Evrensel Ruh*
Concord-Massachusetts bilgesi Ralph Waldo Emerson (1803-1882), bir filozoftan ziyade, popüler bir deneme yazarıdır. Kültürel özgürlük çağrısı yapan bir Amerikan milliyetçisi olmakla birlikte, görüşleri itibariyle Avrupalı romantik şair ve filozofların etkisi altında kalmış; Amerikalıların karşı karşıya olduğu belli başlı sorunlardan çok yaşamın anlamı, evrenin önemi ve ahlak gibi ezeli sorunlarla uğraşmıştır. Okurlarını ya da dinleyicilerini -denemelerinin çoğunu halka açık konferanslarda sunmuştur- günlük yaşam gailesinden alıp güzelliğin, hakikatin ve iyiliğin ideal dünyasına yükseltmekte ustadır. Nitekim ona göre bu dünyaya, “Evrensel Ruh” olarak adlandırdığı, yaşama dair her şeyi kapsayan ve aslında Hıristiyanlığın Tanrısı’nın şiirsel ve dogmatik olmayan bir versiyonunun ifadesi olan, ruhani bir gerçeklik egemendir. Emerson’ın kendini Tanrı’ya en yakın hissettiği anlar, o çok sevdiği Concord ormanlarında doğayla Wordsworth’vari bir bütünleşme yaşadığı anlardır. Aşağıdaki seçki, onun Evrensel Ruh (The Over Soul) adlı denemesinin, 1841’deki ilk basımından alınmıştır.
Nüfuz ve müteakip etkileri itibariyle yaşamın bir saati ile diğeri arasında fark vardır. İnanç anlıktır ama ahlak bozukluğu bir alışkanlık. Yine de, o kısacık anlar bizi -başka deneyimlerimize kıyasla- onlara daha çok gerçeklik atfetmeye zorlayan bir derinlik barındırır. Dolayısıyla, insanoğlundan umutlu olanları sürekli susturan argüman, yani tecrübeye müracaat, ilelebet geçersiz ve beyhudedir. Geçmişi muhaliflere bıraktık ama umudumuzu koruyoruz. Bu umuda açıklık getirmek zorundalar. Kabul, hayat acımasız ama bunu nerden biliyoruz? Nicedir hoşnutsuz ve huzursuz olmamız nerden kaynaklanıyor? Arzu ve cehaletin evrensel anlamı, ruhun muazzam bir talebi olduğuna işaret eden ince bir dokundurma değil de nedir? İnsanlar, insanlığın doğal tarihinin hiç yazılmadığı, söylediklerinizin eskidiği ve metafizik kitaplarının değersiz olduğu duygusunu taşıyorlar. Altı bin yıllık felsefe bile ruhun dehlizlerini ve cephaneliğini araştıramadı; araştırmaların ardında hep bir tortu kaldı. İnsanoğlu kaynağı saklı olan bir akarsu, varlığımıza nerden geldiğini bilmediğimiz bir miras. Hesabı en kuvvetli olan bile, hesaba gelmeyen bir şeyin, bir sonraki ânı engelleyemeyebileceğine dair öngörüden yoksun. Şahsen ben de her an kendi iradem dediğim şeyden daha yüce bir irade olduğunu kabulde zorlanıyorum.
Bu, sadece olaylar değil, düşünceler için de böyle. Ne zaman kaynağını göremediğim o akarsuyun bir süreliğine içime aktığını izlesem, kendimi bir pansiyoner gibi hissediyorum; yani buna sebebiyet veren biri gibi değil, bu semavi suyu şaşkınlık içinde seyreden bir izleyici gibiyim. Bunu arzu ettiğimi, buna saygı gösterdiğimi ve kabule hazır olduğumu hissediyor ama bunun tümüyle yabancı/farklı bir enerji olduğunu düşünüyorum.
Geçmişin ve bugünün yanlışlarının o En Büyük Eleştirmeni ve olup olabilecek tek peygamberi, yeryüzü atmosferin yumuşak kollarında yatarken içinde dinlendiğimiz bu muazzam doğadır: Bu Bütünlük, bu Evrensel Ruh’tur ki, kendine has özellikleriyle her bir insanın içindedir; o ortak kalptir ki, doğru olanın ibadet yoluyla (ona) teslimiyet olduğuna işaret eder; o güçlü/baskın hakikattir ki, hile ve hünerlerimizi anlamsız kılar, bizi herkesi olduğu gibi kabul etmeye ve ağzımızla değil, kişiliğimizle konuşmaya zorlar ve bizi hem düşüncemiz hem de elimizle, akil ve erdemli, güçlü ve güzel olmaya sevk eder. İnsanoğlunun içinde Bütün’ün ruhu, akil bir sükûnet ve her bir parçası ve zerresinin birbiriyle bağlantı içinde olduğu evrensel/külli güzellik, yani o ebedi Tek vardır. İçinde yaşadığımız ve tüm güzelliğiyle hepimize açık olan bu derin güç, her an kendi kendine yeterli ve mükemmel olmakla kalmayıp gören ve görülenin, kâhinin ve temaşanın, öznenin ve nesnenin birliğidir. Dünyayı, güneş, ay, hayvanlar, ağaçlar olarak parça parça görürüz, oysa bunlar Bütün’ün, yani ruhun, sadece parlak birer parçasıdır. O Bilge vizyon sayesindedir ki, çağların yıldız falı okunur ve bizler, daha iyi düşüncelerimize başvurmak ve her insanın doğasında var olan önseziye teslim olmak suretiyle, onun ne söylediğini anlarız. Böyle bir yaşamdan seslenen insanların söyledikleri, orada, o düşünce ikliminde olmayanlara boş geliyor olmalı ama bu konuda konuşmak bana düşmez, çünkü kelimelerim o yüce anlamı/duyguyu taşıyamaz. O kime isterse ona ilham verir ki, dikkat, bu insanların konuşmaları şiirsel, tatlı ve yükselen bir rüzgâr gibi evrensel olacaktır. Yine de isterim ki, “kutsal” sözcüğünü kullanmasam da, saygısızlık etme pahasına, o Yüce Yasa’nın aşkın enerjisi ve sadeliğinden edindiğim ipuçlarını bu tanrının gökselliğine atfederek bildireyim.
Sohbetlerde, düşlerde, pişmanlıkta, tutkuda, şaşırdığımızda, kendimizi maskeli baloda sandığımız rüyalarda neler olduğunu düşününce -küçücük şeylerin nasıl büyüyüp kendini gerçekmiş gibi göstermek suretiyle, nasıl uzak algımızı zorladığını düşününce- doğanın sırrına dair aydınlatıcı ve bilgimizi genişletecek nitelikte pek çok ipucuna sahip olabiliriz. Bunların hepsi bize gösterir ki, insanoğlunun içindeki ruh bir uzvumuz olmamakla birlikte, tüm organlarımıza can veren, onların çalışmasını sağlayandır. Nitekim bellek, muhakeme, kıyaslama gibi şeyler, el ve ayak gibi olmamakla birlikte, öyle kullanılır. Bunlar ışıktır. Akıl ya da irade, akılla iradenin efendisi değil de nedir? Ve irade varoluşumuzun arka planında yatan ve sahip olmadığımız, sahip olunamayacak o uçsuz bucaksızlık değil midir? Bizden, içimizden ve arkamızdan yansıyan bir ışık her şeyi aydınlatmakta ve bize, bizim hiçbir şey, ışığın her şey olduğunu göstermekte. İnsanoğlu, tüm bilgelik ve tüm iyiliğin barındığı bir tapınağın önyüzüdür. Sıradan insan dediğimiz, yiyen, içen, eken biçen, hesap yapan mahluk, kendini bildiğimiz şekilde gösteriyor ama yanlış temsil ediyor. Nitekim ona insan olarak saygı duymuyor ama tavır ve tutumda yansımasına izin verirse, onun ruhu önünde eğiliyoruz. Çünkü o ruhtur ki, aklıyla soluduğunda bir deha, iradesiyle soluduğunda erdem, sevgisiyle soluduğunda aşktır. İnsan kendini bir şey sanmaya başlayınca akıl körelir, irade zayıflar. Tüm reformlar ruhu rahat bırakmayı amaçlar ki, ona itaat edebilelim.
İnsanoğlu, böylesi saf/arı bir doğaya nadiren duyarlıdır. Dili onu, onun renkleriyle boyayamaz, çünkü o renkler inceliklidir. Onu inkâr edemez, çünkü ölçüye/hesaba gelmez ama kapsayıcıdır; onun bizi de içerdiğini anlar, ruhani varlığın içimizde olduğunu hissederiz. Bir atasözü der ki: “Tanrı bizi görmeye habersiz gelir”, yani başımız ile sonsuz gökkubbe arasında hiçbir perde ya da tavan olmadığına göre, insanın, yani etkinin bittiği ve Tanrı’nın, yani nedenin başladığı yer olan ruhun da duvarları kaldırılmıştır. Bizler bir yönümüzle ruhani nitelikli derinliklere, yani Tanrı’nın özniteliklerine açık dururuz. Görüp bildiğimiz Adalet, Sevgi, Özgürlük, Güç gibi niteliklerin hiçbir zaman üstesinden gelemediğimiz halde, bunlar başımızın üstünde birer kule gibi yükselirler, en çok da özçıkarlarımız bizi onları yıkmaya teşvik ettiği zaman.
Doğanın egemenliği, bizi çevreleyen sınırlardan bağımsız olmasıyla bilinir. Ruh her şeyi çevreler/sınırlar. Dediğim gibi, o tecrübeyi yalanlar. Aynı şekilde, zaman ve mekânı ortadan kaldırır. Çoğu insanda duyular, zaman ve mekân duvarlarını gerçek ve başa çıkılmaz gibi gözükene dek zorlamak suretiyle akla baskın çıkar. Bu sınırların ciddiyetinden bahsetmek, cinnet işaretidir. Oysa, zaman ve mekân ruhun gücüne ters düşer, çünkü ruh zamanla eğlenir:
“Ebediyet bir saatin içine sıkıştırılabilir mi
Veya bir saat ebediyete yayılabilir mi?..”
Ruhu, sadece ruh bilir. Olaylar ağı, ona giydirilmiş olan dökümlü bir giysidir.
Ruhun tekamülü, onun yasası uyarınca hesaplanır ama aritmetik olarak değil. Doğrusal hareket gibi katettiği aşamalarla değil, halin yücelmesiyle, yani bir metamorfoz olayı gibi değerlendirilir. Dehanın gelişmesi bir tür topyekun’luk arz eder. Bir diğer ifadeyle, seçilen kişinin dehası, önce John, sonra Adam, sonra Richard’dan daha akıllı olacak şekilde gelişerek, ona aşağılık duygusunu keşfettirecek ve dolayısıyla acı çektirecek biçimde gelişmez; tersine, çalıştığı veya geçtiği veya kalabalıkların titreştiği her yerde çektiği büyüme sancılarıyla gelişir ve genişler. Akıl, her bir ilahi dürtüyle fani olanın ince kabuğunu soyar ve böylece ebedi olana varıp, onun havasıyla soluk alıp verir ve dünyanın (tarih boyunca) konuşageldiği hakikatle söyleşerek, Zeno ve Arrian ile en yakınındaki insanla olduğundan çok daha yakın bir ilişki kurar.
Emerson’un Evrensel Ruh ile hayatın çeşitli yönleri arasındaki ilişkiye dair düşüncesi, onun not defterlerinden birinde bulunan şu karalamada en iyi ifadesini bulur:
Tek bir ruh vardır.
Dünyayla ilgilidir.
Sanat buradan neşet eder.
Bilim yöntemi burada keşfeder.
Edebiyat bunun kaydıdır.
Din bunun ilham ettiği saygı duygusudur.
Ahlak insan yaşamında resmedilen ruhtur.
Toplum bireylerin bu ruhu birbirinin içinde bulmasıdır.
Ticaret ruhun doğada çalışarak keşfedilmesidir.
Siyaset ruhun güçte tezahür eden faaliyetidir.
Terbiye ruhun sessiz ve dolaylı ifadesidir.24
* Ralph Waldo Emerson, Complete Essays and Other Writings, New York, Modern Library, 1940.