Grand Chartreuse*
Matthew Arnold (1822-1888), Viktoria dönemi İngilteresi’nin çokyönlü şahsiyetlerinden biridir. Nitekim, Oxford’da şiir profesörlüğü, hükümet adına okul müfettişliği, edebiyat eleştirmenliği yapmış, din ve siyaset dahil pek çok konuda yazmıştır. Matthew Arnold, klasiklerle büyümüş olmakla birlikte, kendini modern kültüre vermiş, “hakikatin yükseklerdeki ak yıldızı”nın peşinde koşarken, bir Hıristiyan olarak inancından olmuştur. 1855’te yayımlanan Muhteşem Chartreuse’den Dörtlükler [Stansaz from the Grand Chartreuse] adlı şiiri, koyu dindar Carthusian keşişlerinin Alplerdeki manastırını ziyareti sırasında hissettiklerini betimler. 1867’de yayımlanan Dover Sahili [Dover Beach] duygusal bir entelektüelin kendi inanç kaybına tepkisidir.
Alplerin yağmurla yumuşamış
Topraklarında gür çiğdemler uçuşurken
Terk edilmiş demirci ocaklarının yanı başından
Akar gider Saint Laurent’den gelen katır yolu
Köprüyü geçer ve yavaşça süreriz
Dağa doğru ormanın içinden...
Sola sapın! diye bağırır bizim kılavuz;
Ve daha yükseklere tırmanır taşlı orman yolu,
Sonunda geride kalır etrafı çevreleyen ağaçlar;
Şuna bak! Sağanağın altında gri alacakaranlığın içinden
Bu yaklaşan dik çatılar da neyin nesi?
Fransa Kralı’nın sarayı mı yoksa?
Yaklaş, çünkü aradığımız burada!
Burada in artık ve bekle
Dinlen şu yandaki binada
Derken geç çimenliği ve ulaş o kapıya.
Çal kapıyı; geldin sen
Carthusians keşişlerinin dünyaca ünlü evine.
Gece gündüz sakin avlularda
Buzlu çeşmelerden su fışkırır ve
Akar taştan oyulmuş soğuk havuza, oynaşır-
İşte rutubetli koridorlarda!
Parlak beyazlığın içine sığınmış şekiller
Gece çökerken bir hayalet gibi kıpırdaşır.
Orgun çalmadığı küçük kilisede
Yalın ve vakur dualar
Tövbekârlık çığlıklarla diz çöker!
Ve uğraşır; bembeyaz yüzler, bomboş,
Ayağa kalkıp geçirmeye
Takdis ekmeğini elden ele;
Alır herkes bir parça ve solgun yüzler
Gömülür bir kez daha kukuletasına
Hücreler, ıstırabı insanoğlunun!
Duvarda -dizlerin yıprattığı döşeme-
Ve üstünde uyudukları, ölünce
Tabutları olacak tahta karyola!
Kütüphanede durur ruhban kibrini beslemeyen
Cüz ve kalın kitaplar ve orada,
Roma’nın fethini öven ilahiler,
Oyalamaz onları henüz bizler kadar!
Ruhun içsel mücadelesini resmeden boya,
Kan damlalarıdır yaşarken ölümün
Bahçeyi ot bürümüş - ama hoş kokulu
Bitkiler gör bak çiçeklenir orada!
Vahşi Alp vadisinin güçlü çocuklarının
Kültürü bırakılmış tarikatın insafına;
Tek insani görev olarak
Çalışırlar neşeyle güneşin altında.
Geçmişi konuk etmek, bu koridorların da kaderi
İngiltere’den, Almanya’dan ya da İspanya’dan
Her biri kendi kendinin seyyahı.
Görüyorum ki, Kilise ve kardeşlik
Sağlam ve yalın!
Ve neyim ben burada?
Zapt etti gençliğimi zira titiz hocalarım,
Boşalttı inancını ve budadı ateşini,
Gösterdi yükseklerdeki Hakikat yıldızını
Göz kırparken bana ona ulaşmaya çalışırken.
Onların fısıltısı hâlâ delip geçer kasveti;
Ne işin var senin bu canlı tabutun içinde?
Affedin beni, aklın efendileri!
Uzun zaman önce buyruğunda iken ben
Oncasını öğrenemedim, oncasından vazgeçtim -
Buraya gelmedim senin düşmanın olarak
Arar sorarım bu ankoritleri35 ama
Reddetmek için değil senin hakikatini.
Onların dostu veya çocuğu olarak değil,
Kuzeyde, uzak bir kıyıdan biri olarak
Runik taşının önünde kendi tanrılarını düşünen
Korku içindeki zavallı bir Yunanlıyı düşünerek.
Merhametli ve yaslı bir huşu içinde dikilebilir ayakta
Zira her ikisi de inanç, ve her ikisi de yok oldu.
İki dünya arasında geziniyorum,
Biri ölü, diğeri doğamayacak kadar güçsüz.
Başımı dayayıp dinlenecek yok bir yer henüz,
Bekliyorum dünyada, bunlar gibi ümitsiz ve perişan.
Onların imanını ve benim gözyaşlarımı alaya alırken dünya -
(Gözyaşlarımı) gelip yanı başlarında döküyorum.
Ah! Sakla beni derin hüznünde,
Kutsal acının vakur oturağında!
Alın, sarmalayın beni ve çevirin etrafımı,
Ben ruhuma yeniden sahip çıkıp
Düşüncelerim saat başı denetlenmeksizin,
Serbestçe akıp gidene dek.
Çünkü senin inancını haykıran dünya
Artık ölü bir zamanın yok olmuş düşü;
Şarlatana göre, melankolim gelip geçici bir moda.
Sanki dünya hiç inanç sahibi olmuş veya
Şarlatan üzüntüye düşmüş gibi çağdışı bir tema!
Ah, geçecek olsaydı al götür derdim,
En azından bu huzursuzluğu, bu acıyı;
Bu geçmiş zaman acılarının
İnsanoğlu artık olmasın avı!
Keder soyluluğunu yitirdi,
Bizi endişeyle baş başa bırakma sakın!
Şayet bize, kederlenen son nesle
Huzur veremeyecekseniz,
Bırakın inançlı insanların arasında
Burada ölüp gidelim.
Yıllar alnı oyarak işlerken suskun;
Evet suskun - en iyiler artık hep suskun.
Aşil düşünüp taşınır çadırında,
(Acaba) çağdaş düşünün kralları aptal mı diye.
Hoşnut değil ama suskundurlar,
Ve beklerler geleceğin gelmesini.
Eskiler kadar kederlidirler ama
Razı olup ağlamazlar.
Pupa yelkenle açıldığımız zaman denize,
Pederlerin yüzleri ıslak gözyaşlarıyla;
(Oysa) sesleri herkesin kulağındaydı
Azametli selamlarının yanından geçen.
Aynı okyanus etrafımızda hâlâ köpürüyor
Ama dalgaları seyredip duruyoruz sessiz.
Nedendir bunca gürültü, ne işe yarar?
Feryadı mıdır geçmiş insanların?
Söyle bana, evlatları daha mı mutluydu?
Söyle bana, hayat bugün daha mı rahat?
Acı çekenler, acıyı ardında bırakarak ölüp gitti;
Onları kahreden acıların sancısı hâlâ geçmedi…
Belki de yeni bir çağın şafağı söker,
Heyhat, daha şanslı ve coşkulu,
Zorlanmadan bilge ve kafası karışmamış,
Havaileşmeksizin mutlu!
Ey dünya çocukları, hız verin bu yıllara;
Ama bırakın da (bu arada) aksın gözyaşlarımız!
(Bizler) türünüzün övünülesi fırtınasını
Hayranlıkla izlerken sunun yasalarınızı kainata,
Galip gelin zamana ve uzama.
Yaşamaktan gurur duymanıza,
Yorgunluk nedir bilmez gücünüze,
Bizim olmayana, bırakın düzelim methiye.
(Bizler) gölgede büyütülmüş çocuklar gibiyiz;
Ormanın açığında eski bir manastır duvarına bitişik
Ve herkesin gözünden saklı;
Etrafta o yemyeşil orman dalgalanırken,
Açıklıkta, manastırın çevresindeki mezarlıkta
Unutulup gitmiş,
Ama yolun derenin yanından aktığı yerde,
Ağaçların arasından sık sık
Güneşin altında yürüyüp geçen
Sancaklı, sorguçlu, mızraklı birlikler görünüyor!
Dünyaya göre bu askerler kentlere,
Savaşa ve yaşama doğru yol almakta!
Ormanın içinden bir başka yoldan geçerken
Uzaktan, bir sabah avcıların toplandığı eski bir kulübeden,
Av köpeklerinin havladığı, orman yeşili giysiler içinde
Şen kadınların toplandığı yerden yükselen
Kahkaha sesleriyle karışan
Borazan sesleri geliyor.
Ağaçların altından geçerken sancakların parıltısı
Gözleri kamaştırıp kanı kaynatır.
Rüzgârın taşıdığı borazan sesi hoş bir sürpriz gibi
Tutsak eder onları.
Bayraklar dalgalanır ve borazanlar uğuldar:
Ve utangaç keşişler bile onları izler!
Ah çocuklar ne diyebilirsiniz ki?
Bu kuytu vadilerde gezinirken
Hareket ve keyif haykırarak çağırır,
Ama geç kalırsınız!
Bizim için çok geç artık,
Köşeler çoktan tutulmuş.
Çok zaman geçti bu gölgelik manastırın
Ortasını arşınlamamızın üstünden.
Yüksek mihrabın kutsal derinliğinde,
Sarı mumlar parıldarken, mezarın ötesine
Uzanan umut sembollerini seyrederiz.
Başka bir âlemin aksi sedasını org taşır kulaklarımıza
Manastır dünyasında erkenden
Düşlerle, gölgelerle, dualarla çevrilir (korunuruz).
Başka topraklarda nasıl büyüyüp serpilebiliriz ki?
Yaban ellerin havasında nasıl çiçek açarız?
Geçip gitsin sancaklar, geçsin, sussun borazanlar;
Ve bırakın bizi kendi çölümüzün sessizliğine!
* The Poetical Works of Matthew Arnold, Oxford University Press, 1999.