I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Yaratıcı Evrim*

Henri Bergson

Yirminci yüzyıl sadece mekân, zaman ve “madde” hakkında yeni anlayışlar açısından değil, aynı zamanda hayat ve evrim hakkında yeni spekülasyonlar açısından da gayet üretken olmuştur. Bu spekülasyonlardan bazılarını burada göreceğiz, bunları yaratanların ilki Fransız filozof Henri Bergson’dur (1859–1941). Kendisinin en etkili çalışması olan Yaratıcı Evrim’den (1907) alınan bölümler aşağıda yer almaktadır. George Bernard Shaw, 1921 yılında yaratıcı evrimi şöyle tanımlamıştır: “Sahte Hıristiyanlığın ve şüpheciliğin küllerinden ve mekanikçilerin ve neo-darvincilerin ruhsuz tasviplerinden ve kör inkârlarından doğan Yirminci yüzyılın dini.” Evrime dair yeni bakış açıları hakkında okuyucu aynı zamanda Teilhard de Chardin’in eserinin sonuç bölümünü de okuyabilir.

Yaşamın evrimine dair tarih, şimdiye kadarki tamamlanmamış haliyle bile, kesintiye uğramamış bir ilerlemeyle, insana varana kadar tüm omurgalılar arasında yükselen bir çizgide aklın nasıl biçimlendiğini zaten göstermektedir. Bize ayrıca anlama kabiliyetinin, davranış kabiliyetinin bir alt kolu olduğunu gösterir; yaşayan varlıkların bilincinin, onlar için oluşturulan varoluşun şartlarına çok daha kesin, çok daha kompleks ve esnek olarak uyum sağlamasıdır bu. Bunun sonucunda aklımız, kelimenin dar anlamıyla, bedenimizin çevresine mükemmel biçimde uyum sağlamasını güvence altına almak, kendisine göre dış eşyalarla ilişkileri tasvir etmek – kısacası eşyayı düşünmek – amacındadır. Bu denemenin varacağı sonuçlardan biri de budur. İnsan aklının kendini cansız nesneler arasında, daha kesin olarak söylemek gerekirse katı cisimler arasında rahat hissettiğini görmeliyiz. Hareketlerimiz dayanak noktasını ve çabalarımız ise ihtiyaç duyduğu aletleri katı cisimler arasında bulur; düşüncelerimiz katı cisimlere göre şekillenir; mantığımız esas olarak katı cisimlerin mantığıdır ve bunun neticesinde zekâmız geometride zafer kazanır. Zira geometride mantıksal düşünceyle düzensiz maddelerin arasındaki bağlantı açıklanmaktadır ve akıl, deneyimle olası en ufak temasın ardından sadece doğal izleğini takip etmektedir, çünkü keşiften keşfe gidecektir ve şurası kesindir ki deneyim onu takip edecek ve değişmez biçimde haklı çıkaracaktır.

Ama buradan yola çıkarak şu sonuca da ulaşmak gerekir: En saf mantıksal haliyle aklımız yaşamın gerçek doğasını, evrim hareketinin tam anlamını temsil edecek yetenekten yoksundur. Belli koşullarda, belirli şekillerde davranmak için yaşam tarafından yaratılmış olduğuna göre, kendisinin içinden çıktığı ve sadece bir yanını oluşturduğu yaşamı nasıl kavrayabilir ki? Kendi yoluna devam eden evrimsel hareket tarafından yaratılan şey nasıl olur da evrimsel hareketin kendisine uygulanabilir? Aynı şekilde parçanın bütüne eşit olduğu, etkinin sebebini içerdiği veya kumsaldaki çakıl taşının, onu oraya getiren dalganın biçimini gösterdiği de iddia edilebilir. Aslında, düşünce kategorilerimizden hiçbirinin – birlik, çokluk, mekanik nedensellik, zekânın kesinliği v.b. – hayattaki şeylere tam anlamıyla uymadığını hissederiz: kim bireyselliğin nerede başlayıp son bulduğunu söyleyebilir - canlı varlık tek midir çok mudur, birçok hücre birleşerek bir organizma mı oluşturur yoksa organizma hücrelere mi bölünür? Beyhude şekilde hayatı bu ya da şu kalıba uymaya zorlarız. Tüm kalıplar kırılır. Bizim onların içine sokmaya çalıştığımız şey için çok dar ve her şeyden önce çok serttirler. Cansız şeyler arasında kendinden son derece emin olan düşüncemiz bu yeni zeminde rahatsız olur. Sadece düşünceyle yapılan biyolojik bir keşiften bahsetmek zordur. Ve sıklıkla, deneyler sonunda bizlere hayatın belirli sonuçlar elde etmek için nasıl çalıştığını gösterdiğinde, hayatın hiçbir zaman düşünmediğimiz çalışma yolunu görmüş oluruz.

Şimdilik evrimci felsefe, düzensiz maddeler alanında başarılı olmuş yöntemini hayata ilişkin şeylerde de kullanmakta tereddüt etmiyor. Buna da, bize akılda bölgesel bir evrim etkisi göstererek başlıyor; yaşayan varlıkların, kendi eylemleri için açılan bir geçitteki geliş ve gidişlerini aydınlatan, belki de tesadüfen bulunan bir ateşi gösteriyor! Ve bizlere az önce söylediği şeyi unutarak, tüneldeki bu soluk ışıklı feneri dünyayı aydınlatan bir güneşe dönüştürüyor.

***

Akıl, sadece sürekli olmayan şeylere dayanarak berrak bir düşünce biçimlendirir.

***

Akıl, sadece hareketsizlikten bile berrak bir düşünce biçimlendirir.

***

Akıl, yaşamı kavramada doğal bir kabiliyetsizlikle karakterize edilmiştir.

Bunun aksine, içgüdü, yaşam biçiminin kalıbına dökülmüştür. Zekâ, her şeye mekanik olarak yaklaşırken, içgüdü organik denebilecek bir şekilde ilerler. Eğer ki onun içinde uyuklayan bilinç uyanabilse, harekete geçmek yerine bilgi üretebilse, bizler sorabilsek ve o cevap verebilse bize yaşamın en mahrem sırlarını verirdi.

***

İçgüdü, duygudaşlıktır. Eğer ki bu duygudaşlık kendi amacını genişletebilirse ve aynı zamanda kendi üzerine yansıtabilirse, nasıl ki gelişmiş ve disipline olmuş zekâ bizlere madde hakkında rehberlik ediyorsa, o da bizlere aynı şekilde hayati faaliyetlerin anahtarını verirdi. Çünkü çok sık tekrarlayamasak da, zekâ ve içgüdü farklı yönlere dönüktür; ilki maddeye, diğeri hayata. Zekâ bize, kendi işi olan bilim sayesinde, fiziksel faaliyetlerin sırlarını gitgide daha eksiksiz biçimde getirir; hayat hakkında getirdikleri, aslında getirdiğini iddia ettikleri ise atalet terimlerine çevrilmiş haldedir. Hayatın çevresinde dönüp durur, onun mümkün olan en fazla görüntüsünü dışarıdan alır ama içine girmek yerine onu kendisine çekmeye çalışır. Ama sezgi bizi hayatın içine götürür – sezgi derken kastettiğim şey tarafsız, bilinçli, amacını yansıtabilen ve onu sonsuz biçimde büyütebilen bir içgüdüdür.

Bu türde bir çabanın imkânsız olduğunu kanıtlayan şey, insanda normal algısının yanı sıra estetik yeteneğinin var olmasıdır. Gözlerimiz yaşayan bir varlığın özelliklerini ancak bir araya getirilmiş olarak görebilir, ortaklaşa biçimde organize edildiğini göremez. Hayatın eğilimi, yani belirli hatlar boyunca hareket eden, onları bağlayan ve belirginleştiren o basit hareket gözden kaçar. Eğilim ancak, bir sanatçının kendisini bir tür duygudaşlıkla nesnenin içine yerleştirerek ve sezgisel bir çabayla uzamın kendisi ve modeli arasına koyduğu engeli yıkarak elde etmeye çalıştığı şeydir. Estetik sezginin, harici algı gibi, sadece bireylerde mevcut olduğu doğrudur. Ancak genel olarak hayata yönelik, sanatla aynı yönde yürütülen bir sorgulama hayal edebiliriz – fiziksel bilimler gibi bu sorgulama da dışsal algıların gösterdiği yönde sonuna kadar gider ve münferit olguları genel yasalar haline getirir. Şüphesiz bu felsefe asla kendi alanında, bilimin kendi alanında elde ettiği bilgiyle karşılaştırılabilecek bir bilgi elde edemez. Zekâ, genişletilip sezgi biçiminde saflaştırılmış olsa bile, içgüdünün etrafında dönüp durduğu ve muğlak bir sis oluşturduğu, parlak bir çekirdek olarak kalacaktır. Ancak sözde bilgi saf zekâya tahsis edildiğinden sezgi bize zekânın veremediği şeyleri verebilir ve nasıl ekleneceğini gösterir.

* Henri Bergson’un Yaratıcı Evrim, 1911, Henry Holt and Company, Inc. Sayfa IX-X, 154–155, 165, 176-177.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.