I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

İki Şehir

Piskopos Otto Von Freising

İlk Kitaba Önsöz: Dünyevi ilişkilerin değişime tabi olmalarını ve raslantısallıklarını ve bunların düzensiz ve değişik meselelerini kalbimde uzun süre ve sıklıkla tarttıktan sonra, bilge bir kişinin zamana ait şeylere hiçbir şekilde bağlanmaması gerektiğini bildiğim halde, sadece akıl yürütme yeteneğiyle onlardan kaçmak ve kurtulmak gerektiğini anladım. Çünkü bilge bir kişi olmak kısmen dönen bir tekerlek gibi dönüp durmak değil kendi güçleri sayesinde sağlam ve kararlı durmaktır. Şeyler sürekli değiştiğine ve hiç durmadığına göre akıllı hangi adam bilge kişinin onlardan ayrılıp o sakin ve ebediyete kadar yerinde duracak şehre gitmesi gerektiğini inkâr edebilir ki? Bu şehir Tanrı’nın şehridir, cennet Kudüs’tür; Tanrı’nın çocuklarının misafir oldukları bu ülkede, zamanın getirdiği çalkantıların zulmü altındayken Babillilerin esareti altındaymış gibi iç çekerek hatırladıkları yerdir. Aslında iki şehir vardır -biri zamanın, diğeri sonsuzluğun; biri dünyevi, diğeri ilahi; biri Şeytan’ın, diğeri Mesih’in- dini yazarlar ilkinin Babil, ikincinin Kudüs olduğunu ilan etmiştir.

Ama Yahudi olmayan (Gentile) birçok yazar, eski adamların büyük kahramanlıklarını (ve onların beğenilen bu erdemlerinin birçok delilini) gelecek nesillere aktarmak için bu iki şehir hakkında bu kadar çok şey yazmışken; insanoğlunun sefaletini anlatmayı bizlere, yazarlarımızın hükmüne bırakmışlardır. Bu alanda Pompeius Trogus, Justinus, Cornelius [Tacitus], Varro, Eusebius, Hieronymus, Orosius, Jordanes ve çok sayıda benzerinin ünlü eserleri mevcuttur, üstelik sayması çok uzun sürecek kadar fazla takipçileri vardır; akıllı bir okuyucu tüm bunların yazdıklarında beşeri felaketlerden oluşan yürekler acısı trajedilerin tarihçesini pek fazla bulamaz. Bu durumun, kesinlikle Yaratıcı’nın bilgece ve doğru bir takdirine uygun olarak oluştuğuna inanıyoruz, çünkü insanlar dünyevi ve geçici şeylere bağlanmak için aptalca bir tutku hissettiklerinden kendilerinin değişmesinden çok korkar; hiçbir şeyden olmasa bile yaratıkların bu geçici hayatın sefaletinden Yaratıcı’nın bilgisine yönlendirilmesinden korkarlar. Ama biz kendimizi sanki zamanın sonu gelmiş gibi konuşlandırmış, fanilerin sefaletini yukarda adı geçen yazarların kitaplarından okumaktansa, kendi dönemimizi yaşadığımız tecrübelerin sonuçları olarak görmekteyiz. Diğer şeyleri göz ardı etsek bile, Daniel’in, Yunanlıların deyimiyle, savaşla boyun eğdirilmiş bütün bir Dünya üzerinde tek egemenliğe dayalı monarşisine bakarak demirle karşılaştırdığı Roma İmparatorluğu; yaşadığı birçok dalgalanma ve değişim neticesinde, özellikle bugün, en asil ve en önemli değildir; neredeyse en sondadır. Şairin dediği gibi “Görkemli adının bir gölgesi kaldı geriye.”

Şehirden [Roma] Yunanlılara [Bizans İmparatorluğu], Yunanlılardan Franklara, Franklardan Lombardlara, Lombardlardan Alman Franklarına geçen imparatorluk, zamanaşımı neticesinde sadece yıpranıp yaşlanmakla kalmadı; ayrıca bir zamanlar pürüzsüz bir çakıl taşı gibiyken suyun içinde bir o yana bir bu yana yuvarlanarak kirlendi ve hasar gördü. Bu yüzden bahis konusu dünyanın en büyük gücü bile olsa dünyanın sefaleti ortaya çıkar, Roma’nın yıkılışı bütün yapının çöküşünün belirtisidir.

Ama insan gücü değişebiliyorsa insani bilgeliğin bile yanılmaya meyilli olduğunu görmek neden şaşırtıcı olsun? Eflâtun’un da ifade ettiği gibi Mısır’da Yunan filozoflarını bile çocuksu ve olgunlaşmamış gören büyük bir bilgelik olduğunu okuyoruz. Kanun Koyucu Yehova’nın “iki arkadaş gibi yüz yüze konuştuğu(Mısır’dan Çıkış, 33:11) ve ilahi bilgelik ile doldurduğu Musa bile, Mısır bilgeliğini öğrenmekten utanmamıştı. Tanrı tarafından “milletlerin babası” olarak belirlenmiş o büyük atamız, Keldanilerin öğretisi ile eğitilmiş ve bilgelikle donatılmış İbrahim bile Tanrı tarafından çağrıldığında eski yaşam biçimini [örneğin Mısır’a gitmek] terk etmesine rağmen bilgeliğini terk etmemiştir. O büyük, sadece bilgeliğiyle değil Yeşeya’nın sözleriyle “Keldanilerin yüce gururu, krallıkların en güzeli” (Yeşeya 13:19) olan Babil de, baykuşların mihrabına, yılanların ve devekuşlarının evine, sürüngenlerin pusu mekânına, onarılması mümkün olmayan bir yere dönüştü. Mısır’ın da büyük oranda yaşanmaz ve geçilmez bir yer olduğu söyleniyor. Dikkatli bir tarih öğrencisi öğretinin Mısır’dan Yunanlılara, sonra Romalılara ve neticede Galyalılara ve İspanyollara geçtiğini görür. Böylece tüm insani kabiliyet veya öğretilerin Doğu’dan kaynaklanıp Batı’da son bulduğu gözlendiğinde, insanoğluna dair her şeyin geçici ve fani olduğu anlaşılacaktır. Bunu Tanrı’nın inayetiyle aşağıda daha ayrıntılı açıklayacağız.

Madem dünyanın değişken doğası böylece ispatlandı ve bir delil haline geldi, Tanrı’nın inayetiyle Babil halkının sefaletini, Kudüs halkının ümitle beklediği ve bu hayatta da biraz zevkini sürmeyi hak ettikleri Mesih’in Krallığı’nın görkemini de anlatabileceğim bir tarih kitabı yazmanın gerekli olduğunu düşündüm. Bu yüzden Tanrı’nın bana bahşettiği yetenekler doğrultusunda Babil şehrinin mücadelelerini ve sefaletini kendi zamanımızdaymış gibi kaydetmek istiyorum: Ayrıca diğer şehre ilişkin ümitlerimiz konusunda da sessiz kalmayacağım, Kutsal Kitap’tan alabildiğim ipuçlarını anlatacağım ve dünyevi şehirde kalanlardan da bahsedeceğim. Bu çalışmada Kilise’nin, Augustine’in ve Orosius’un şerefli ışıklarını takip edeceğim, onların çeşmesinden benim konuma ve amacıma uygun ne varsa almayı planladım. Bunlardan biri [Augustine] o görkemli Tanrı’nın Şehri’nin kaynağını ve gelişimini güçlü ve etkili biçimde anlatmış ve sınırlarını çizmiştir; dünya vatandaşlarına nasıl dağıldığını açıklamıştır ve dünya vatandaşlarının ve prenslerinin farklı dönemlerinde hangi vatandaşların veya prenslerin egemen olduğunu göstermiştir. Diğeri [Orosius] kibirli mırıltılara cevap vermek için Hıristiyanlıktan önceki zamanları tercih etmiştir ve dünyanın yaratılışından kendi zamanına kadar yaşanan dalgalanmaları ve insanın yüceliğinin sefil sorunlarını, savaşları ve savaşların risklerini, tahtların el değiştirmelerini anlatan çok değerli bir tarih yazmıştır. Onların adımlarını izleyerek, tarihin izini kaybetmeyecek biçimde İki Şehir’den bahsedeceğim, böylece ciddi okuyucu dengesiz karakterlerin sebep olduğu sayısız sefalet sebebiyle dünyevi olaylarda nelerden uzak durmak gerektiğini gözlemleyebilir, çalışkan ve özenli bir araştırmacı tüm muğlaklıklardan uzak biçimde geçmişte olmuşların kayıtlarını bulabilir.

Bu kadar büyük, bilge ve yetenekli adamın ardından yazma konusundaki cehaletime rağmen bu işi yaptığım için eleştirilmemem gerektiğini düşünüyorum, çünkü hem uzun uzun ve çok ayrıntılı olarak yazdıkları şeyleri özetledim ve kaba bir biçimde de olsa onların zamanından bu yana dünya vatandaşlarının Tanrı’nın Kilisesi’nin yararına yahut zararına gerçekleştirdiği işleri ayrıntılı olarak anlattım. Hiciv yazarının aşağıdaki mısrasına dayanarak, bana saldırılmasını hak ettiğimi de sanmıyorum:

Eğitimli ya da eğitimsiz, hepimiz her yerde yazar veya şairiz.

Çünkü düşüncesizlik veya havailik sebebiyle değil, cahilliği her zaman affettiren adanmışlık yüzünden uygun eğitim almamış olmama rağmen böylesine çetin bir görevi üstlenmeyi kabul ettim. Ayrıca kimse beni bugünkü âdetlerle karşılaştırıldığında inanılmaz görülen bazı meselelerde yanlışa düşmekle suçlamakta haklı olmaz, çünkü hafızamızda hâlâ taze olan olaylar için bile güvenilir kişilerin yazdıkları dışında hiçbir şey kaydetmedim, kaydettiklerim ise birçok bilginin sadece bir kısmıdır. Bu kişilerden bazıları eserlerinde havarilere özgü sadeliğe ilişkin fikirlerini korumuş olsalar bile onları hor gören bir bakış açısını benimsememeliyim, çünkü taşkın bir zekâ bazen hatalara neden olabilir ve bu yüzden içten bir nezaketsizlik her zaman gerçeğin arkadaşıdır.

Madem bir şehrin tekinsizliğindeki keder yüklü insanlardan ve diğerindekilerin kutlu bekasından bahsedeceğiz, bu dünyanın çalkantısına ve karmaşasına sabırla katlanan ve kendi görüntüsüyle diğer şehrin keyifli huzurunu çoğaltan ve yücelten Tanrı’yı memnun edecek şeyler söyleyebilmek amacıyla, yardımına mazhar olmak için Tanrı’ya yalvaralım.

Üçüncü Kitabın Önsözü: Sözümü unutmadım sevgili biraderim, becerebildiğim kadarıyla Caesar Octavianus dönemine kadar getirdiğimiz İki Şehir’e ilişkin tartışmayı tamamlamakta tereddüt etmeyeceğim, özellikle şimdi Hıristiyanlık dönemine geldiğimize göre Tanrı’nın inayetiyle daha istekli olarak anlatacağım çünkü artan inançlılar sayesinde Tanrı’nın Şehri hakkında daha fazla konuşabileceğim. Şimdiye kadar, elimde daha çok dünya halkları hakkında bilgi olduğundan Mesih’in halkı hakkında söyleyecek çok az şeyim vardı, çünkü ilk insandan Mesih’e kadar neredeyse tüm dünya (bazı İsrailoğlu kabileleri hariç) hatalar yüzünden yoldan çıkmış, boş ve batıl inançlara teslim olmuş, iblisin taklitçi marifetleriyle tuzağa düşmüştü ve insanlar dünyanın zahmetleriyle uğraşıyor, bu dünyanın prensine karşı şeytanın liderliğinde savaşıyorlardı. “Ama zaman dolunca Tanrı öz Oğlu’nu gönderdi” (Galatyalılar, 4:4); O, hayvanlar gibi yolu izi belirsiz, dolambaçlı yerlerde dolanan ölümlü insanları yeniden doğru yola sokacaktı. Kendisi insan biçimine girerek ölümlü insanları doğru yola çağırdı; O, tamamen yanlış yola girenleri aklın ışığına çağırmak için kendini gerçek olarak gösterdi; O, mahvolmakta olanları değiştirmek için kendisini gerçek yaşam olarak bildirdi ve “Yol, gerçek ve yaşam Ben’im” (Yuhanna, 14:6) dedi; aslında şöyle diyordu: “Yoldan çıkmış biçimde yürüyorsunuz; bana gelin çünkü yol Ben’im. Bu yola korkusuzca girebilirsiniz, anlayın ki gerçek Ben’im. Yolculuk için tedariğiniz yoksa fark etmelisiniz ki yaşam Ben’im”. (...)

Ancak şu soruyu sormak da mümkündür: Tüm insanlığın Kurtarıcısı neden Pavlus’un “zaman dolunca” (Galatyalılar, 4:4) dediği çağın sonunda doğdu ve bütün Yahudi olmayan dünyanın çağlar boyunca inançsızlık günahıyla mahvolmasına izin verdi? Ölümlülerin çürüyebilir etiyle kaplanmış olanlardan hangisi, bu düzenin Tanrı’nın hükümlerinin en derin ve adil hazinelerinde gizli olan sebebini sorgulamaya cüret edebilir? Havarinin “Tanrı’nın zenginliği ne büyük, bilgeliği ve bilgisi ne derindir! O’nun yargıları ne akıl ermez, yolları ne anlaşılmazdır!” (Romalılar, 11:33) dediğini bildiği halde, kim buna cüret edebilir? O zaman ne yapmalıyız? Anlamıyorsak sessiz durmamız gerekir mi? Bu durumda iftiracılara kim cevap verecek, saldırganların karşısında kim duracak ve her şeyden önemlisi tartışmayla ve kelimelerin gücüyle içimizdeki inancı yok etmek isteyenleri kim yalanlayacak? Ayrıca Tanrı’nın gizli öğütlerini anlayamıyoruz, ancak sürekli bu öğütleri açıklamayı deniyoruz. Anlayamadığımız şeyleri açıklamaya mı çalışıyoruz? Açıklamalar oluşturmaya çalışıyoruz, insani açıklamalar elbette; yine de Tanrı’nın kendi açıklamasını hâlâ anlayamayabiliriz. Teolojik meselelerden bahsederken bir karar vermemiz gerektiğinde bu meselelere uygun bir dilimiz olmadığından, sadece insan olduğumuz için, kendi terimlerimizi kullanıyoruz ve ölümlü ifadelerle Yüce Tanrı’dan bahsediyoruz, çünkü O’nun bizim oluşturduğumuz formülleri anladığından kuşkumuz yok. Çünkü O’ndan, Yaratan’dan daha iyi kim anlayabilir ki? Neticede Tanrı tarif edilemez ama O’nu övmemizi arzular. Tarif edilemez olduğundan ancak belirli bir üslupla O’nu tarif etmek mümkündür. Augustine’in dediği gibi terimlerdeki bu çelişki sözlü tartışmalarla değil sessiz bir inançla daha kolay çözülür. Bir başkası da şöyle demiştir: “Sözlerin ötesindekine sessizlik vasıtasıyla hürmet edelim.”

Havarinin dediği gibi, eğer “Tanrı, gazabına hedef olup mahvolmaya hazırlananlara büyük sabırla katlandı”ysa (Romalılar, 9:22), eğer Kilisesinde kendi iyiliğinin zenginliğini açığa vurmayı arzuluyorsa; dünya şehrinin kendi iradesiyle istediği gibi kullanabileceği upuzun fani bir zenginliğe sahip olmasına izin vermesi dolayısıyla O’nu kınayamayız çünkü ya o şehri kendi yöntemlerine terk etmiştir ya da kendi seçtiği insanları o dünya şehrinin farkıyla cezalandırarak kendi iyiliğinin zenginliğini açığa vurmaktadır. Bir yandan eğer O tüm insanların her olayda istedikleri gibi davranmalarına izin verirse O’nu suçlamaları adil olmaz; diğer yandan, kendilerine zarar verecek şeyler yapmalarına izin vermeyerek ve böylesi niyetlerin gerçekleşmesini engelleyerek paha biçilemez lütfunu bahşettiği kişilerin O’na şükretmesi ve saygı göstermesi gerekir. O eğer lütfunu adilce bahşetmiyorsa O’nun adil olmadığı söylenemez, o paha biçilemez lütfunu istediği kişiye verdiğinde bile sadece O’nun merhametli biçimde hareket ettiğine inanmak gerekir. Bu yüzden geçmişte, onları günaha zorlayarak değil ama onlara bu amaçla kendisinin olanı vermeyerek insanlığı terk ettiyse; örneğin nelerden uzak durmaları gerektiğini anlatan Kurtarıcılarına şükretmeleri gereken sonraki nesillerden önce geçip gidenleri hem kendi başlarına O olmadan neler yapabileceklerini hem de Kurtarıcılarının merhameti sayesinde nelere sahip olduklarını öğrenmeleri için kendi iradelerine terk ettiyse; sonrakilere O’nu sevmeleri için yeterince sebep vermesine rağmen öncekiler tarafından suçlanması mümkün değildir.

Mesih’in diğer çağlarda değil de bu çağda yani altıncı çağda doğmak istemesinin bir sebebi daha vardır: Bu çağda dünya Roma’nın hükmü altında birleşmiş ve Augustus Ceasar tarafından bir bütün olarak organize edilmiştir. İlk ebeveynlerimizin cennetin keyiflerini bizden uzaklaştıran günahının kefaretini ödemek için ete kemiğe bürünmeyi istemiş olsa da küfür topraklarında yaşamayı tercih etmesi kendi iradesiyledir; bunun altıncı çağda gerçekleşmesi en uygunu olmuştur çünkü O ilk insanı da altıncı günde yaratmıştır. İnsanlığın daha önceki çağlarında ete kemiğe bürünmesi de uygun olmazdı. Çünkü bu günahkâr ebeveynlerden olma insanlar, itaatsizlikle sakatlanmış doğaları sebebiyle kötülüğe daha eğilimliydi ve akıl yürütme güçlerini henüz kullanamıyorlardı ve vahşi hayvanlar gibi dolanıyorlardı -onların içindeki doğal iyilik gizlenmişti- bu insanlara birbirleriyle dostça yaşamayı öğretmek, kanunlarla kalıba dökmek, erdemlerle süslemek ve aklın ışığıyla aydınlatıp onlara gerçeğin bilgisini vermek mümkün değildi. Bu yüzden en utanç verici hikâyelere ve daha da utanç verici hareketlere, en gaddarca ifadelere ve daha da gaddarca fiillere sahibiz; tüm bu önceki dönemlere ait şeylere “yeter” diyorum. İnsanlar akıldan yoksun, gerçeği anlamaları olanaksız, kanunla ve adaletle tanışmamış bir halde iken Hz. İsa tarafından sunulan hayata ilişkin yasaları ve yüce hükümleri nasıl anlayacaklardı? Bu yüzden onların zekâlarını beslemek için önce daha uygun olan Yasa verildi, daha bebek olan dünyayı katı yemekle değil sütle beslemek gerekiyordu. Daha sonra yaşı büyüdükçe ve kısmen insanların bir arada yaşamaları, kısmen yasa oluşturmak için kendi bilgeliklerini bir araya getirmeleri, kısmen de filozofların öğretileri ve bilgeliği sayesinde ilerleme kaydedildikçe, herkesin Kurtarıcısının vücuda gelmesi ve dünya için yeni bir yasa oluşturması için uygun zaman geldi; daha önce söylediğim gibi tüm dünya Romalıların gücüne boyun eğmişti, filozofların bilgeliği ile şekillendirilmişti ve insanların zihinleri doğru yaşamaya ilişkin yüce hükümleri anlamaya daha uygundu.

Sekizinci Kitap: Bu sekizinci kitapta üçüncü aşamayı anlatmak kaldı: En adil Yargıcın hüküm gününde her iki şehrin de davasını göreceği zaman bir şehrin en yüksek kutsallığa sahipken, diğerinin nasıl başarısız olacağı ve en büyük sefalete düşeceği aşama. Çünkü Süleyman’ın da dediği gibi “Yürekteki gururu düşüş, alçakgönüllülüğü ise onur izler” (Süleyman’ın Özdeyişleri, 18:12), bu yüzden bir önsözle O’nun şehrinin, görkeminden önce hangi utançları yaşayacağını; kötü şehrin yıkılmadan önce Deccal’in emrinde nasıl geçici bir yüceliğe sahip olacağını anlatmalıyım – mümkün olduğunca güvenilir kitaplar sayesinde bazı sonuçlara varmaya çalışacağım. Bu yüzden zulmün yoğun karanlığından sonra ebedi huzurun ebedi gündüzü çok keyifli gelecektir ve bu dünyanın onaylayan gülüşünden sonra gelecek, acı veren cezalar fırtınası ve ebedi gece çok korkunç olacaktır; o görkeme ilişkin umut bugünkü acıları hafifletirken, kıyamet korkusu kayıp giden dünyevi zevklerin (eğer böyle bir şey varsa) değerini düşürecektir.

(...) Zulüm üç buçuk yıl sürecek -Tanrı’nın vekillerine göre tam olarak bu kadar- ve örtülü biçimde yürütülecek, tam da peygamberin dediği gibi: “Bir vakte, vakitlere, yarım vakte kadar” (Daniel, 7:25). Vahyin otoritesinde daha da açık biçimde bildirilmiştir: “Kutsal kenti kırk iki ay boyunca ayaklarıyla çiğneyecek olan uluslara verildi.” (Vahiy, 11:2). Efendimiz, zulmün büyüklüğü nedeniyle seçilmiş olanların iyiliği için en merhametli yargıç tarafından bu kısa zamanın verildiğini söyler: “O günler kısaltılmamış olsaydı hiç kimse kurtulamazdı” (Matta, 24:22; Markos, 13:20).

O dinsiz şehrin başı vurulduğunda; Yahudilerin, o inanmayanların, iradelerinin kandırıldığını göreceklerine ve dine döneceklerine inanılır; peygamberin aşağıdaki sözleri de buna işaret eder: “İsrailoğullarının sayısı denizin kumu kadar çok olsa da ancak pek azı kurtulacak” (Romalılar, 9:27). Bunun ardından bir pişmanlık zamanı gelecektir -bu zamanın uzunluğu tüm ölümlülerden saklanmıştır. Daha sonra, önceden söylenen tüm şeyler tamamlandığında ve güneşte, ayda, yıldızlarda ve denizde acayip işaretler ortaya çıktığında- tüm insanlar, tüm dünyanın başına bundan sonra geleceklerin beklentisiyle korkudan bayıldığında – kötü şehrin yıkımı, Mesih’in şehrinin yükselişi ve Tanrı’nın günü yakındır; Tanrı’nın kullarını tatlılıkla teselli eden gerçek haber şöyle der: “Bu olayların gerçekleştiğini gördüğünüzde bilin ki Tanrı’nın Krallığı yakındır” (Luka, 21:31). Şüphesiz Krallık, “hırsız gece nasıl gelirse öyle gelecektir” (yani görünmeden) (1.Selanikliler, 5:2); yine Efendimizin sözlerine göre insanlar yiyecek, içecek, evlenecek ve evlendirileceklerdir (Matta, 24:38). Bu sorunların, Yaratıcı’nın bilgelikle dolu basireti sayesinde zalimce değil bilgece böyle düzenlendiğine ve Yargıcın gelişinden dolayı dehşet içinde olacağımıza ve hesap vereceğimize inanmamız gerekir.

(...) Bu şeyler gerçekleştiğinde Efendimiz kuşkusuz yargılamak ve iki şehrin nihai değerlendirmesi için gelecektir. Ayrıca yargılamak için, daha önce yargılanmak üzere geldiği biçimde, gelecektir; alçakgönüllü biçimde canlı bir insan olarak geldiğinde kibirli bir kafayla onu küçümseyenler, adil olmasına karşın O’nu sert bir yargıç olarak göreceklerdir. Elimizde bu konuda bir de kehanet vardır: “Bedenini deştiklerine bakacaklar” (Yuhanna, 19:37; Zekeriya 12:10). Çünkü “Baba” şahsen yargılamayacaktır, “Bütün yargılama işini Oğul’a vermiştir” (Yuhanna, 5:22); böylece (masum olmasına rağmen) her türlü hakarete maruz kalan ve çarmıha gerilen Oğlu’nu “gökteki, yerdeki ve yer altındaki her şeyin” (Filippililer, 2:10) Efendisi yapmış ve O’nu “ölülerin ve dirilerin yargıcı olarak atamıştır” (Elçilerin İşleri, 10:42). O’nun insan biçimindeki vücudu dürüst olanlara merhametli görünürken, kötü olanlara o daha önce muğlak ve hor görmeyi hak edermiş gibi görünen halinin aksine daha parlak ve korkunç görünecektir.

(...) Şimdi o ülkenin kutsallığının ne olduğunu sorgulamalıyız. Ruhların bedenlerden sıyrıldıktan sonra veya ruhani bedenler elde ettiklerinde ve meleksi ruhlardan ne saflık ne de derece bakımından düşük olmadıklarında, insanların yaşarken zevk aldığı harici şeylerden zevk alacaklarını düşünmemeliyiz. Buna göre Kutsal Kitap onların ruhlarının çiçeklerden veya yeşil çayırlardan, keyifli yerlerden, kuşların ötüşünden, güzel kokulu şeylerden (tarçın ve sakız gibi) etkilendiğini ve bunlarla yenilendiğini söylediğinde, böylesi bir ifade açıkçası dünyevi değil ruhani olarak yorumlanmalıdır. Ama yine de sert değil yumuşak besinlerle beslenmesi gereken, anlama gücü zayıf ve ruhani zevkleri anlayamayacak basit insanların iyiliği için bu şeyler bazı öğretmenler tarafından basit insanların görünür şeyler yoluyla görünmeyen şeyleri keşfetmesi için kullanılır. Azizlerin kutsanmışlığı da bu durumda Yaratıcılarının elindedir, Efendimizin söylediğine göre: “Sonsuz yaşam tek gerçek Tanrı olan Seni ve gönderdiğin Hz. İsa Mesihi tanımalarıdır” (Yuhanna, 17:3); elbette buna ikisinden [Baba ve Oğul] gelen “Kutsal Ruhu” ifadesini de eklemeliyiz. Bu yaşam ebedidir. O en saf kutsanmışlık dışında hangi sebeple yaşam ebedi olacaktır? Hayat geçici olsa kutsanmazdı, çünkü nihayetlenecek olması nedeniyle endişeye sebep olurdu. Yineleyelim, ne kadar uzun sürerse sürsün, hayat her tür ıstıraptan uzak ve mutlulukla dopdolu değilse ya da herhangi bir kusurla bozulmuşsa kutsal sayılamaz. Bu yüzden bu hayat ebedi ve kutsanmıştır, kutsanmış ve ebedidir, “Tek gerçek, Tanrı olan Seni ve gönderdiğin Hz. İsa Mesihi tanımalarıdır” (Yuhanna, 17:3). Kutsanmışlığın mutluluğunun ebediyet bilgisi olduğunu söylediğine dikkat edelim. Bu hayatta azizlerin zorlukla, “bir aynadan” ve “bir bulmacadan” algılayarak gördüğü ilahi doğayı anlamak için bazı kişilerin gayret etmesi boşunadır; çünkü bu doğanın ancak gelecek yaşamda görülebileceği ve tamamen anlaşılabileceği vaat edilmiştir. Bu yüzden azizler, Tanrı’nın insanı tamamen kendinden geçiren ebedi olarak kutsanmış görüntüsünden zevk alır; vaizin dediği gibi “Yasayı koyan onları kutsar, gittikçe güçlenirler, Sion’da26 Tanrı’nın huzuruna çıkarlar” (Mezmurlar, 84:7).

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.