Yasanın Adalet, Doğa ve Tanrı’yla İlişkisi Nedir?
Marcus Tullius Cicero (İÖ 106-43) Romalı olmayan ve siyasi duruşu meçhul, kısmen varlıklı bir aileden gelir. Zamanının olabilecek en iyi eğitimini alır, hatta bir süre Atina’da da okur. Kariyerini hukuk mahkemelerinde yapmayı seçer ve Roma Cumhuriyeti’nin son yıllarında belâgatı sayesinde devlette önemli mevkilere yükselip İÖ 63’de konsül olur. Cicero, Cumhuriyet’i tek adam yönetimine dönüştüren devrimin kurbanlarındandır. Octavian’ın imparator olmadan önce halkçı partinin başkanlığı için çekiştiği Marcus Antonius’un ajanları tarafından öldürülmüştür.
Cicero, sadece velut bir konuşmacı değil, üretken bir yazar olarak bilinir. Yazıları, Yunan felsefesi ve siyaset düşüncesinin, Roma Devleti’nin Latince konuşan Batı bölgelerinde yayılarak popüler hale gelmesine hizmet etmiştir. Cicero’nun hukuk formasyonu siyasi konulardaki yazılarına Yunanistan’ın büyük siyaset teorisyenlerin kinden daha farklı bir boyut kazandırır. Aşağıdaki metin Cicero’nun konsül olmasından on yıl sonra, İÖ 52’de yazmaya başladığı Yasalara Dair adlı çalışmasındandır.
Yasalara Dair*
… Adalet için yaratıldığımız ve adaletin insanoğlunun görüşünde değil, Doğa’da temellendiği, filozofların tartışmalarından çıkan en önemli/değerli gerçek olmalı. Bu gerçek, insan, insanoğlunun kardeşliği ve birliği hakkında net bir kavrayış edinince apaçık ortaya çıkar. Çünkü hiçbir şey biz insanların birbirine benzediği kadar birbirine benzeyemez. Kötü huylar ve batıl inançlar, bazı daha zayıf zihinleri eğip bükmek suretiyle meyilli oldukları bir başka yöne çevirmese, kimse kendisi kadar kendisi ve “diğer herkesle birlikte kendisi” olamazdı. Dolayısıyla, insanoğlunu nasıl tanımlarsak tanımlayalım, tek bir tanım herkes için geçerli olacaktır. Bu, insanoğlu ile insanoğlu arasında tür olarak hiçbir fark olmadığının yeterli bir kanıtıdır; eğer olsaydı, tek bir tanım tüm insanlar için geçerli olamazdı ve tabii akıl, tek başına akıl, bizi hayvanların olduğu düzeyin üstüne çıkararak bundan sonuçlar çıkarmamızı, ispatlamamızı veya ispatlayamamamızı, tartışmamızı ve sorunları çözmemizi ve sonuca varmamızı mümkün kılan akıl hepimizde var. Farklı şeyler öğrense de, en azından onu öğrenme kapasitesi itibariyle değişmez. Aynı şeyler, istisnasız, duyular tarafından da fark ediliyor ve duyuları uyaran şeyler, hepimizin duyularını aynı şekilde uyarıyor ve önceden değindiğim gibi, zekânın gelişme sürecinin başlangıcında birimizin zihnine kazınanlar, hepimizin zihnine aynı şekilde kazınıyor ve konuşma, zihne tercüman olan konuşma, farklı sözcükler seçse de duygular itibariyle aynı şeyi anlatıyor. Aslında, hangi ırktan olursa olsun, hiçbir insan yok ki, bir rehber bulabilse erdem/fazilet sahibi olmasın.
İnsanlar kötüye veya iyiye olan eğilimleri itibariyle de birbirlerine benziyor. Örneğin haz da herkesi cezbeder ve baştan çıkarıp kötülüğe davetiye çıkarırsa da iyi olanla doğal bir benzerliği var. Çünkü hafifliği ve hoşluğuyla bize mutluluk verir; bu nedenle de -bir düşünce hatası olarak- sağlıklı bir şey olarak kabul edilir, kucaklanır. Benzer bir yanlış algılamayla, ölümden, doğanın tasfiyesiymişçesine kaçıyor, yaşama sarılıyoruz, çünkü yaşam bizi doğduğumuz kürede/alanda tutuyor; acıyı da en büyük kötülüklerden biri olarak görüyoruz – acımasızlığından ötürü değil, bize doğanın mahvına yol açıyormuş gibi geldiği için. Aynı şekilde, manevi değer ile şan/şöhret arasındaki benzerlikten ötürü halkın tanıdığı ve saygı gösterdiği insanların mutlu, şan/şöhret sahibi olamayanların mutsuz olduğu düşünülür. Dertler, mutluluklar, arzular, korkular ve kaygılar istisnasız hepimizin zihnini meşgul eder. İnsanların farklı inançlara sahip olması, örneğin tanrı olarak köpek ve kedilere ibadet edenleri kuşatan batıl inançların, nitelik itibariyle diğerlerini kuşatan batıl inançlardan farklı olduğuna işaret etmez. Hangi ulus/halk kendisine ihsan edilen nezaketin, şefkatin, minnettarlığın ve yapılan iyiliğin hatırlanmasını istemez? Kibri, kötülüğü, zulmü ve nankörlüğü, hangi ulus/halk hor görmez? Tüm bunlar insanlığın bir ve bütün olduğunu kanıtlar ve sonuç itibariyle, doğru yaşamanın ilkelerine vakıf olmanın insanı daha iyi insan yapacağını gösterir.
O halde bir sonraki nokta şu: Doğa bizi Adalet duygumuzu birbirimizle paylaşacak ve herkese aktaracak şekilde yarattı. Bu tartışma boyunca “Doğa” olarak adlandırdığım şeyin, “Doğa’nın bize aşıladığı, telkin ettiği şey olduğunun bilinmesini isterim. Ne var ki, kötü alışkanlıkların yol açtığı yozlaşma/bozulma o kadar büyük ki, Doğa’nın içimizde (sözgelişi) yaktığı ateşin kıvılcımları bu yozlaşma/bozulmayla söndü ve aksine bir kötülük ortaya çıkıp yerleşti. Ama insanoğlunun hükümleri Doğa ile örtüşseydi, o zaman Adalet’i herkes gözetirdi. Nitekim şairin dediği gibi, “insanlığa dair hiçbir şey ona yabancı değil.” Çünkü Doğa, akıl bahşettiği yaratıklara sağduyu, yani Hukuk’u da bahşetti. Hukuk’u, yani hükmetme ve yasaklama sürecinde uygulanan doğru akıl yürütmeyi de bahşetti. İnsanoğluna Hukuk bahşedildiyse, Adalet de bahşedildi. Nitekim Sokrat, yarar ile Adalet’i birbirinden ilk kim ayırdıysa ona lanet okurken -ki bunu sık yapardı- haklıydı; Sokrat, bu ayrışmanın tüm kötülüğün/fesadın72 kaynağı olduğundan yakınırdı. (...) Buradan açıkça anlaşılıyor ki, akıllı bir insan, kendisi kadar erdemli/faziletli bir diğer insana sıradan bir iyilik yaparsa -bazıları için inanması zor ama- bu kaçınılmaz olarak diğer insanı kendisi kadar çok sevdiğine işaret eder. Çünkü eşitler arasında ne fark olabilir ki? Dostlukta en ufak bir ayrımcılık yapılırsa dostluk diye bir şey kalmaz; çünkü özü öyledir ki, dostlardan biri kendini kayıracak olsa, dostluk biter.
Ve böylece insanlar ceza çeker, ama illa mahkeme kararıyla (zaten bir zamanlar hiçbir yerde mahkeme diye bir şey yoktu, bugün bile pek az yerde var; var oldukları yerde de çoğu kez adaletsiz davranıyorlar) veya tragedyalardaki73 gibi alev alev yanan meşalelerle değil, peşlerine düşen Furies74’in gazabına uğrayıp vicdan azabı çekmek suretiyle ceza çekerler.
İnsanoğlunu haksızlık yapmaktan, mezalimden alıkoyan doğası değil de cezalandırılma korkusu olacak olsa, cezalandırılma tehlikesi ortadan kalkınca kötü olanın endişeleneceği ne kalır? Gerçek şu ki işlediği suçu yüzsüzce inkâr etmeyen suçlu yoktur ya da bir haklı öfke hikâyesi uydurup işlediği suçun affı için doğal bir doğruluk ilkesine sarılmayan! Şimdi; böylesi bir ilkeye kötüler bile sarılabiliyorsa, onlar iyi olan tarafından gerçekten kıskançlıkla kollanmalıdır! Ama insanoğlunu yanlış yapmaktan, suç işlemekten alıkoyan kötülüğün [fikrinin] kendisi değil de yaşam boyu kötülükten ve suç işlemekten alıkoyacak bir cezalandırılma korkusu ise o zaman kimse basiretsiz olarak görülemez. Dahası iyi insan olmak için değil, bir tür çıkar amacı güderek hareket etmişse ona iyi insan değil, kurnaz insan denir. Bir tanıkla yargıçtan başka hiçbir şeyden korkmayan insan karanlıkta ne kadar uzun yol alabilir ki! Eğer ıssız bir yerde tek başına kalmış, biçare bir adamla karşılaşıp onun her şeyini soyabilecek durumda olsa ne yapacaktır? Faziletli olan, yani doğası icabı iyi olan insan onunla konuşacak, ona yardım edecek, ona yol gösterecektir; başkaları için hiçbir şey yapmayan, her şeyi kendi çıkarı itibariyle değerlendiren diğerinin ise ne yapacağı açık! Bu diğeri, adamı öldürüp parasını çaldığını inkâr ederse, bunu yaptığı şeyi doğal olarak kötü addettiği için değil, suçu ortaya çıkacağı, yani başı belaya gireceği için yapacaktır. Aman ne gerekçe! Sadece filozofun değil, kaba bir köylünün bile yüzünü kızartabilir.
Milletlerin geleneklerinde veya yasalarında olan her şeyin adil olduğuna inanmak aptallıktır. Bu yasalar müstebit hükümdarlar tarafından yürürlüğe konmuş olsa adil olurlar mıydı? Adalet tektir, tüm insanlığı bağlar ve tek bir Hukuk’a temellenir, yani hükmetme ve yasak koyma sürecinde doğru aklın/mantığın uygulanmasına. Bu Yasa’yı bilmeyenler, bir yerlerde yazılı olsa da olmasa da Adalet’ten yoksundur.
Adalet yazılı yasalara ve toplumsal geleneklere uyum/uygunluk olsaydı ve aynı insanların iddia ettiği üzere, eğer her şey yarar terazisine vurulsaydı, o zaman herkes kendince yararlı/faydalı gördüğü şeyi elde etmek için -eğer becerebiliyorsa- yasaları çiğnerdi. Dolayısıyla, Doğa’da olmasa Adalet olmaz; yararda temellenen bu Adalet türü, bizatihi yarar tarafından yok edilirdi. Ve eğer Doğa Adalet’in temeli olarak görülmeyecekse, bu (toplumun temellendiği erdemin/faziletin) mahvoluş anlamına gelir. Nerde kaldı âlicenaplık ya da vatan sevgisi ya da sadakat ya da yardımlaşma eğilimi ya da minnet duygusu? Tüm bu erdemler türdeşlerimizi (diğer insanları) doğal olarak sevme temayülümüzden kaynaklanır ve Adalet’in temelinde bu yatar. Aksi halde sadece türdeşlerimizi değil, tanrılar için yapılan ayinleri, törenleri de unutur gideriz. Ben bunların korku saikiyle değil, insan ile Tanrı arasında mevcut yakın ilişki nedeniyle sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Adalet ilkeleri insanların kararına ya da prenslerin fermanına ya da yargıçların hükmüne dayandırılsaydı, o zaman Adalet -halkın da onayıyla- hırsızlığı, zinayı, sahteciliği onaylardı. Şayet ahmaklar vardıkları hükümlerle Doğa yasalarını değiştirilebilecek kadar büyük güce/iktidara sahipse, o zaman neden kötü ve muzır olanın iyi ve hayırlı olduğunu buyurmuyorlar? Ya da şayet bir yasayla Adaletsizliği Adaletli yapabiliyorlarsa, kötüyü de iyi yapamazlar mı? Gelin görün ki, iyi yasalarla kötü yasaları tefrik ediyor ve bunu sadece doğa standartlarına başvurmak suretiyle yapıyoruz. Doğa’nın tefrik edebildiği tek şey Adalet ve Adaletsizlik değildir elbet; Doğa istisnasız olarak haysiyetli ve haysiyetsiz olanı da tefrik eder. Nasıl ki şeyleri ayırt edip zihnimizde formüle etmemiz her birimizde var olan akıl/mantık sayesinde mümkün olmaktaysa; haysiyetli davranışı meziyet, haysiyetsiz davranışı ahlak bozukluğu olarak tanımlayan da zihnimizdir. Bunların Doğa tarafından belirlenen sabit hükümler değil, birer görüş meselesi olduğunu, ancak bir deli iddia edebilir. Dili yanlış kullanarak bir ağacın veya bir atın meziyetinden bahsedecek olsak bile, bu bir görüş meselesi değil, Doğa hükmüdür. Şayet meziyet bir görüş meselesi olarak değerlendirilecekse, o zaman ona dair birkaç şey daha dikkate alınıp öyle değerlendirilmelidir; örneğin kim bir insanı sağduyulu olarak değerlendirip bunun kendi yapısında olmadığını söyleyebilir? Çünkü erdem tam anlamıyla gelişmiş bir akıl/idrak demektir ve bu kesinlikle doğaldır; dolayısıyla haysiyetli olan her şey aynı zamanda doğaldır.75
Ve akıl, Devlet yaşamında yer almak için doğduğunu (var olduğunu) idrak edince, sadece alışılmış tartışma yöntemini değil, bunu daha üretken kılan süreklilik yöntemini de uygulamak suretiyle, örneğin ülkelerin nasıl yönetilmesi, yasaların nasıl yapılması, kötülerin nasıl cezalandırılması, iyilerin nasıl korunması, başarının nasıl ödüllendirilmesi gerektiğini düşünecek; yurttaşlarının onayını alacak şekilde, onların iyiliği ve yararına dönük yönergeler yayınlayacak; onları haysiyetli davranmaya yönlendirerek yanlış yapmalarını önleyecek, zor durumda olanlara destek olacak ve cesaret sahibi akıllı insanların davranışları ve öğütleri kadar kötülerin alçaklıklarını da sonsuza dek hafızalarda kalacak şekilde bir kuşaktan diğerine aktaracaktır.
* Cicero, Concerning the Laws, Harvard University Press, 1918.