I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Grand Chartreuse*

Matthew Arnold

Matthew Arnold (1822-1888), Viktoria dönemi İngilteresi’nin çokyönlü şahsiyetlerinden biridir. Nitekim, Oxford’da şiir profesörlüğü, hükümet adına okul müfettişliği, edebiyat eleştirmenliği yapmış, din ve siyaset dahil pek çok konuda yazmıştır. Matthew Arnold, klasiklerle büyümüş olmakla birlikte, kendini modern kültüre vermiş, “hakikatin yükseklerdeki ak yıldızı”nın peşinde koşarken, bir Hıristiyan olarak inancından olmuştur. 1855’te yayımlanan Muhteşem Chartreuse’den Dörtlükler [Stansaz from the Grand Chartreuse] adlı şiiri, koyu dindar Carthusian keşişlerinin Alplerdeki manastırını ziyareti sırasında hissettiklerini betimler. 1867’de yayımlanan Dover Sahili [Dover Beach] duygusal bir entelektüelin kendi inanç kaybına tepkisidir.

Alplerin yağmurla yumuşamış

Topraklarında gür çiğdemler uçuşurken

Terk edilmiş demirci ocaklarının yanı başından

Akar gider Saint Laurent’den gelen katır yolu

Köprüyü geçer ve yavaşça süreriz

Dağa doğru ormanın içinden...

Sola sapın! diye bağırır bizim kılavuz;

Ve daha yükseklere tırmanır taşlı orman yolu,

Sonunda geride kalır etrafı çevreleyen ağaçlar;

Şuna bak! Sağanağın altında gri alacakaranlığın içinden

Bu yaklaşan dik çatılar da neyin nesi?

Fransa Kralı’nın sarayı mı yoksa?

Yaklaş, çünkü aradığımız burada!

Burada in artık ve bekle

Dinlen şu yandaki binada

Derken geç çimenliği ve ulaş o kapıya.

Çal kapıyı; geldin sen

Carthusians keşişlerinin dünyaca ünlü evine.

Gece gündüz sakin avlularda

Buzlu çeşmelerden su fışkırır ve

Akar taştan oyulmuş soğuk havuza, oynaşır-

İşte rutubetli koridorlarda!

Parlak beyazlığın içine sığınmış şekiller

Gece çökerken bir hayalet gibi kıpırdaşır.

Orgun çalmadığı küçük kilisede

Yalın ve vakur dualar

Tövbekârlık çığlıklarla diz çöker!

Ve uğraşır; bembeyaz yüzler, bomboş,

Ayağa kalkıp geçirmeye

Takdis ekmeğini elden ele;

Alır herkes bir parça ve solgun yüzler

Gömülür bir kez daha kukuletasına

Hücreler, ıstırabı insanoğlunun!

Duvarda -dizlerin yıprattığı döşeme-

Ve üstünde uyudukları, ölünce

Tabutları olacak tahta karyola!

Kütüphanede durur ruhban kibrini beslemeyen

Cüz ve kalın kitaplar ve orada,

Roma’nın fethini öven ilahiler,

Oyalamaz onları henüz bizler kadar!

Ruhun içsel mücadelesini resmeden boya,

Kan damlalarıdır yaşarken ölümün

Bahçeyi ot bürümüş - ama hoş kokulu

Bitkiler gör bak çiçeklenir orada!

Vahşi Alp vadisinin güçlü çocuklarının

Kültürü bırakılmış tarikatın insafına;

Tek insani görev olarak

Çalışırlar neşeyle güneşin altında.

Geçmişi konuk etmek, bu koridorların da kaderi

İngiltere’den, Almanya’dan ya da İspanya’dan

Her biri kendi kendinin seyyahı.

Görüyorum ki, Kilise ve kardeşlik

Sağlam ve yalın!

Ve neyim ben burada?

Zapt etti gençliğimi zira titiz hocalarım,

Boşalttı inancını ve budadı ateşini,

Gösterdi yükseklerdeki Hakikat yıldızını

Göz kırparken bana ona ulaşmaya çalışırken.

Onların fısıltısı hâlâ delip geçer kasveti;

Ne işin var senin bu canlı tabutun içinde?

Affedin beni, aklın efendileri!

Uzun zaman önce buyruğunda iken ben

Oncasını öğrenemedim, oncasından vazgeçtim -

Buraya gelmedim senin düşmanın olarak

Arar sorarım bu ankoritleri35 ama

Reddetmek için değil senin hakikatini.

Onların dostu veya çocuğu olarak değil,

Kuzeyde, uzak bir kıyıdan biri olarak

Runik taşının önünde kendi tanrılarını düşünen

Korku içindeki zavallı bir Yunanlıyı düşünerek.

Merhametli ve yaslı bir huşu içinde dikilebilir ayakta

Zira her ikisi de inanç, ve her ikisi de yok oldu.

İki dünya arasında geziniyorum,

Biri ölü, diğeri doğamayacak kadar güçsüz.

Başımı dayayıp dinlenecek yok bir yer henüz,

Bekliyorum dünyada, bunlar gibi ümitsiz ve perişan.

Onların imanını ve benim gözyaşlarımı alaya alırken dünya -

(Gözyaşlarımı) gelip yanı başlarında döküyorum.

Ah! Sakla beni derin hüznünde,

Kutsal acının vakur oturağında!

Alın, sarmalayın beni ve çevirin etrafımı,

Ben ruhuma yeniden sahip çıkıp

Düşüncelerim saat başı denetlenmeksizin,

Serbestçe akıp gidene dek.

Çünkü senin inancını haykıran dünya

Artık ölü bir zamanın yok olmuş düşü;

Şarlatana göre, melankolim gelip geçici bir moda.

Sanki dünya hiç inanç sahibi olmuş veya

Şarlatan üzüntüye düşmüş gibi çağdışı bir tema!

Ah, geçecek olsaydı al götür derdim,

En azından bu huzursuzluğu, bu acıyı;

Bu geçmiş zaman acılarının

İnsanoğlu artık olmasın avı!

Keder soyluluğunu yitirdi,

Bizi endişeyle baş başa bırakma sakın!

Şayet bize, kederlenen son nesle

Huzur veremeyecekseniz,

Bırakın inançlı insanların arasında

Burada ölüp gidelim.

Yıllar alnı oyarak işlerken suskun;

Evet suskun - en iyiler artık hep suskun.

Aşil düşünüp taşınır çadırında,

(Acaba) çağdaş düşünün kralları aptal mı diye.

Hoşnut değil ama suskundurlar,

Ve beklerler geleceğin gelmesini.

Eskiler kadar kederlidirler ama

Razı olup ağlamazlar.

Pupa yelkenle açıldığımız zaman denize,

Pederlerin yüzleri ıslak gözyaşlarıyla;

(Oysa) sesleri herkesin kulağındaydı

Azametli selamlarının yanından geçen.

Aynı okyanus etrafımızda hâlâ köpürüyor

Ama dalgaları seyredip duruyoruz sessiz.

Nedendir bunca gürültü, ne işe yarar?

Feryadı mıdır geçmiş insanların?

Söyle bana, evlatları daha mı mutluydu?

Söyle bana, hayat bugün daha mı rahat?

Acı çekenler, acıyı ardında bırakarak ölüp gitti;

Onları kahreden acıların sancısı hâlâ geçmedi…

Belki de yeni bir çağın şafağı söker,

Heyhat, daha şanslı ve coşkulu,

Zorlanmadan bilge ve kafası karışmamış,

Havaileşmeksizin mutlu!

Ey dünya çocukları, hız verin bu yıllara;

Ama bırakın da (bu arada) aksın gözyaşlarımız!

(Bizler) türünüzün övünülesi fırtınasını

Hayranlıkla izlerken sunun yasalarınızı kainata,

Galip gelin zamana ve uzama.

Yaşamaktan gurur duymanıza,

Yorgunluk nedir bilmez gücünüze,

Bizim olmayana, bırakın düzelim methiye.

(Bizler) gölgede büyütülmüş çocuklar gibiyiz;

Ormanın açığında eski bir manastır duvarına bitişik

Ve herkesin gözünden saklı;

Etrafta o yemyeşil orman dalgalanırken,

Açıklıkta, manastırın çevresindeki mezarlıkta

Unutulup gitmiş,

Ama yolun derenin yanından aktığı yerde,

Ağaçların arasından sık sık

Güneşin altında yürüyüp geçen

Sancaklı, sorguçlu, mızraklı birlikler görünüyor!

Dünyaya göre bu askerler kentlere,

Savaşa ve yaşama doğru yol almakta!

Ormanın içinden bir başka yoldan geçerken

Uzaktan, bir sabah avcıların toplandığı eski bir kulübeden,

Av köpeklerinin havladığı, orman yeşili giysiler içinde

Şen kadınların toplandığı yerden yükselen

Kahkaha sesleriyle karışan

Borazan sesleri geliyor.

Ağaçların altından geçerken sancakların parıltısı

Gözleri kamaştırıp kanı kaynatır.

Rüzgârın taşıdığı borazan sesi hoş bir sürpriz gibi

Tutsak eder onları.

Bayraklar dalgalanır ve borazanlar uğuldar:

Ve utangaç keşişler bile onları izler!

Ah çocuklar ne diyebilirsiniz ki?

Bu kuytu vadilerde gezinirken

Hareket ve keyif haykırarak çağırır,

Ama geç kalırsınız!

Bizim için çok geç artık,

Köşeler çoktan tutulmuş.

Çok zaman geçti bu gölgelik manastırın

Ortasını arşınlamamızın üstünden.

Yüksek mihrabın kutsal derinliğinde,

Sarı mumlar parıldarken, mezarın ötesine

Uzanan umut sembollerini seyrederiz.

Başka bir âlemin aksi sedasını org taşır kulaklarımıza

Manastır dünyasında erkenden

Düşlerle, gölgelerle, dualarla çevrilir (korunuruz).

Başka topraklarda nasıl büyüyüp serpilebiliriz ki?

Yaban ellerin havasında nasıl çiçek açarız?

Geçip gitsin sancaklar, geçsin, sussun borazanlar;

Ve bırakın bizi kendi çölümüzün sessizliğine!

* The Poetical Works of Matthew Arnold, Oxford University Press, 1999.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.