Tiranlara Karşı Özgürlüğün Savunulması*
Tiranlara Karşı Özgürlüğün Savunulması (Vindiciae Contra Tyrannos) adlı ünlü risale 1579 yılında, Basel’de yayınlandı. Fransız otoritelerini şaşırtmak için ilk sayfada basım yeri Edinburgh ve yazarı “Stephanus Junius Brutus, bir Kelt” olarak gösterildi. Yazarın gerçek adı bugün bile bir tartışma konusudur. Bazı âlimler bu risalenin yazarının erişkin yaşamının büyük bölümünü Almanya’da ve Güney ülkelerinde gönüllü bir sürgünde geçiren önemli bir Protestan diplomat olan Hubert Languet (1518-1581) olduğunu iddia ederken, diğer bir kısmı da Languet’ten sonra Fransız Protestanlığının önde gelen bir figürü olan başka bir avukat-diplomatı, Philippe du Plessis-Mornay’ı (1549-1623) işaret eder. Languet gibi, Mornay da Paris’te 1572’de meydana gelen St. Bartholomew Huguenot katliamından zor kurtulmuştur. Ancak Languet’in aksine Din Savaşları’nın kanlı dönemleri boyunca Fransa’da kalır. Yazarı kim olursa olsun Vindiciae’nin devrim edebiyatı tarihinde bir dönüm noktası teşkil ettiği, On Altıncı yüzyıl Huguenot’larının en önemli manifestosu olduğu kabul edilir.
Bir dini azınlık adına yazılan klasik bir bildiri olan eser, Fransız din savaşları sırasında Huguenot’ları, onları yok etmek isteyen Katolik hükümdarlara karşı savunan “monarchomach”ların17 görüşlerini yansıtır. “Monarchomach”lar, On Altıncı yüzyılın sonlarına doğru Fransız Reform Kilisesi’nin mensupları, yani Fransız Kalvinistleri olan Huegonot’ların mutlak monarşiye karşı çıkan teorisyenlerine verilen isimdir. Monarchomach’lar, kralın sınırsız yetkilerle donatılmış bir “efendi” olmadığını, bir görevli olduğunu, hâkimiyete sahip olanın “halk” olduğunu; kralın belli yetkilerle devleti yönetmek üzere halk tarafından görevlendirildiğini, yetkinin kaynak ve sınırını da halkın iradesinden doğduğunu ileri sürer. Yetkinin kötüye kullanılması, sınırın aşılması durumunda, halkın “ayaklanma”, yani isyan hakkı doğar. Özellikle İngiliz aydınlanmasının önderi durumunda olan John Locke’ta temellendirilen “Direnme Hakkının” kaynağı Monarchomach’a gitmektedir.
Şimdi, kralların göreve getirilmesindeki iki tip sözleşmeyi ele alacağız. Birincisi Tanrı, kral ve halk arasındadır ki, buna göre halk, Tanrı’nın tebaası olacaktır. İkincisiyse kral ile halk arasındadır, buna göre halk bağlılıkla itaat edecek, kral adaletle yönetecektir. Şimdi birincisinden söz edeceğiz, onu takiben ikincisini ele alacağız.
Sözleşmelere esas olan başlıca maddeler şunlar idi:
Kralın kendisi ve bütün halk Tanrı’yı, O’nun kendi kelamıyla ortaya koyduğu buyruklar doğrultusunda onurlandıracak ve O’na kulluk edeceklerdir. Tanrı’nın emirlerine uydukları sürece Tanrı onların devletine yardım edecek, onu koruyacaktır: Bunun aksini yaptıklarında Tanrı onları terk eder ve yok eder. Kutsal Kitap’taki çeşitli kısımlarda bu aynen böyle belirtilmiştir.
Bir zamanlar dar sınırlarla çevrili olan Yahuda Krallığı şimdi dünyanın her yerine uzanmış olduğundan, artık hem Kilise’nin hem de Yahudilerin krallığının şekli değişmiş olsa da aynı şeyler Hıristiyan krallar için de söylenebilir: İncil yasaları aşmış, Hıristiyan prensler o Yahudi prenslerin yerini almıştır. Sözleşme aynı, şartlar aynı, cezalar aynıdır; bunları yerine getirmezlerse aynı Yüce Tanrı hıyanetin intikamını alacaktır; nasıl krallar yasaları korumakla yükümlüyse, ötekiler de İncil’in öğretisine bağlı kalmakla yükümlüdür. Krallar yağlanıp taç giydiklerinde bunun için en büyük gayreti gösterme sözünü verirler. (…)
(…) Artık görüyoruz ki, Tanrı krallara krallık yetkisini verir, neredeyse hükümdarın hizmetlerinin bedelini tebaasına vermesi gibi. Bundan şunu çıkarmalıyız: Krallar da Tanrı’nın kuludur, suç işlediklerinde efendilerinin onlara verdiklerinden mahrum bırakılmayı hak ederler; tıpkı isyan çıkaran tebaanın topraklarından olması gibi. Bu maddeler göz önüne alındığında bu soru kolayca çözülmektedir: Eğer Tanrı hâkimiyetin sahibi olan efendinin, kral da kulların yerini tutuyorsa, kula itaat etmektense hâkimiyetin sahibine itaat etmemiz gerektiğini inkâr etmeye kim cüret edebilir? Tanrı bir şey buyurup kral tersini buyurursa, aksi takdirde Tanrı’ya karşı geleceğinden krala itaat etmeyi reddedenlere isyankâr diyen o kibirli insan da kim oluyor? (…)
İşte bu yüzden İsrail’in Tanrı’nın şeriatını devirip kilisesini bozan krallarına karşı gelmesi meşrudur; aynı şekilde onlar bilmelidir ki, bu vazifeyi ihmal ederek onlar da aynı suça iştirak etmektedir ve krallarına verilecek cezaya onlar da katlanacaktır.
Onlara sözlü saldırıda bulunmuşlarsa, savunmaları da sözlü olmalıdır; onlara kılıç çekilmişse, onlar da silahlanabilir; duruma göre ya dilleriyle, ya elleriyle savaşacaklar. Şaşırtmacalı hücuma uğramışlarsa, tuzaklarla karşılık verebilirler, ister düşmana açık hücum olsun, ister yakından baskın olsun; çıkarlara en uygun düşen stratejileri uygulayıp, her zaman gayri meşru olan hıyaneti birbirinden hep dikkatlice ayırdıkları müddetçe meşru savaşta onlara yöntemi seçtirecek belli bir kural yoktur.
Burada bir itirazınız olacağını iyi biliyorum. Ne diyeceksiniz? İnsan topluluğunun, çok başlı o yaratığın, isyancı bir karmaşa içerisinde devlet işlerini yürütmesi gerektiğini mi? O düzensiz, dizginsiz kalabalıkta gidilecek yer mi belli, yön mü belli? Devletin işlerini hangi akıl, hangi fikir yönetecek?
Bütün halktan bahsettiğimizde, yalnızca yetkilerini halktan alanları, demek ki kraldan altta olan ve halkın öteki insanların ikame ettiği veya seçtiği, bir bakıma imparatorluğa eşlik eden ve önde gelen yetkilerle egemenliğe yapılan saldırıları engelleyecek ve bütün halkı temsil edecek olan yargıçları anlıyoruz. Şunu da anlıyoruz ki, devletlerin meclisleri bir simgeden, krallığın küçük bir derlemesinden başka bir şey değildir; bütün kamusal işler kayıtsız şartsız özellikle onlara bağlıdır. İsrail Krallığı’ndaki eski Yetmiş Düşünürler Meclisi’nde de durum böyle idi; aralarındaki başrahip başkan sayılırdı ve en önemli meseleleri ele alırlardı. İlk etapta Mısırlıların ülkesinden gelen her bir kabileden altı kişi seçilir, daha sonra bunların arasındaki başkan, yönetici ya da eyaletlerden bu yetmiş düşünür seçilirdi. Aynı şekilde yargıçlar ve şehir başkanları, binbaşılar, yüz kişilik bölük komutanları ve en yiğit, soylu ya da bir şekilde önemli kişilerden oluşan ailelerin reisleri devleti meydana getirirdi. Bu kişilerin muhtelif zamanlarda toplandığı Kutsal Kitap’ta açıkça belirtilmektedir. (…)
Lakin burada başka bir soru öne çıkmaktadır ki, dönemin şartları göz önüne alınarak incelenmeyi ve etraflıca tartışılmayı hak eder. Tanrı’nın şeriatını terk etmek ya da Kilise’yi yok etmek isteyen bir kral olduğunu, bütün halkın ya da büyük kısmının buna boyun eğdiğini, bütün prenslerin ya da çoğunluğunun hiç düşünmediğini, ancak yine de bir avuç insanın, mesela prenslerden ya da yargıçlardan birkaçının Tanrı’nın şeriatını bir bütün olarak ve dokunulmaz bir şekilde muhafaza etmeye ve yalnızca Tanrı’ya kulluk etmeye çalıştıklarını varsayalım. Eğer ki kral onları putperestliğe mecbur eder, asıl dini yaşamaktan men ederse bu adamlar meşru olarak ne yapabilir? (…)
Daha önce dedik ki, kral, Tanrı’nın yasalarını koruyacağına yemin etmiş ve Kilise’yi idame ettirmek için elinden gelen gayreti göstermeye söz vermiştir; İsrail halkı tek bir bütün olarak kabul edilmiş, başrahip aracılığıyla bir akit yapılarak Tanrı’ya aynı söz verilmiştir. O zaman şimdi biz diyoruz ki, krallığı oluşturan şehirler ve bu şehirlerin yargıçlarının her biri kendi adına bu sözü vermiştir; daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, bütün şehirler ve Hıristiyan halk da bu vaatte bulunmuştur, sözlü olarak dile getirilmemiş ise bile.
Daha önce gösterdik ki, krallara yetkisini veren, onları seçen, krallığı onlara bahşeden Tanrı’dır. Şimdi de diyoruz ki, halk kralları belirler, asayı ellerine verir, oylarıyla seçimi geçerli kılar. Tanrı da bunu bu şekilde yapardı, yani krallar bilmeli ki, yetkilerini ve egemenliklerini Tanrı’dan sonra halktan alırlar. (…) O halde, mademki kralları halk seçer ve saptar, bundan halkın bütünlüğünün kralın üstünde olduğu sonucuna varırız. (…) Çoğunlukla yapılan gemi benzetmesine göre, bir devlette kral kaptanın yerini tutar; ahali geminin sahibidir, kaptana itaat ederler; bu arada kaptan da kamu menfaatine çalışır; sanki bu kaptan bir kamu hizmetçisinden daha fazla saygı görmezmiş ya da görmemesi gerekirmiş gibi.
Zaten gösterdik krallar saptanırken iki akit ya da ittifak yapıldığını: Bir tanesi Tanrı, kral ve halk arasındadır ki bunu daha önce ele aldık, diğeri ise kral ile halk arasındadır. Burada bunun hakkında bir şeyler söylememiz gerekir. Şaul kral olduktan sonra kendisine onun doğrultusunda yöneteceği kraliyet yasası sunulmuştu. Davut El Halil de Efendi’nin huzurunda, yani Tanrı’yı şahit göstererek halkın tamamını temsil eden eski İsrail düşünürlerinin hepsiyle bir sözleşme yapmıştı, ancak ondan sonra kral olabilmişti. (…)
Öyleyse şurası kesindir: Halk şartlar koşarak akitlerin uygulanmasını ister. Kral buna söz verir. O halde şartı koyan tarafın durumu, sözü veren tarafın durumundan yasal bakımdan daha kıymetlidir. Halk krala adil bir şekilde ve yasalar doğrultusunda yönetip yönetmeyeceğini sorar. Kral, evet diye cevap verir. Bu cevaptan önce olmamak kaydıyla halk da sonra namuslu bir şekilde yönettiği müddetçe ona sadakatle itaat edecekleri cevabını verir. Bu şekilde kral, halka söz verir: Bu şarta uymaması halinde insanların geri kalanı da hakkaniyet ve mantık doğrultusunda kendi sözlerinden döneceklerdir.
İlk akit veya sözleşmede yalnızca dindarlık şartı vardır, ikincisindeyse adalet.. Kral birinde dine uyarak Tanrı’ya kulluk edeceğine, ötekinde insanları adaletle yöneteceğine söz verir. Birinci sözleşme ile kral, Tanrı’nın cennetini kazanabilmek için elinden gelen gayreti göstermekle, ikincisiyle halkın menfaatini sağlamakla yükümlüdür. Birinci sözleşmede, “Benim buyruklarımı yerine getireceksin”; ikinci sözleşmede ise, “Adaleti bütün insanlara eşit olarak dağıtacaksın” şartı bulunur. Birinci şartı yerine getirmediğinde münasip şekilde intikam alacak olan Tanrı’dır, ikinci şartı yerine getirmediğindeyse bunu meşru olarak cezalandıracak halktır ya da onu temsil edenlerdir ki, onlar halkı korumayı üstlenmişlerdir. (…)
Evvela doğanın kanunu bize yaşamımızı ve hürriyetimizi sürdürmeyi ve korumayı öğretir ve emreder; hürriyet ki, o olmazsa bütün fenalıklara ve şiddete karşın yaşamın tadını çıkarmaya neredeyse değmez. Doğa bu kuralı içgüdüler yoluyla köpeklerde kurtlara karşı, boğalarda aslanlara karşı, güvercinler ile serçeler-atmacalar arasında, kümes hayvanları ile çaylaklar arasında, ancak çok daha fazla olarak insan ile yine insanın kendisine karşı vermiştir, eğer ki insanı da hayvanlardan sayarsak. Bu yüzden her kim ki kendi içinde de var olan kendini savunmanın meşruiyetini sorgular, doğanın kanununu sorgulamış olur. Buna ülkelerin kanunlarının da eklenmesi gerekir; bu kanunlar mülkiyetleri ve egemenlikleri diğerlerinden ayırır, sınırlar belirler, hudutlar çizer ki, her erkek bu sınırları bütün işgalcilere karşı savunmak zorundadır. (…)
Bunun yanı sıra bir de belli kurallar çerçevesinde bazılarında bir şekilde, başkalarında başka şekilde insanların toplumlarını yöneten, ülke kamu hukuku veya iç yönetime dair yasaları vardır. (…) Bu nedenle, eğer birisi aldatma ya da zorlama yoluyla bu kanunları ihlal etmeyi teklif ederse, hepimiz ona karşı koymak durumundayız, çünkü o, sahip olduğumuz her şeyimizi borçlu olduğumuz topluma yanlış yapmıştır ve herkesin doğa, kanunlar ve kutsal ant gereği kesin surette korumakla yükümlü olduğu ülkemize zarar verebilir. Öyle ki, ürkeklik, ihmal ya da kötü niyet bizi buna uymaktan alıkoyarsa, bizler de haklı olarak, kanunları ihlal eden, ülkemize ihanet eden, dini horgören insanlardan oluruz. Şimdi, doğanın ve milletlerin kanunu ve kamu, bize böyle zorbalara karşı silahları elimize almamızı emrediyorsa, o zaman bizi bunun aksine inandırabilecek hiçbir mantık yoktur; ne bir ant, akit ne de kamusal veya özel yetki şartı bizi bundan alıkoyabilir. Bu nedenle, en sıradan kişi dahi işimize karışan böyle zorbalara karşı koyabilir ve meşru olarak muhalefet edebilir.
İlk Soru: Prensler Tanrı’nın Yasasına Aykırı Şeyler Emrederse, Teba Prenslerine Bağlı ve İtaatkâr Davranmalı Mıdır?
Belki bu soru ilk bakışta gereksiz ve faydasız görünebilir, çünkü Hıristiyanlar tarafından kesinlikle doğru kabul edilen, Kutsal Kitap’ta tarihin her çağından örneklerle ve kutsal şehitlerin ölümleriyle birçok ifadede teyit edilen bir aksiyomdan şüphelenmeyi gerektirir. Bu durumda şu sorulabilir: Tanrı’ya açıkça ve mutlak biçimde itaat edilmesine ve krallara da Tanrı’nın yasasına karşı yanlış bir şey emretmediği sürece aynı şekilde itaat edilmesine inandılarsa, Hıristiyanlar neden bu kadar çok ıstırap çekmek zorunda kaldılar? Diğer yandan, neden Havariler insanlara değil de Tanrı’ya itaat edilmesi gerektiğini söylemiştir? Yani sadece Tanrı’nın iradesi her zaman adilse ve insanların iradesi bazen adil, bazen de haksız ise sadece Tanrı’nın emirlerine istisnasız olarak uymamız ve insanların emirlerine belirli sınırlar dahilinde uymamız gerektiğinden kim şüphe edebilir?
Ama bugün kendilerine Hıristiyan diyen birçok prens kibirli biçimde, Tanrı’nın bile kontrol edemediği sınırsız bir güce sahip olduğunu vehmediyor; ayrıca yanlarında, onlara yeryüzünün tanrıları olarak gören çok sayıda dalkavukları veya korkudan ya da zorunluluktan dolayı prenslere her konuda tüm insanların tamamen itaat etmesi gerektiğine inanan veya inanır gözüken çok sayıda başka kişi de var.... Prensler kendi sınırlarını aşıyorlar, Yüce Tanrı’nın onlara verdiği otorite ile memnun olmuyorlar ve O’na ait olan tüm insanlar üzerindeki egemenliği gasp etmenin yollarını arıyorlar. Mevcut tebaalarının bedenlerini ve mülklerini yönetmekle tatmin olmuyorlar, sadece Hz. İsa Mesih’e ait olan vicdanlarını da baskı altına almak istiyorlar. Dünya onların ihtirasları için yeterli olmadığından tırmanıp cenneti de fethetmek istiyorlar…
İkinci Soru: Tanrı’nın Yasasına Karşı Gelen veya O’nun Kilisesini Yıkan Bir Prense Direnmek Yasal Mıdır? Kimler Tarafından, Nasıl ve Ne Kapsamda Direnmek Yasaldır?
Bu soru önce fazla heyecanlı ve zor gibi görülebilir, çünkü Tanrı’dan korkan prenslere hitap edildiğinde fazla konuşmaya pek gerek yoktur; diğer yandan, bu sözlerle kendisinden başka bir egemen tanımayan kişilerin kulağını rahatsız etmek çok tehlikelidir. Bu sebeple, çok az kişi bu probleme karışmıştır, buna temas edenler de şöyle bir değinip geçmişlerdir. Soru şudur: Tanrı’nın yasasına karşı gelen veya onun kilisesini yıkan veya tamir edilmesine izin vermeyen bir prense direnmek yasal mıdır? Kutsal Kitap’taki anlama bağlı kalırsak o bizi cevaplayacaktır. Çünkü eğer bu durumda (direniş) Yahudiler için yasal hale gelmişse hatta onlardan bu talep edilmişse (Eski Ahit’in bölümlerinden kolayca örnek bulunabilir), aynı şeyin herhangi bir Hıristiyan krallığı veya ülkesindeki tüm insanlar için de geçerli olduğunun inkâr edilemeyeceğinden eminim...
Ama burada şöyle bir itiraz geleceğini görebiliyorum. Şunu soracaksınız: Tüm insanların, o çok başlı canavarın, devletin işlerini düzene sokmak için asice ayaklanması gerekli midir? İdare etmesi zor ve azgın bir kalabalık nasıl bir yeteneğe ve yöne sahiptir, hangi akılla ve bilgelikle devlet işlerini düzenleyeceklerdir?
Tüm insanlardan bahsettiğimizde, sadece otoritelerini insanlardan uzak tutanlardan, yani yargıçlardan18 söz ediyoruz. Onlar krallardan aşağıdır ama insanlar tarafından hükümetin yardımcısı olarak görevlendirilmişlerdir ve Roma döneminde halkın seçtiği sulh hâkimlerine benzer, egemenlik haklarına tecavüz edilmesini kısıtlayan bir otoriteleri vardır ve halkı temsil ederler. Ayrıca, Sınıflar Meclisi19 de kastedilmektedir, çünkü bu meclis krallığın bir özeti gibidir ve tüm kamusal olaylarda özellikle ve mutlaka ona atıfta bulunulması gereklidir. İsrail Krallığı’nın yetmiş yaşlısı gibi...
Üçüncü Soru: Bir Devlete Baskı Uygulayan veya Onu Yıkan Bir Prense Direnmek Yasal Mıdır ve Böylesi Bir Direniş Ne Kadar İleri Gidebilir: Kim Tarafından, Nasıl ve Hangi Hakla veya Yasayla İzin Verilmiştir?
Burada yasal bir prensin yasal otoritesini tartışmamız gerektiğinden, bu soru eminim tiranlara ve kötülükle dolu prenslere kabul edilemezmiş gibi gelecektir. Çünkü kendi iradelerinden ve isteklerinden başka yasa kabul etmeyenlerin aklı temel alan yasaların sesi karşısında sağır olmaları şaşırtıcı değildir. Ancak eminim ki iyi prensler bu tartışmayı destekleyeceklerdir, çünkü bilirler ki bütün hâkimler, rütbeleri ne kadar yüksek olursa olsun, yaşayan ve konuşan yasalardır.... Bu nedenle, tiranlara karşı gerekli olan çabalar bu kralları hiçbir şekilde rahatsız etmez. Tam aksine, tiranlar böylece rengini belli ederken kralların gerçek değerleri ve itibarları tüm görkemiyle ortaya çıkar...
Ama tiranlara gelince, bırakın onlar ne isterlerse düşünsünler ve söylesinler; bunu hiç dert etmem, çünkü ben onlar için değil, onlara karşı yazıyorum. İnanıyorum ki krallar ileri sürülen şeyleri hemen kabul edecektir, çünkü aklıselim gereği onlar da çobanların kurtlardan nefret ettiği kadar tiranlardan ve kötü yöneticilerden nefret ederler.20
(…) Tüm krallar öncelikle seçilmiş kişilerdir ve bugün taçlarını ve kraliyet otoritesini miras yoluyla elde etmiş olanlar ilk ve en önemli onayı insanlardan alır veya almalıdır. Kısacası, bazı ülkelerin halkları krallarını dikkate değer erdemleriyle bu hakkı elde etmiş belirli bir aileden seçmeyi gelenek haline getirmişse de onların bir aile ağacının tüm dallarını değil, gövdesini seçmiş oldukları sonucunu görmemiz gerekir; bu seçim o kadar bağlayıcıdır ki, halefler yozlaşırsa daha iyi bir aile seçemeyeceklerdir...
Şimdi insanların krallarını seçtiğini ve belirlediğini gördüğümüze göre, bunun sonucunda insanların toplamından oluşan toplumun kraldan üstün olduğunu anlarız, çünkü başka biri tarafından belirlenen kişi, onu belirleyen kişinin altındadır ve otoritesini başka birinden alan kişi gücünü aldığı kişiden daha güçsüzdür... Yani gemi sahibi geminin yolculuğu için bir kaptan tayin eder; bu kaptanın görevi dümende durmak, gemiyi rotasında tutmak ve tehlikeli kayalıklara çarpmasını engellemektir. Eğer görevini yaparsa denizciler ona itaat eder ama kaptan da en düşük rütbeli tayfa kadar gemi sahibine bağlıdır, aralarındaki tek fark, hizmet ettikleri yerin farklı olmasıdır.
Genelde gemilerle karşılaştırılan devletlerde de kral, kaptanın yerine geçmiştir. Genel olarak halk, geminin sahibini temsil eder, kamu iyiliğini düşündüğü sürece kaptana itaat ederler. Kaptan, halkın hizmetkârından başka bir şey değildir ve olduğu da düşünülmemelidir; bir hâkim veya savaştaki bir generalden, diğer memurlardan tek farkı daha büyük yüklerin altına girmiş olması ve daha fazla tehlikeye maruz kalmasıdır.... Ayrıca başlarında bir kral olmadan yaşayan sayılamayacak kadar çok sayıda insan vardır ama halkı olmayan bir kral düşünülemez...
Gerçekte tebaa, hep söylendiğinin aksine, kralın köleleri veya esirleri değildir, çünkü onlar ne savaş sırasında esir alınmış ne de parayla satın alınmıştır. Aslında daha önce de ispatladığımız gibi, onlar bir grup olarak efendi olarak düşünülmelidir; yani her biri, tek tek, kralın kardeşi veya akrabası olarak kabul edilmelidir. Eğer bunu garip buluyorsak Tanrı’nın krallara yasayı bizzat nasıl tanımladığına bakalım: Kendini, içlerinden seçildiği kardeşlerinden üstün saymamalıdır. (Yasanın Tekrarı 17:20)... Güzelliğini ve merhametini bizlere her gün ihsan eden, her şeye kadir ve mutlak iyi olan Tanrı prenslere, yani yardımcılarına halkın itaatinin korkuyla değil, sevgiyle sağlanmasını öğütler...
Dördüncü Soru: Komşu Prensler, Gerçek Dine Bağlı Olduğundan Eziyet Gören veya Açık Bir Tiranlık Altında Zulüm Gören Başka Prenslerin Tebaasına Yardım Edebilir Mi veya Etmeli Midir?21
Cevabını düşünmemiz gereken bir soru daha var... İster dini hatalarla veya batıl inançlarla insanların akıllarını ve ruhlarını ele geçirmeye çalışsın, isterse berbat zulümlerle ve aşırı vergilerle tebaasının bedenlerini ve mülklerini köleleştirmek istesin, tüm tiranlara haklı biçimde direnileceğini ve insanlar tarafından sürülmesinin mümkün olduğunu yeterince kanıtladık. Şimdiki sorumuz, Hıristiyan prenslerin, gerçek dine bağlı olduğundan dolayı zulüm gören veya haksız iş mahkûmiyetleriyle baskı altına alınan ve çektikleri acıların sebebi ya Mesih’in Krallığı ya da kendi ülkelerinin özgürlüğü olan başka ülke tebaalarına yasal olarak kurtarmasının mümkün veya gerekli olup olmadığıdır...
Eğer bir prens korkunç biçimde dindarlık ve adalet sınırlarını aşarsa, komşu bir prens din ve adalet sınırları dahilinde kendi ülkesinden çıkabilir, diğerinin ülkesini işgal ve gasp ederek değil, eşitlik ve adalet sınırları dahilinde kalarak duruma müdahale edebilir. Bu görevini ihmal ederse veya bunda başarısız olursa kötü ve değersiz bir hâkim olduğu ortaya çıkar...
Son olarak, her yana dağılmış tiranlar olduğu gibi, tüm tarihlerin tanıklık edeceği gibi, tiranlıklara karşı çıkabilecek ve insanların haklarını koruyacak prensler de mevcuttur. Böylesi örnekleri taklit eden bugünün prensleri tiranların hem bedenlerini hem de ruhlarını durdurmak, hem devletin hem de Mesih’in kilisesinin düşmanlarını engellemek zorundadır. Aksi takdirde kendileri de o rezil tiran unvanını taşımayı hak etmişler demektir.
Bu söylevi tek bir kelimeyle sonuçlandırmak gerekirse, dindarlık, Tanrı’nın yasasının ve kilisesinin korunmasını emreder. Adalet tiranların ve devletleri yıkanların akla tabi olmasını gerektirir. Yardımseverlik, zulüm görenleri rahatlatma ve iyileştirme hakkını talep eder. Bu amaçlar açısından faydasız olan kişilerin adları, bu dünyada ne kadar dindarlık, adalet ve hayırseverlik peşinde olursa olsunlar unutulacaktır.
* Tiranlara Karşı Özgürlüğün Savunulması, 1688 tarihli anonim bir çeviri.