Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları*
([Freud sormaktadır] İnsanların kendi davranışları, hayatlarının hedef ve gayeleriyle ilgili olarak nelere ışık tutar, insanlar hayattan ne bekler ve neyi elde etmeyi arzular? Bunun cevabı oldukça açıktır: Mutluluğu arar, mutlu olmak ve öyle kalmak isterler. Bu uğraşının iki yönü vardır, biri olumlu diğeri olumsuz. Bir yandan ıstırabı ve rahatsızlığı ortadan kaldırmayı, diğer yandan yoğun hazlar yaşamayı amaçlar. En basit anlamıyla ‘mutluluk’ kelimesi, bunlardan ikincisiyle ilişkilidir. Böylelikle, insan hareketleri, bu iki amaçla bağlantılı olarak, bu iki amacın hangisini daha baskın biçimde ya da hatta tek hedef olarak gerçekleştirmeyi amaçlıyorsa, bununla ilgili olan iki kola ayrılır.- Aynı kitaptan alınan yukarıdaki bölüm ile karşılaştırınız.)
Gördüğümüz üzere, hayatın amacının programını hazırlayan, temelde bu haz ilkesidir. Bu ilke, en başından beri zihinsel sistemlerin işleyişini ele geçirmiştir, şüphesiz çok etkilidir, fakat haz ilkesinin programı tüm dünyayla, mikro kozmosla olduğu kadar makro kozmosla da çatışma halindedir. Haz ilkesinin gerçekleştirilmesi, kesinlikle mümkün değildir. Her şey, ona karşı durmaktadır. ‘Yaradılış’ planında, insanın ‘mutlu’ olması niyetinin olmadığı da söylenilebilir. Mutluluk denen şey, en basit anlamıyla büyük bir yoğunluğa ulaşmış ve doğası gereği sadece geçici bir deneyim olan bastırılmış ihtiyaçların tatmininden doğar ve bu da genellikle anlık bir tatmindir. Haz ilkesi tarafından arzulanan bir durumun ertelenmesi durumunda, sadece hafif bir rahatlama hissedilir. Yapımız gereği zıtlıklardan yoğun bir haz alırız, içinde bulunulan durumlarda ise bu hazzın yoğunluğu daha azdır. Mutluluk olanaklarımız, böylelikle en başından beri yapımız tarafından sınırlandırılmıştır. Mutsuz olmak daha kolaydır. Istırap üç kaynaktan ortaya çıkar: Çürüyüp yok olmaya mahkûm olan ve tehlike sinyalleri halindeki endişe ve acıdan bile kurtulamayan vücudumuzdan, en güçlü ve acımasız yıkıcı güçlerle bizim karşımızda duran dış dünyadan ve son olarak diğer insanlarla olan ilişkilerimizden. Sonuncu kaynaktan ortaya çıkan mutsuzluk, bize belki diğerlerinden daha da acı gelir. Onu, az ya da çok yersiz bir ilave olarak görme eğilimindeyizdir, her ne o, diğer kaynaklardan doğan ıstıraplara nispetle, daha az kaçınılmaz bir kader olamasa da.
Tüm bunların arkasındaki şiddetle reddedilen gerçek şudur: İnsanlar, sadece kendisine saldırıldığında kendini savunan, sevgiyi arzulayan, nazik, dost canlısı yaratıklar değildirler ve büyük bir saldırganlık isteğinin, insanların doğuştan gelen içgüdülerinin bir parçası olarak görülmesi gerekmektedir. Sonuç olarak, insanlar için komşuları sadece olası bir yardımcı ya da bir cinsel nesne değil, aynı zamanda saldırganlıklarını sergileyebilecekleri, karşılığını vermeksizin emeğini sömürebilecekleri, izni olmaksızın cinsel olarak kullanabilecekleri, sahip olduklarını ele geçirebilecekleri, aşağılayabilecekleri, acı çektirebilecekleri, işkence yapabilecekleri ve öldürebilecekleri bir cazibe noktasıdırlar. Homo homini lupus (insan insanın kurdudur); kendi hayatının ve tarihin kanıtları karşısında, kim bunun aksini söyleyebilecek cesarete sahiptir? Bu saldırgan zalimlik, genellikle bir kışkırtma olsun diye bekler ya da daha yumuşak önlemlerle de ulaşılması mümkün olan başka bir amaca hizmet etmeye doğru ilerler. Bunu destekleyen durumlarda, normalde orada mevcut olan akıldaki güçler çalışmayı durdurduklarında, söz konu zalimlik de, bir anda kendini gösterir ve insanları, kendi türünü bağışlamak fikrine sıcak bakmayan canavarlar, çirkin yaratıklar olarak afişe eder. Eski göçlerin, Hunların ya da Cengiz Han ve Timur yönetimindeki sözde Moğolların zalimliklerini, sahte sofu Haçlılar tarafından Kudüs’ün yağmalanmasını ve hatta aslına bakılırsa son dünya savaşının korkunçluklarını hatırlayan kişi, insanın bu düşüncesinin gerçekliği karşısında aciz bir şekilde boynunu eğmek durumunda kalacaktır.
Kendimizde gördüğümüz ve doğal olarak başkalarında da var olduğunu düşündüğümüz bu saldırganlık eğiliminin varlığı, komşularımızla ilişkilerimizi bozan etkendir ve kültürün büyük taleplerini gerçekleştirmeyi gerekli kılar. Modern toplum, her daim insanların bu önemli düşmanlıkla parçalanması tehdidiyle karşı karşıyadır. Ortak uğraşlarındaki çıkarlar, onları bir arada tutamaz. İçgüdüsel tutkular, mantıksal çıkarlardan daha güçlüdür. Kültür, insanların akıllarında tepkiler oluşturarak, insanların saldırgan içgüdülerine karşı engeller koymak için mümkün olan her türlü desteği göstermek ve onların dışavurumlarını kontrolde tutmak zorundadır. Böylelikle şunlar ortaya çıkar: İnsanoğlunu kimlik saptamalarına ve amacı ketlenmiş sevgi ilişkilerine sürükleyen yöntemler sistemi; cinsel hayata ilişkin kısıtlamalar ve de kişinin komşusunu kendisi gibi sevmesi ki bu, hiçbir şeyin insan doğasına böylesine aykırı olmadığı gerçeğiyle doğrulanır. (...)
Komünistler, bizi kötülükten uzak tutacak bir yol bulduklarına inanmaktadır. İnsan, komşusuna karşı samimi bir iyilik ve arkadaşlık duygusuna sahiptir, fakat özel mülkiyet sistemi, bireyin doğasını bozmuştur, demektedirler. Özel mülkiyete sahiplik, bireye güç verir ve böylelikle komşusuna kötü davranma isteği doğar. Mülkiyet edinimi engellenen kişinin, baskıcıya karşı düşmanlık besleyip isyan etmesi olağandır. Eğer özel mülkiyet ortadan kaldırılsaydı, tüm değerli şeyler ortak olsaydı ve herkes bunları paylaşsaydı, kötü niyet ve husumet yeryüzünden silinirdi. Bütün ihtiyaçlar karşılanmış olacağından, birinin diğerini düşman olarak görmesi için bir neden kalmazdı ve yapılması gereken işleri, herkes gönüllü olarak yerine getirirdi. Komünist sisteme yönelik hiçbir ekonomik eleştiriye ilgim yok. Özel mülkiyetin kaldırılmasının yararlı mı yararsız mı olduğunu sorgulayamam. Fakat psikolojik olarak, savunulması mümkün olmayan bir yanılsama üzerine kurulu olduğunu anlayabilirim. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla birey, insani saldırganlık araçlarının birinden mahrum bırakılmaktadır. Bu araç oldukça güçlüdür ama kesinlikle en güçlüsü değildir. Mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması, saldırganlıkla kendi yararı için kullanılan güç ve etkiye ilişkin bireysel farklılıkları ve içgüdünün doğasını kesinlikle değiştirmez. Bu içgüdü, mülkiyetin bir sonucu olarak ortaya çıkmamıştır, aksine, sahip olunacak pek bir şeyin bulunmadığı ilkel zamanlarda tavan yapmıştır, mülkiyetin orijinal anal biçimden daha yeni yeni doğduğu anaokulunda zaten kendisini gösterir; insanlar arsındaki tüm sevgi ve şefkat ilişkilerinin temelinde yer alır. Bu durumun belki de tek istisnası, bir anne ile erkek evladı arasındaki ilişkidir. Maddi eşyalarla ilgili kişisel hakların kaldırıldığını düşünün, başka türlü olsa eşit olabilecek olan kadınlar ve erkekler arasında en büyük kin ve en şiddetli nefret duygularını uyandıran cinsel ilişkilerdeki ayrıcalıklar, yine de varlığını sürdürecektir. Bu ayrıcalıkların da cinsel hayatta tam bir özgürlüğün oluşturulmasıyla ortadan kaldırıldığını, yani ailenin, toplumun en temel yapı taşının da varlığının sona erdiğini düşünelim; şu gerçektir ki bundan sonra hiç kimse kültürel gelişimin ilerleyeceği yeni yolları önceden göremezdi, fakat kişi, bir şeyi beklemeye zorunlu olabilirdi ve bu da insanoğlunun silinmesi mümkün olmayan özelliğinin onu her yerde takip edeceğidir. (…)
Tüm bunların ışığında, insandaki saldırganlık eğiliminin doğuştan, bağımsız ve içgüdüsel olduğu kanısına varıyorum ve bunun kültürün önündeki en büyük engel olduğu düşüncesine dönüyorum. Bu tartışmanın bir noktasında, kültürün insan hayatı boyunca akıp giden kendine özgü bir süreç olduğu fikri, bizi ele geçirdi ve biz hâlâ bu fikrin etkisi altındayız. İlaveten, bu sürecin birey olarak insanları, daha sonra aileleri, ardından kabileleri, ırkları ve milletleri büyük bir insanlık birliği haline getirmeyi amaçlayan Eros’un hizmetinde olduğunu da söyleyebiliriz. Söz konusu birlik haline getirme işleminin niçin yapılması gerektiğini bilmiyoruz; bu sadece Eros’un işidir. Buradaki insan toplulukları birbirlerine şehvetle bağlı olmalıdırlar. Tek başına gereklilik ya da birlikte çalışmanın avantajlarının onları bir arada tutması mümkün değildir. İnsandaki doğal saldırganlık içgüdüsü, kişinin başkalarına ve başkalarının kişiye karşı beslediği düşmanlık, bu medeniyet programına karşı durmaktadır. Bahsi geçen saldırganlık içgüdüsü, Eros’un yanı başında durup onun dünyadaki hâkimiyetini paylaşan ölüm içgüdüsünün bir türevi ve baş temsilcisidir. Şimdi bana öyle geliyor ki kültürel evrimin anlamı, artık bizim için bir bilmece değildir. Bu kültürel evrim, insanoğlunda kendi yerini bulmaya çalışırken, bize Eros ve ölüm arasındaki, yaşamsal ve yok edici içgüdüler arasındaki mücadeleyi sunmak zorundadır. Hayatın tümü, özünde bu çabadan oluşur ve medeniyetin evrimi, en basit haliyle insan türünün varoluş mücadelesi olarak tanımlanabilir. Dadılarımızın ve mürebbiyelerimizin semavî ninnilerle anlatmaya çalıştıkları Titanların savaşı ise işte budur!
* Sigmund Freud, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, s. 26–9, 85-9, 91-2, 102-3. 1930, The Hogarth.