışkırtmıştır.
Bu dönemde ilk önce agnostik sorgulama başlamıştır. Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan varoşlar, şehirlerde baş gösteren fakirlik, dönemin yazarlarının dikkatini insanların yaşadığı zorluklara çekmiş, bu zor durumlara karşın dindar kesimin desteklediği pek çok yardım kuruluşu ortaya çıkmıştır. Dindar çevrenin büyük çoğunluğu iş güç sahibi, varlıklı insanlar olup özel yaşamlarındaki uygulamaları, yaşam biçimleriyle kadın ve çocukları uzun saatler boyunca az bir ücretle çalıştıran, işçilerine kötü muamele eden, sokak kadınlarına giden, evlilik dışı çocuklara babalık etmek zorunda kalan kişiler olarak görünmeye başlamıştır. Bu çelişkili durum sorgulanır elbet. Tanrı’ya inanan, dini her şeyden üstün tutan bir toplumda, Tanrı’nın isteği dışında davrandığı halde diğerlerinden daha iyi bir yaşam süren bu insanların varlığı, Tanrı’nın da sorgulanmasına yol açar. Viktorya dönemine ait değerlerin baskıcı ve ikiyüzlü olduğuna dair inanış gittikçe artar.
Aynı dönemde, Darwin, 1871’de yayımlanan ‘İnsan Soyu’nda ileri sürdüğü tezle yeni bir tartışma ve sorgulama dönemi başlatır. Bu tezle, Darwin, “İnsan bir hayvandır; tüm diğer hayvanlar gibi evrim sürecinin ürünüdür,” diyerek kutsal kitapların bilinen öğretileriyle açıktan açığa çatışmaya girmiş, sadece din çevrelerinin değil, tanrısal imge düşüncesine koşullanmış herkese meydan okumuştur. Böylece pek çok insanda, dünyada yaşamın nasıl oluştuğunu ve bunun için Tanrı’ya ihtiyaç olmadığını duydukları vakit şüphe, karamsarlık ve agnostik tutumlar iyice artmış ve inananlar-inanmayanlar olarak gruplaşma başlamıştır. Öte yandan jeologlar, dünyanın yaşının kutsal kitaplarda belirtilenden çok daha fazla olduğuna dair bilimsel bulgular yayınlamaya başlamıştır.
Darwin’in en büyük destekçisi, ünlü biyolog T. H. Huxley, işte bu tarihlerde “agnostik” terimini ilk kez kullanmış ve “bilinmezcilik” olarak da tanımlamıştır. Agnostisizm, Tanrı’nın varlığının “bilinemez” olduğunu savunur. Dinlerin Tanrı’dan gelmediğini söyler ve dinlerin Tanrısını da reddeder, ancak başka bir Tanrı’nın, bir yaratıcının var olup olmadığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini söyler. Bu sorgulama dönemi ile birlikte ateistler, nihilistler, septikler, pesimistler de sayıca artmaya başlamış, hepsi ortak noktalarda buluşarak sorgulamayı sürdürmüştür.
Viktorya döneminin, Darwin ile başlayan, Marx ve Freud ile pekişen ideolojik değişimleri, sanayi ve teknolojideki ileri düzeyde gelişmeler, edebiyatta da belirgin bir etki yaratır. Bu dönemde, Tanrı hâlâ en kutsal yerde olmasına rağmen, sorgulamacı yaklaşımlar, bilimsel yaklaşımların gölgesinde oluşan şüphe, 1800’lerin ikinci yarısından sonra, İngiliz edebiyatına yoğun bir kötümserlik olarak yansır. Dinsel sorunları tartışan şiirlerin en ünlüsü Lord Tennyson’ın 1850’de yazdığı Memoriam’dır. Matthew Arnold içinde yaşadığı modern dünyayla ilgili şüphelerini şiirlerinde dile getirmeye başlar.
Aşağıdaki metinlerde “insan aklının gelişmesinin manevi bedeli ne olmuştur” sorusuna verilen cevaplardan örnekler göreceksiniz.