I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)
ENDİŞE ÇAĞI
ALT BAŞLIKLAR
  1. YİRMİNCİ YÜZYILIN ANLAMI ÜZERİNE
  2. DİN VE ŞÜPHECİLİK
  3. YENİ AYDINLANMAYA DOĞRU
  4. İNSANIN DOĞASI
ÖNSÖZ
I

Yeni yüzyılın (Yirminci) başlangıcında, Batı Avrupalıların çoğu, dünyada hâlâ her şeyin yolunda olduğu düşüncesinin huzur veren güvencesi altında yaşıyordu ve öyle ya da böyle, akıl sahibi insan ile makinenin yenilmez birleşimi bu düşünceyi çok geçmeden gerçek kılabilirdi. Elli yıl sonra bu güvence kayboldu ve yerini yaklaşan umutsuzluk havasına bıraktı. Bu yüzyılın ortalarında basılan üç roman, George Orwell’in 1984’ü, C. Virgil Gheorghiu’nun 25. Saat’i, Arthur Koestler’ın Hasret Çağı, H. G Wells’in daha önceki ahenkli iyimserlik havasının geçip gittiğine işaret eder. “Batı Medeniyetleri” diye başlar sözüne Gheorghiu’nun kitabındaki karakter, “25. Saat’lerine” ulaşmıştır: insanlığın kurtarılmanın ötesinde bulunduğu saate.”

Yirminci yüzyıl ne anlama geliyor? Bunun cevabını, ne entelektüel tarihçiler biliyor, ne de aslında başka biri. Bilinen tek şey, Batı Avrupa’nın Dini Çağ’dan veya Bilim Çağından niteliksel olarak farklı olan bir çağa girmiş olmasıdır. Bizim zamanımızda, dini canlanma gibi bir durum meydana gelmiştir fakat din hiçbir şekilde Aziz Thomas Aquinas ve Luther’in zamanında olduğu kadar kültüre hâkim olmamıştır. Son iki yüzyıl çok büyük bilimsel ilerlemenin meydana geldiği bir dönem olmuştur, fakat artık bilim “kutsal inek” yani eleştirilemez bir kurum değildir. Yirminci Yüzyıl, önceki iki yüzyılın sağlamlığından, samimiliğinden ve kesinliğinden yoksundur. On Sekiz ve On Dokuzuncu yüzyılın “gün ışığı dünyası” ile karşılaştırıldığında bir “gece karanlığı,” bir “endişe çağı”dır.1

“Endişe,” burada kullanıldığı şekliyle, kontrol kaybı duygusuyla ruhun yalnızlığını birleştiren zihnin bir hâlini, durumunu ifade eder. Son yüzyılın kendinden emin burjuvalarının aksine, Avrupalı bireyler, kendi kaderleri üzerindeki kontrollerini kaybettiklerini sıklıkla hissetmektedir. Aynı şekilde, kolektif ulus ve kolektif uygarlık, siyasi ve ekonomik kaderini artık tamamıyla kendisi kontrol edememektedir. Bu şartlar altında birey, yarınını belirleyecek olayların şokunu endişe içinde bekleyerek amaçsızca sürüklenir. İlk olarak Hıristiyanlığa, ardından da burjuva anlayışına kafa tuttuktan sonra, şimdi bu olayların atfedilebileceği değerler standardının faydasından yoksun yaşamaktadır. Bu durumun totaliter Führerler tarafından kolayca yararlanılabilecek, tehlikeli bir haletiruhiye olduğunu belirtmeye gerek dahi yok.

Endişe, Batı Avrupalılar arasında 1914’den beri haklı sebeplerle yükseliyordu. Dışarıdan ve içerden sömürgelerin ortaya çıkması oldukça rahatsız ediciydi. Her iki tarafı da yok eden savaşlarla ölçülemeyecek derecede zayıflayan, bir zamanlar yaradılışın efendisi Avrupa, Doğu ve Batı’nın süper güçleri arasında, askeri bakımdan daha aşağı bir seviyede, ekonomik açıdan da bağımlı olarak, kendini sıkışmış bir durumda bulmaktaydı. Avrupa’nın içerisinde ve aslında başka yerlerde de, teknolojik devrim, bireyi önemsizleştiren Büyük Makineyi (güçlü devlet, parti, şirket, sendika, en üst düzey askeri silahı) oluşturmuştu. Avrupalı yazarlar, birkaç isim vermek gerekirse, Dava’daki Franz Kafka, Aldous Huxley ve Orwell, bu büyüklük temasını ciddi biçimde ele almıştır. Makine’nin karşısında “kendi kendine yetme” hakkında konuşma; son derece saçma, bayat ve alakasız olur. Avrupa refahının ve sosyal istikrarının yıkılması da ayrıca endişenin genel olarak artmasında pay sahibidir. On Dokuzuncu yüzyılda değer bulan “zamanın bereketi” kavramını, Yirminci yüzyılda Avrupa, özellikle 1930’lardan beri tadamamıştır. Bir zamanların azametli burjuvazisi, en bariz şekilde Almanya’da olmak üzere, felakete sürüklenmiştir ki bu husus, sanayileşmiş medeniyetlere has köksüzlüğü vurgular. Bu yetmezmiş gibi, Avrupalılar, milletler arasında barışın olmadığı bir dünyaya ayak uydurmak zorunda kalmıştır. İnsanın irrasyonelliği ve potansiyel acımasızlığına dair Freud’un kendilerine ders vermesine ihtiyaçları yoktur; çünkü topyekûn savaşların kaçınılmaz sonuçları olan virane şehirler, toplama kampları ve halen devam eden savaş tehdidi, insana kendi insaniyetsizliğinin hikâyesini anlatmaya yeter. Sosyal çözülme ve fiziksel acı döneminde, sadece zihinsel ıstırap ve (sıklıkla marazî olan) içine kapanma beklenen sonuçlardandır2.

Fakat modern endişenin kökleri daha derinlere gitmektedir. 19. yüzyılın liberalleri, insanların beklentilerini çok yükseklere çekmiştir. 20. Yüzyılda, evvelce tahmin edildiği üzere kurtla kuzu bir arada yatmadığı zaman, gerçekleri görmeye başlamak, toplumda kanser gibi yayılmıştır. Pitirim Sorokin aşağıdaki ifadeleri yazdığında, oldukça genel bir kanıyı dile getirmiştir: “Dünya Savaşı ve ondan sonraki gelişmelerin çoğunun hayret verici olduğunu itiraf etmekten çekinmiyorum. … Barışın ilerlemesini bekliyordum, savaşın değil; toplumun kansız bir biçimde yeniden yapılandırılmasını bekliyordum, kanlı devrimleri değil; daha asil bir kisvede insancılığı bekliyordum, toplu katliamları değil; hatta belki demokrasinin daha iyi bir şeklini, despot diktatörlükleri değil; bilimin ilerlemesini bekliyordum, doğru adı altında otoriter diktayı ve propagandasını değil; insanın çok yönlü ilerlemesini bekliyordum, tekrar barbarlığa sapmasını değil.”3

Hepsi bundan ibaret değildir. Modern insan, iddia edildiği üzere manevi bir boşlukta yaşamaktadır. T. S. Eliot’dan alıntılarsak, o, çorak bir ülkede yaşayan, içi oyuk, kof bir adamdır (a hollow man living in a wasteland). Bilim ilerlemeyi garanti ettiği, makul sosyal istikrar sağlandığı sürece, birçok entelektüel, “anlamsızlık felsefesi” ile oldukça rahat bir şekilde yaşayabilir. Huxley’in ‘20’lerdeki ilk romanlarında yer alan karakterler, manevi olarak güçsüz hayatlar yaşıyor gibi görünseler de, her ne şekilde olursa olsun hiçbir ciddi içsel karara varma ihtiyacı duymazlar; çünkü kupon kesmek ve Victoria dönemi ahlak ve geleneklerine burun kıvırmakla meşguldürler. Fakat burada bahsi geçen insanları, savaş halinde olan bir dünya ile barbarların elinde bulunan bir bilim manzarasıyla karşı karşıya bırakırsanız, evrende kendilerini yapayalnız bulurlar. Onların arasından en yaratıcı olanı, bir şeye inanmak isteyecektir. Hal böyle iken, tarihi sebeplerden dolayı, herhangi bir şeye inanmaları için yeterli donanımları olmayacaktır. Bu, modern insanın ikilemidir. İngiliz filozof C.E.M. Joad, bu durumu “çöküş” olarak adlandırır. Her nasıl adlandırırsanız adlandırın, bu durum, son yüzyılda Matthew Arnold’ın bile ihtimal vermeyeceği entelektüel bir anarşi yaratmıştır.

Endişe veya endişe fikri, modern düşüncelere her açıdan sızmıştır. Baktığınız hemen her yerde onu görebilirsiniz: Freud psikolojisinde, varoluşçuluk felsefesinde, şiirde ve romanda, dini dilde, tarihi “işaretler”de ve tabii ki çağdaş siyasî hareketlerde. Yalnızca kitap başlıklarından bile, pek çok yüksek sınıf entelektüelin medeniyetleri hakkında ciddi kaygılar taşıdığını çıkarmak mümkündür. Batı’nın Çöküşü, Mantıksızlık Çağımız, Son Sınırında Akıl, Veba, Sıkıntılı Uyku, Kriz Çağı - bunlar ve diğer başlıklar, On Dokuzuncu yüzyılla büyük ölçüde uyuşmayan bir tür “kriz düşüncesi”ne işaret etmektedir.

Bu kriz düşüncesinin esası, liberal çağın ikiz tanrıları Bilim ve İnsan’a karşı olan bariz davranış değişikliğidir. Philipp Frank gibi mantıksal deneyciler, hiç şüphesiz, insanın bütün büyük problemlerini çözmede doğru bilim metodunun her şeye gücünün yeteceğine halen inanmaktadır. Marksistler, sosyal sistemlerini bilime dayandırdıkları iddiasındadır ve “çöken” Batı ile gerçekçilikten yoksun olduğu için alay ederler. Bununla birlikte, ‘bilimin sınırları tabiri’, bazı bilimadamları ve filozoflar da dahil, birçok insanın, bilimin bize gerçekliğin eksiksiz resmi gibi bir şey verebileceğini düşünmediğini göstermektedir. Daha da önemlisi, bilimadamlarının kendileri, pek de az can yakmayan bir eleştiriyle karşımıza çıkmışlardır. Örneğin, Huxley, bazı deneylerinin aptallığını yerer (bkz. Acayip Esrar, Shearwater karakteri). Ortega y Gasset bilimle uğraşan insanları ve günümüz teknisyenlerini kendi özel sahalarında uzmanlaşmış, bu sahalar dışında barbar olan “okumuş cahiller” şeklinde adlandırır.

İfade edilen ana korku, belki de ahlaki değerleri hiçe sayan, umursamaz insanların eline geçen bilimin verdiği güçtür. Naturmensch -hem kültürel hem de psikolojik nedenlerden dolayı irrasyonel olan insan -20. yüzyılın büyük bir keşfidir. “Dünyanın gezegenler sistemimizin merkezinde yer aldığı düşüncesinin sona ermesi gibi, mantıklı ve doğru düşünen bir insanın da entelektüel sistemimizin merkezinde bulunması son bulmuştur.”4

Şüphesiz ki Sigmund Freud, “Zuyder Zee’nin suyunun çekilmesi gibi”, insanın tutkularını yeniden canlandırma olasılığına inanan ilk ve en önemli bilimadamıydı. Bununla birlikte, Freud, insan benliğinin ancak büyük zorlukla kontrol altına alabileceği “id”in alt dünyasını bütün fantastik şekilleriyle ortaya çıkarmıştır. Freud’un kişilik harita’sı Locke’tan daha çok Calvin’inkine (Schopenhauer ve Nietzsche’ninkine de) benzer. Freud’a göre insan, tabiatı gereği irrasyonel ve antisosyaldir, genellikle farkında bile olmadığı bazı ilkel içgüdüleriyle hareket etmektedir. Üzerinde hemfikir olunan Victoria tarzı insan modeli, Freud’un analizinin delip geçen ışınları içinde âdeta eriyip gider. İsteklerin görünürde mantık ve akıl üzerinde bir önceliği vardır; “id neredeyse ego da orada olmalıdır.” Fakat psikanaliz yoluyla egonun (insan doğasındaki zekâ ve kontrol mekanizması) kuvvetlendirilmesiyle bile insan yine de endişeden ve acı çekmekten tamamıyla kurtulamaz. Freudyen görüşe göre medeniyet insanın içsel çatışmalarının makul biçimde çözümlenmesine bağlıdır. Ortega, insanın kötülük potansiyelinin Freud kadar farkındadır, fakat bu durumun Yirminci yüzyıldaki özel tezahürünü daha çok kültürel analizlerle ele alır. Ona göre Avrupa medeniyeti, Sanayi Devrimi tarafından ortaya atılan kitleleri hazmedememiştir. “Bugüne hükmeden insan, medeni dünyanın ortasında yükselen ilkel bir Naturmensch’dir”.5

İlkeldir; çünkü onu ırkının geleneksel kültürü içerisinde eğitmek için zaman olmamıştır. Naturmensch, medeniyetin tüm parçalarını kontrol eder, fakat onları mümkün kılan ilkeleri anlayamaz. 1930’ların liberal devlet adamları, Freud ve Ortega’yı okusaydı, faşist çılgınlıkla baş edebilmek için daha iyi hazırlanmış olurlardı.

Avrupalı varoluşçular insancı olduklarını iddia etmektedir fakat aynı zamanda insanın durumuna ilişkin endişelerini de dile getirmektedirler. Paul Tillich, varoluşçuluk felsefesini “insanın Yirminci yüzyıldaki durumunun bir aynası” olarak tanımlar. Daha da özele inersek, varoluşçuluk, Almanya’nın 1920’lerdeki durumunu, özellikle Alman istilası esnasında ve öncesindeki Fransız havasının hâkim olduğu zamanı yansıtır. (Daha sonra bir Nazi olan) Martin Heidegger, insanı evrene amaçsızca gönderilmiş olarak resmeder ve onun varoluşunun aynı zamanda “var olmadığı” (ölüm) anlamına gelmesi yönüyle de, “endişe” ile sürüldüğünü belirtir. Fransız Direnişi’nin liderlerinden biri olan Jean-Paul Sartre, bu tür olumsuz düşünceleri olumlu eylem ihtimalleriyle birleştirmeyi denemiştir. “İnsan özgürdür” der, “seçim yapmada ve değerlerini yaratmada özgürdür”. Fakat “insan özgür olduğu için kınanır”; özgür insan “ıstırap”, “kimsesizlik” ve “ümitsizlik” demektir; çünkü anlamsız bir dünyada yaşarak yaptığı gibi, bütün tercihlerinden yalnızca kendisi sorumludur. Yirminci yüzyılın iyi bir kısa hikâyesi olan Veba’da Albert Camus şu sonuca varır: “İnsanlarda hor görülecek şeylerden çok takdir edilecek şeyler vardır” fakat kötünün kuvvetlerine karşı kazanılan zaferin tadı, “veba mikrobu iyi için asla ölmez veya kaybolmaz” bilgisiyle daima törpülenmelidir. Kitaplıklarda veya sandıklarda yıllarca cansız yatabilir ama “insanların felaketi veya aydınlanması” için uyanacağı gün gelebilir.

Şu anda devam eden endişe havası, edebiyata ve dini düşüncelere de yayılmaktadır. Birçok çağdaş edebi eser, akıl hastanesini andırır. Büyük şairlerin ve romancıların çoğu, dağılmış kişiliklerle dolu, çok hızlı bir sosyal çözülmenin içinde yer alan bir dünya tanımlarlar. Sembolist diye adlandırılanlara göre, dış dünya, tahammül edilemeyecek kadar korkunç bir yer olarak görünür. T.S Eliot, dünyayı, içinde hiçbir bitkinin yetişmediği ve insanların üremediği, aciz bir kral tarafından yönetilen çorak bir ülkeye benzetir. Ne yağmur bu çorak ülkeyi sulayacaktır (her ne kadar bu Eliot’un kendi hükmü olmasa da), ne de insanoğlu onu şekillendirip değiştirebilecektir. Bu yüzden, şair sembollerce harekete geçirilebilecek zamansız hayal dünyasına sığınmalıdır. Romancılar arasında, Kafka’nın da ilerleme ve adalet arayışında olan bireyleri ezen kötü güçlerin insanın dünyasını nasıl kontrol ettiğini göstermek adına ıstırapları vardır. Thomas Mann’ın Büyülü Dağ adlı eseri, burjuva toplumunun hastalığını ve onun ideolojisine her yönden yöneltilen tehditleri inceleyen romanların bir araya getirilmiş olanlarının en mükemmelidir. Bilinç akışı tekniğini kullanan Proust, Joyce ve Virginia Woolf, modern insanın içsel bütünlükten yoksunluğunu ve ona mutluluk veremeyen bir dünyada yalıtılmışlık hissini ortaya koyarlar. Bunun dindeki karşılığı, günah ve kötülüğe olan saplantıdır. Kierkegaard ilahiyatı (ki şu anda büyük bir canlanma safhasından geçmektedir) ve Karl Barth, insan ve Tanrı arasında mutlak bir düalizm olduğu inancında hemfikirdirler. Barth’ın deyimiyle, Tanrı “bütünüyle diğer”dir; görelilik ve yozlaşmaya batmış insanoğlu, yaratılmıştır ve alttadır. Birkaç yıldan beri Barth, “bunalım ilahiyatı”na ilişkin vaaz vermektedir; söz konusu vaazlar, ilk günah ile insanın ilahi bağışlanmaya ihtiyacının olduğuna inanmayan Modernist ilahiyatının günahına ve Tanrı’nın insanoğlunu yargılamasına dairdir. Francois Mauriac ve Graham Greene’nin Katolik romanlarında da günah büyük ölçüde yer alır. Greene, inancın kendisine evvela şiddet ve zulümle ilişkili bir şey olarak geldiğini anlatmaktadır. “Kişi cehenneme inandığı için cennete inanmaya başladı.”6

Çağdaş tarih felsefeleri de hemen hemen aynı hikâyeyi anlatır. Tarihin bizzat anlamına dair kitapların çok sayıda ve popüler oluşu, Batı Avrupalıların kendi medeniyetlerinin kaderi ve niteliği hakkında ani bir endişe geliştirdiklerini göstermektedir. Bu felsefelerin en çarpıcı tarafı, On Yedinci yüzyıldan bu yana geçerli olan tarihin çizgisel (lineer) yorumunu inkâr etmeleri ve dairesel teorilerinin dirilişidir. Ve onların hepsi, kültürel yozlaşma olgusundan fazlasıyla etkilenmişlerdir. Bütün kültürlerin kariyerlerinde bir yerlerde yaratıcı güçlerini kaybettikleri söylenmektedir ve bu kültürler bir gün gelip yok olabilirler. (Örneğin Toynbee, dünya tarihinin yirmi altı medeniyetinden yirmi beşinin fiili ölümünü tarif etmektedir). Batı, şu anda kendi “sıkıntı dönemini” tecrübe etmektedir. Burada eğilim, söz konusu sıkıntıları medeniyetin maddi yönünün gelişimine atfetmek yönündedir. Albert Schweitzer bunu etik olarak alakasız bir bilgi şeklinde adlandırır. Bir zamanlar Marksist olan Nikolas Bardyaev bu yozlaşmayı, diyalektik olarak ele alır: Batı kültürünün insancı tarafı, insanlıktan çıkmaya yol açan makineyi yani kendi karşıtını üretmiştir. Bu filozoflardan hiçbiri Oswald Spengler kadar ümitsiz değildir. Fakat geleceği gözden geçirebildikleri için, tüm bunların nasıl sona ereceği hakkında önsezileri vardır.

II

Zamanımızdaki bu endişe tezahürleri, totaliter anlayışın güçlü albenisini ve aslında “dine dönüşü” anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Yakınlarda Fransa Ulusal Meclisi’nden bir komünist vekil, Sartre’yi Mauriac’ı, Malraux’ı ve Koestler’i eleştiren Mezarlık Edebiyatı adında bir kitap yazdı. Bu kitabında R. Garaudy, modern dünyanın endişesine çare olarak komünizmi önermektedir. Bu, “yeni hayat zevki”dir; “karmaşa ve boşluk gibi görünende bir amaç bulmaya karşı şiddetli bir arzu”dur. Koestler’in çok farklı bir bakış açısıyla yazılan Hasret Çağı adlı eseri de aynı temaya değinir: Hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şey ümit etmeyen Batılılar, totaliter rejimin sağlamayı iddia ettiği akıl güvenliğinin özlemini çekmektedir. Günümüzde “din değiştirmelerin” büyük oranlara varması, bunu tasdik eder. Eski komünistler, komünizmin bir zamanlar onları ne kadar kuvvetle kendine çektiğini itiraf etmektedir. Aralarından bazıları, bir zamanlar London Daily Worker’ın haber editörü olan Douglas Hyde gibi, çabucak Roma Katolikliğine geçmiştir. Din değiştirenlerden veya dine yeni yeni yönelen entelektüellerden bazılarına, şair T.S. Eliot, Romancı Evelyn Waugh, Aldous Huxley, tarihçi Toynbee, C. S. Lewis, psikanalist Karl Stern ve bilimadamları Max Planck ile Lecomte du Noüy örnek gösterilebilir. Kendisi bir dini uyanış, canlanış örneği olan Dorothy Sayers, dinin iki yüzyılda en iyi imkânı elde ettiğini belirtmiştir; belki de çok haklıdır.

Yirminci yüzyılın iki büyük totaliter sistemi arasında, ilk bakışta, büyük bir uçuruma çare bulunmuş gibi görünmektedir. Komünistler ve faşistler birbirlerini aforoz etmekte ve ölümcül bir dövüş sürdürmektedirler. Fakat farklılıkların altında, modern endişelerden çıkar sağlayabilmiş ortak bir fikir akımı yatar. Her ikisi de farklı yollarla, “aydınlanma” ve bireyselliğe inancıyla burjuvazi döneminin geride kaldığını ifade etmektedir. Thomas Mann Büyülü Dağ adlı eserinde, post-Versailles dünyasındaki burjuva liberalliğinin zor durumunu tasvir eder. Voltaire, Condorcet ve Mazzini’yi bir karakterde birleştiren Ludovico Settembrini, hasta olarak resmedilir ve romandaki bütün karakterler, İsveç sanatoryumundan arkadaştırlar. Aynı zamanda zorlu rakiplerce çevrelenmişlerdir. Bu rakiplerden biri, totaliterliği temsil eden ve Settembrini’yi düelloya davet eden kötü niyetli eski Cizvit Naphta’dır. Naphta gibi komünizm ve faşizm de, Batı’nın büyük bir kesiminde iki yüzyıldır hüküm sürmüş liberalizme meydan okumaktadır.

Faşizm, komünizme oranla, daha anti-rasyonel ve anti-entelektüeldir. Cazibesinin çoğu buradan kaynaklanır. Ekonomik bozulmadan muzdarip olan ve yenilgiyle gururu kırılan veya zafer “soygununa” maruz kalan Almanlara ve İtalyanlara, özgürlükten bıkan ve “ait olmak” arzusu taşıyan tüm insanlara, faşist demagoglar, hiçbir mantığın ve maddi gücün tek başına asla başaramayacağı şeye ulaşabilecek kolektif isteğin gücünü ilan ettiler. Faşistler, “arta kalanların” (mantık temelli olmayan duygular ve ideallerin) “türemeleri” (mantıklı düşünmeyi) belirlediği konusunda Pareto’yla hemfikir olmuşlardır ve Sorel’le bütün büyük sosyal akımların, bir ‘mit’in desteklenmesinde yer aldığı konusunda- mesela duyguları içgüdüsel olarak uyarabilen bir imgeler bütününde- hemfikirdirler. Faşistler, Mare Nostrum ile ‘Kan ve Toprak’ mitlerine karar vermiş, bu noktada Yirminci yüzyılda birçok insanla, güçlerini birleştirmiştir. Bu insanlardan bazıları, doğruyu “sezgiyle” ya da aklın da üstünde bir yolla bulacağını iddia eden oldukça ünlü kişilerdi. Komünistlerin toplumsal hareket felsefelerini, rasyonel bir diyalektik ile evrenin bilimsel bir bakış açısına dayandırmadaki dikkatlerine rağmen, onlar da bütün dogmacılar kadar, anti-entelektüeldirler. Diyalektiğin mutlak bir insan bilgisi oluşturmasıyla Lenin, Marksizm’i “katı bir çelik bloğu” olarak adlandırdı, ondan hiçbir şekilde sapma olmamalıydı. Lenin’e göre, parti üyeleri açısından dahi özgür rasyonel eleştiri; ilke eksikliğine, “suçlu vicdana” ve “ruhun fakirliğine” işaret ediyordu. Bu durumda, Lenin’in, oluşturulma amacı “düşünce alanını genişletmek değil de azaltmak olan” 1984 romanındaki “Newspeak” gibi yeni bir resmi dil uydurması düşünülebilir.

Hem faşizm hem de komünizm, bireyi büyük bir kolektif bütüne, ırk ve devlete, sınıf ve kolektif işçiye çekebilirdi. Böyle sistemlerde, bireysel özgürlükçü anlayıştaki ahlak âdeta ortadan kaybolmaktadır. Ahlak, Üçüncü Reich’i, ya da sıkı bir şekilde tarih tarafından belirlenen sınıfsız bir toplumu gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa yapmak anlamına gelir.

III

Batı Avrupa, tam anlamıyla entelektüel mi? Batı Avrupalılar, içsel kaynaklar ya da yeni ve daha büyük bir medeniyet yaratma isteği olmaksızın, bir çağın sonuna vardılar mı? İrrasyonelliğin ve ilkelliğin kuvvetleri, her şeyi önünde sürükleyip, Avrupa’yı, geri dönülmesi imkânsız olan yeni bir barbarlığa mı sevk edecek?

Kabul etmek gerekir ki, belirtiler hayra alamet değildir. Belki de hiçbir zamanda, 1930’lar ve 1940’larda yetişenler kadar, böylesine köksüz, böylesine ırkının entelektüel geleneklerinden kopmuş bir nesil olmamıştır. Ortega’nın 1930 yılında yazdığı şey bugün belki daha da doğrudur: “Hiç kimse yakın gelecekte insanın hangi merkezlere doğru çekileceğini bilmiyor; dünya hayatı, şaşırtıcı derecede geçici bir haldedir... Bugünkü hayat, tarihi buyruğun var olmuş ve var olacak iki kurumu arasındaki boş bir uzamın, bir ara dönemin ürünüdür. Bu sebepten, esas itibariyle geçicidir. “İnsanlar, gerçekte hizmet edilecek kurumları bilmemektedirler.”7

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, geçiciliğin karşılığı olan endişe iki yönlüdür. Endişe, iradenin felç olmasına ve psikoza yol açabilir. Öte yandan, yeni anlayışlar doğurabilir ve bu yeni anlayışlar, zamanla yeni ve hatta daha iyi bir oluşum sağlayabilir. Örneğin, Winston Churchill’in İkinci 30 Yıl Savaşı diye adlandırdığı şeyin sebep olduğu ıstırap, belki bir gün Batılı milletler arasında daha iyi bir anlayışı meydana getirebilir ve hakiki bir Avrupa Meclisi’ni gerçekleştirebilir.

Yirminci yüzyıl düşüncesinde, entelektüel yeniden yapılanma için temel sağlayabilecek bir tek saha vardır. Tuhaftır ki bu saha bilim felsefesidir. “Tuhaf” dedim, çünkü ilk bakışta modern bilim, insanın endişesini azaltmaktan çok artırıyor görünmektedir. Eski mihenk taşlarının çoğu geride kaldı artık: “bilardo topu modeli” atom, mutlak nedensellik (en azından tekil elektron hareketlerinin dikkate alındığı kadar); Öklitçi geometriyi temel alan Newtoncu evren, eylemsizlik kuralı ve mutlak uzam ve zaman. Çılgın bir soyutçu, kuantum ve görelilik fiziğinin yeni evreninden muhakkak zevk alırdı ki bu evrenin, ölçülebilir olmakla birlikte sonsuz olduğu, içinde yer alan bir eğrinin iki nokta arasındaki en kısa mesafe sayıldığı ve burada zamanın uzamın bir ölçüsü haline geldiği söylenir. Ancak bu “gizemli” evrenle beraber, birçok tanınmış bilim filozofu arasında yeni bir tevazu ve idealizm anlayışı belirmiştir. Bergson’un zamanından beri eğilim, bilmenin bir yolu olarak “bilimin sınırları”nı vurgulama yönündedir. Birçok bilimadamı, meselenin ne olduğunu bilmediklerini açık açık kabul ederler ve her halükârda bilinçlilik ve yüksek ihtimalle hayat da, sadece fiziksel kurallara indirgenemez. Sör Arthur Eddington “fizik varlıklarının, kendi doğalarından gerçeğin sadece kısmi bir yönünü oluşturabildiklerini” belirtir. “Duygular, amaç ve değerler, bizim algı ve izlenimlerimiz kadar bilinçliliğimizi de meydana getirir... Bir bütün olarak bilinçlilik, fiziksel beyni meydana getirmek üzere ayrılmış yarı ölçülü yönlerinden daha büyüktür.”8

Eddington’ın söyledikleri, elbette herkes için, hatta belki bilimadamlarının çoğu için bile böyledir diyemeyiz. Fakat o, Profesör Collingwood’un belirttiği üzere, kökleri Eflâtun ve Aristo’ya dayanan felsefi geleneğe dönüşü işaret eden, düşünmede önemli bir yeni eğilimi yansıtır. “Eddington ve Jeans gibi önde gelen bazı modern bilimadamları, Tanrıdan öyle bahsederler ki, bu durum, elli yıl öncenin birçok bilimadamı tarafından skandal kabul edilebilirdi.9

Sör James Jeans’a göre evren, bir makineden ziyade Tanrının zihninde bir düşünce gibidir. Alfred North Whitehead onu canlı bir varlık, sonsuz nesneler âleminde yer alan ve dolayısıyla “amacı” bulunan kozmik bir “süreç” olarak adlandırır.,En azından teknik anlamda Bergson bir idealist değildir, fakat o da, hayatı “sorun”un (ve de zihnin) aksine yaratıcı bir süreç olarak düşünmüştür. Burada bahsedilen filozoflarla onlara benzeyen diğer filozoflara ilişkin kayda değer bir husus, onların Descartes’ın zamanından bu yana Batı’da gelişen dünya görüşünü, modern bilimin adıyla, reddetmeleridir. Onlar, sadece “niceliğin” değil, aynı zamanda insanoğlunun estetik, ahlak ve dini hayatını mümkün kılan “niteliğin” de gerçekliğini doğrulamışlardır.

Bu tarz bir düşünme, yeni bir gericiliğe dönüşürse, Batı Avrupa gerçekten bitmiştir. Fakat diğer taraftan, bilinçlilikte bir açılım, derinlikli bir merak duygusu, hayatın yeni oluşumlar yaratabileceğinin ve bir şey hedefleyebileceğinin idraki anlamına gelirse, o zaman bu düşünce tarzı, endişenin Avrupa tarafından şiddetle ihtiyaç duyulan panzehiri olabilir.

Entelektüel tarihçiler, bir gün bu Endişe Çağı’nı, Avrupa kültürünün büyük bir döneminin bitişi değil de başlangıcı olarak yorumlayabilirler. Tabii ki bu durum, çoğunlukla önümüzdeki yirmi beş yıl içerisindeki siyasi ve askeri olaylara bağlıdır. Fakat olaylar el verirse ve belki de olaylara rağmen, Avrupa bu yeni meydan okuyuşa başarılı bir şekilde karşılık verebilir. Umarım öyle olur.

“Endişe Çağı”nın tarihi belirlenecek çağdaş zihinsel iklimi en iyi biçimde tanımladığını düşünüyorum ve bütün makaleyi yeniden oluşturmak için hiçbir sebep görmüyorum. Fakat şunu itiraf etmeliyim ki, eğer yeniden yazıyor olsaydım, iki noktayı o zamanlar yaptığımdan daha kuvvetli bir biçimde oluştururdum; bu değiştirmeden çok vurgu meselesidir. İlki sıra dışı “çokluk”; ikincisi Yirminci yüzyıl düşüncesinin başarılarıdır.

“Çokluk” hatırlanacağı gibi, Matthew Arnold’un On Dokuzuncu yüzyıldaki büyüyen ve şaşkınlık yaratan fikir çeşitliliği için kullandığı kelimedir. Ancak Arnold’un en feci korkuları, kendi çağında değil bir sonraki yüzyılda fark edilmiştir. Yirminci yüzyılda, “çokluk” kavramı, ayaklanmalara yol açmış ve insanın bütün büyük meseleleri üzerine düşünmeyi bastırmakla tehdit etmiştir. C. P. Snow, iyi bilinen bir makalesinde, iki kültürün varoluşundan tek tek bahseder: “Bütün Batı toplumunun entelektüel hayatının gitgide iki farklı kutba ayrıldığına inanıyorum. (…) Bir tarafta yazın hayatı entelektüelleri, diğer tarafta en önemli temsilcisi fizikçiler olan bilimadamları. İkisi arasında karşılıklı bir anlayışsızlık uçurumu vardır. Bazen de (özellikle gençler arasında) düşmanlık ve nefret, fakat her şeyden çok, anlayış eksikliği söz konusudur.10

Fakat gerçek şudur ki, aslında sadece iki tane de değil, birçok “kültür” vardır ve bu kültürel çokbiçimliliğin günümüzdeki endişenin esas kaynaklarından biri olduğu konusunda pek fazla şüphe yoktur. Örneğin, insan teorisiyle ilgili olarak, filozof Ernest Cassier’in işaret ettiği gibi, şu anda “tam bir düşünce anarşisi” hâkimdir. Artık, bireysel farklılıkların atfedilebileceği bir referans arka planı ya da genel bir uyum (oryantasyon) dahi yoktur. “İlahiyatçılar, bilimadamları, siyasetçiler, sosyologlar, biyologlar, psikologlar, köken bilimciler ve ekonomistler, hepsi soruna kendi bakış açılarıyla yaklaşmaktadır.” Her şey bunlardan ibaret de değil. Belirli bilim dallarında bile, sadece Kadiri Mutlak olan Tanrı’nın bir araya getirebileceği ciddi ayrılıklar vardır. Belki de her kültürde, entelektüel bir merkezin, merkezî bir gücün var olması talep edilmez. Belki de Ortega y Gasset’in inandığı üzere, bizim bugünkü kültürümüz, böylesine bir merkezden veya güçten mahrum olmasıyla ve ‘şaşırtıcı bir biçimde geçiciliği, iğretiliğiyle’, her ne yönde olursa olsun gelişmekte son derece serbest oluşuyla, ‘modern kültür’den üstündür, Nasıl olursa olsun, Aziz Simoncular ve Comteciler’in (August Comte taraftarları) On Dokuzuncu yüzyılın başlarında dört gözle bekledikleri “organik çağ” gerçekleşmemiştir. Yakın bir zamanda gerçekleşecek gibi de görünmemektedir. Açıkçası, bu bölümde özellikle dinle, insan doğasıyla ve tarih felsefesiyle ilgili yeni okumaların bazılarında gösterildiği üzere, biz, Batı’nın şimdiye dek tecrübe ettiği herhangi bir çağdan daha “çoklu” ve daha “eleştirel” (“organik” çağın zıddına) bir çağda yaşamaktayız.

Bununla beraber, bunca karışıklığın ortasında, Yirminci yüzyılın başarılarını, yeni ve heyecan verici yönde entelektüel değişimlerini görememe, bizim miyopluğumuz olur. Bu yüzyılı düşünürken, bir zamanlar insanların Orta Çağlar hakkında söylediklerini hatırladım: O dönemler, Karanlık Çağlardı. Dini hayal gücünün paha biçilmez eserlerine ek olarak, skolâstik düşünce dediğimiz insan zekâsının dehşetli bir yeniden düzenlenmesini ve aslında ‘bilimsel metot’un ortaya çıkarılması için atılan ilk adımları, hep bu ‘karanlık’ çağlara borçluyuz Benzer bir şekilde, aslında (varoluşçulukta) felsefi yöntemin ve bakış açısının önemli ölçüde yön değiştirmesi ve sanattaki etkileyici yeni denemelerin yanı sıra, Yirminci yüzyıl, her ne kadar doğal bilimlerde ve insan biliminde çok büyük buluşlara, devrimlere şahitlik etse de, oldukça yaygın olarak Çöküş Çağı şeklinde de adlandırılmıştır. Bütün zamanların en laiği olan bu çağda, dinde dahi şaşırtıcı bir canlılık görülmüştür. Yeni akımlar, Rudolf Bultmann’ın “mitleştirmekten arındırma” ilahiyatı ve Carl Jung’un “kolektif bilinçsizlik” incelemesi bunlara örnek olarak verilebilir. Bütün bunlar, apaçık olan genel ‘endişe’yi de, istikamet yoksunluğu olan ‘çokluğu’ da inkâr etmemektedir. Fakat bu durum, kültürü daha farklı bir şekilde açıklamaz. Endişe ve kargaşaya rağmen, yaratıcı olan ve keşfetme yönü bulunan iş, Oswald Spengler’in “Batı’nın gerilemesi ve düşüşü” tezinde tamamen gözden kaçırdığı bir gerçekten ilerlemiştir.

Öyleyse, bütün bunlardan sonra, Yirminci yüzyılı, Pierre Teilhard de Chardin gibi, bünyesinde insanî ve kültürel evrimin yeni bir olası safhasının tohumlarını barındıran bir geçiş çağı olarak düşünmek mümkündür. Tarihe uzun vadeli evrimsel zaman perspektifinden bakmakla ilgili sözleri, en azından anımsamaya değer. İnsan Fenomeni adlı kitabında, Chardin şöyle yazmıştır: Endişe Çağı’nda pek çok insanın yaptığı gibi, insanlığa ilişkin şüpheciliğe boyun eğmenin kesinlikle zamanı değildir, henüz vakit çok erkendir. Bütün bunlardan sonra, hayatta pre-hominid’den modern insana geçmek için yarım milyon, belki de bir milyon yıl gerekecektir. Artık ellerimizi ovuşturmaya başlamalı mıyız; çünkü daha yüksek bir hâli şöyle bir gördükten sonra, iki yüz yıldan daha az bir sürede, modern insan, hâlâ kalın kafalı mıdır? Bir kez daha, bulanık, odaklanamamış noktalar mevcut.

Franklin Baumer, Main Currents of Western Thought

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.