I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)
GÜNAH ÇIKARMA ÇAĞI
ALT BAŞLIKLAR
  1. PROTESTAN REFORMUNUN İLK İLKELERI
  2. PROTESTANLIK VE SİYASET
  3. PROTESTANLIK VE KAPİTALIZM
ÖNSÖZ

“Hıristiyanlığın kurulduğu temelleri inceleyen ve şu anki uygulamalardan oldukça farklı olduğunu gören herhangi biri tahrip ve cezalandırmanın yakın olduğunu anlayacaktır.” 1513’te Machiavelli böyle der... Dört yıl sonra Martin Luther doksan beş tezini Wittenberg’deki Kale Kilisesi’nin kapısına astığında, Roma Katolikliği bir kuşak içinde Avrupa’nın yarısını “Protestanlara” karşı kaybetmiştir.

1. Protestan yenilenmesinin entelektüel ve kültürel bağlamda tam olarak ne anlama geldiği, münazara konusundan ibaret olmakla birlikte, genelde kabul gören üç yorumdan bahsedilebilir. Bunlardan ilki, On Dokuzuncu yüzyılın liberal ve milliyetçi tarih bilimcilerinin Reform sürecini “ilerleme fikri” ile bağdaştıran yorumlarıdır; Michelet ve Guizot’a göre1 Reformasyon, Orta Çağ zorbalığına ve hurafelere karşı bir isyan sürecini, Fransız Devrimi’ni tetikleyen zincirleme reaksiyonda bir halkayı ve modern özgürlükleri ifade eder. Aynı görüş, J. B. Bury’s’nin Düşünce Özgürlüğü Tarihi ile modern Avrupa tarihinin çoğunlukla “Rönesans ve Reform” diye başlayan ders kitaplarında böyle sürüp gider. Bu yargıyı tersine çeviren tarih bilimcileri, Nietzsche’ye özgü mübalağalı anlatımı yeğler: “Reformasyon, çağdışı zihinlerin İtalyan Rönesans hareketine karşı bir tepkisi”dir. Laik bir ortamda yaşamış olan Edward Gibbon (1896-1900) ise, Protestan ve Orta Çağ Katolik düşünce biçimlerinin farklılıklarından çok benzerliklerine şaşırır. Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü ve Yıkılışı (The History of the Decline and Fall of the Roman Empire) kitabında, “adil bir değerlendirmeyi müteakip, ilk reformcularımızın önce ürkekliklerine şaşıracak, sonra da fütursuzluklarından mahcup olacaksınız” mealinde yazar; “Kaplan aynı kaplandı ama dişlerini de, pençelerini de yitirme yolundaydı.” Buna karşın, kaplanın aynı kaplan olduğu şeklindeki değerlendirmeye pek de katılmayan diğer bazı tarih bilimcileri, Reformasyon’un, Orta Çağ din sisteminin reddedilmesinden ziyade, tadil ve tebdil işlemi anlamına geldiğini savunur. Bu görüşe göre, Batı kültüründeki gerçek kırılma, On Altıncı yüzyılda değil, Galileo, Descartes ve Newton’un çağında meydana gelmiştir.

Büyük Alman Kilise tarihçisi Ernst Troeltsch (1865-1923) Protestancılık ve İlerleme’de (Protestantism and Progress) gerçeğin bu iki görüş arasında bir yerde olduğu değerlendirmesini yapar. Reformcuların niyetleri ile niyetlerinin dolaylı sonuçlarını birbirinden ayrı mütalaa eden Troeltsch, özünde dindar adamlar olan Luther ve Calvin’in yapmaya çalıştıklarının bireyleri ve toplumu Hıristiyan akidesi doğrultusunda iyileştirmek olduğuna dikkat çeker. Protestan dünya ile “modern” dünya arasında esaslı bir fark vardır. Demokrasiyi, laissez-faire2 kapitalizmini, özgür düşünceyi ve bilimi Reformculara mal etmek, onların asıl niyetlerini tamamen yanlış anlamaktır. Bununla beraber, Protestanlığın “modern dünyanın yükselişindeki önemi yadsınamaz.” Modern politika, bilim ve sanattaki çoğu ilerleme Protestanlıktan bağımsızdır, ancak, Reformasyon’un dini hiyerarşiye, hiyerarşinin bireyselliğine ve aşağıda ele alacağımız diğer alanlara saldırmak suretiyle “modern zihniyetin yaratılmasına” dolaylı olarak katkıda bulunduğu da bir vakıadır. Troeltsch, On Altıncı yüzyılı, hem Katoliklerin, hem de Protestanların birbiriyle rekabet içinde günah çıkardıkları bir asır olarak değerlendirir. Bir de isim verir: “Günah Çıkarma Çağı.” Mezhepler arasındaki rekabet, kısmen Protestanlığın doğası ve bağımsız laik hareketlerin bileşkesi, Luther ve Calvin’i çok şaşırtacak bir uygarlaşma doğurur. “Günah Çıkarma Çağı”, büyük Dinler Çağı’nın son evresi olur.

2. Reformasyonun muhafazakâr yanı, reformcuların yaşam öykülerini ve dini itikatlarını inceleyenler için açık olsa gerekir. Meselâ, Luther. Luther’i ekonominin bir ürünü ve burjuva menfaatlerinin öncüsü olarak açıklama girişimleri, saçmalık ölçüsünde isabetsizdir. Roland Bainton’un dediği gibi, Luther “o kadar gotik bir figür ki, inancı, Orta Çağ dininin çiçek açan son dalı olarak adlandırılabilir.” Nitekim, yaşamı boyunca, din Luther’in ilgi alanının merkezinde yer almıştır; kendisi için asıl hakikatin Tanrı ve Tanrı’nın birey için büyük önemi olduğunu anlamadıkça, Luther’ın anafikrini ıskalıyoruz demektir. Nitekim, 1510’daki Roma ziyaretinde, gözü ne tabiat manzaralarını, ne antik harabeleri, ne de Rönesans sanatını görmüş, sadece kilise ve mabetlerle ilgilenmiştir. Arthur Koestler’in ifadesiyle, Luther ve On Altıncı yüzyıl Reformcuları “İnsan-Kâinat” ilişkisi hakkında hayli parlak sezgilere sahip olmakla birlikte, “İnsan-Toplum” ilişkilerinde aynı düzeyi tutturamazlar.

Luther hakkında yeni olan, kendisini sonunda Roma Kilisesi’yle karşı karşıya getirecek vaka, yani Erfurt ve Wittenberg manastırlarında verdiği mücadele değil, meseleyi çözme yöntemidir. Aslında çözüm yöntemi yeni de değil, Aziz Pavlus ve Aziz Augustine ilahiyatına göndermedir. Çoğu çağdaşı gibi, ölümün düşüncesi bile Luther’i titretmeye yetmekte, büyük yargıç Tanrı’nın huzuruna çıkacağı günü dehşet içinde beklemekteydi. Ruhunu kurtarmak için keşiş oldu ve sekiz yıl süreyle Katolik usulü “kendi ayaklarının üstünde durma”yı denedi. Yani manastır kurallarını harfiyen yerine getirebilmek için çırpındı, azizlere dua, günahlarını ifşa etti. Bunlar işe yaramayıp umutsuzluğa kapılmak üzere olduğu bir anda kurtuluşu İncil’de bulup Wittenberg Üniversitesi’ne ders vermek üzere davet edildi. Pavlus’un “Romalılara Mektup”unda, “kim ki hak tanır, o inancıyla yaşayacaktır,” dediğini okumuştu. Yunanca “hak/adalet” kelimesinin çift anlamlı olduğundan yola çıkarak, bu vecizeyi, Tanrı’nın günahkârlara iman -ruhlarını Aracı İsa sayesinde kurtarmaya söz verdiğine iman- vermek suretiyle günahkârlar için biçtiği cezayı ertelediği şeklinde yorumladı: “Bunun üzerine kendimi yeniden doğmuş ve cennetin açık kapılarından içeri girmiş gibi hissettim.” İşin açıkçası, Luther, artık hem bir sevgi tanrısı hem de karamsar bir insanbilim öğretmeye başlamıştı. Buna göre, menfur bir günahkâr olan insan, iffetli bir yaşam sürdürerek ya da “hayır işleyerek” kurtuluşu asla hak edemez. Onu sadece ilahi inayet kurtarabilir. Luther, böylece insan idrakinin yeterliğini daraltırken, insanın özgür iradesinin varlığını reddetti. Luther’in insan fıtratını algılama biçimi, ne Rönesans, ne de Orta Çağ skolastisizmi olup Erasmus veya John Locke’tan ziyade Aziz Thomas’a daha yakındı.

Düşünce tarihi öğrencileri için Luther’in durumu başlı başına bir sorundur: Niye Luther? Bir Luther uzmanı, açıkça, onu felsefe bilgisinin zenginliğinden dolayı değil – bu konuda Goethe ve Nietzsche, Luther’i yaya bırakır- Almancaya sıradışı hâkimiyeti nedeniyle incelediğini söylemekten kaçınmamaktadır. Buna karşın, Luther, üzerinde durduğu meselelere varoluşsal ilgi duyulduğu için de incelemeye değer bulunabilir. Luther, Batı düşüncesinin şimdi artık tümüyle demode olmuş evresinin bir temsilcisinden ibaret değildir. Evreninin yapısına dair içgörülere sahip olduğu, “Cehenneme inmeden cennete ulaşamayız” veya “Felsefe maddeyi, maddenin birincil ve ikincil niteliklerini araştırmakla ve rastlantısal olanları asıl olandan ayırmakla uğraşmalıdır. Nedenlerle ilgili olarak bir kesinliğe ulaşması mümkün değildir,” demesinden anlaşılmaktadır. Luther’de kabul edemeyeceğimiz, hatta anlamadığımız pek çok şey olmakla birlikte, tecrübesinin derinliklerinden çıkan sözlerinde, kendi yaşam felsefemize uyarlayabileceğimiz şeyler de vardır. Aynı şey Machiavelli, Descartes, Nietzsche veya başkaları gibi, olağandışı algıları olan diğerleri için de geçerlidir.

Luther, Reform hareketinin asli muhafazakârlığının yegâne kanıtı da değildir. On Altıncı yüzyıl Protestan amentüsünü (Lutherci Augsburg İtirafnamesi, Anglikan Otuz Dokuz Madde vb.) Roma Katolik Trent Konseyi’nin kararlarıyla karşılaştırıldığında, birbirlerini aforoz etmeleriyle sonuçlanan duruşlarının altında yatan itikadın ortak olduğu görülür. Protestan ilahiyatının Summa’sına, Calvin’in Hıristiyan Dininin Kurumları adlı kitaplarına bakıldığında, Orta Çağ geleneklerinin Cenevreli Reformcuya (John Calvin) nasıl yapışmış kalmış olduğu görülür. Protestanlar, Hıristiyan Destanının genel hatlarına kesinlikle inanmıştır. Orta Çağda olduğu gibi onların zamanında da doğaüstü vahiyler, mucizeler ve cadılar sıradan olaylardı. On Altıncı yüzyılda insanların çoğu imanı akla tercih eder, dini hoşgörüye karşı çıkar, doğa bilimlerine ve bağımsız araştırmalara kayıtsız kalır, hatta muhalefet ederlerdi.

Protestanlık, açıkça, Orta Çağ Katolikliği ile aynı düşünce ailesine aittir. Buna karşın, Protestan dünyası, “modern” dünyadan en az iki temel hususta ayrılır. İlk olarak, Troeltsch’ın da dikkat çektiği gibi, On Altıncı yüzyıl Protestanlığı bir “kilise medeniyeti” olmaya – yani yanılmaz ve kadim kilisenin doğaüstü vahiye dayanarak topluma doğrudan veya devlet üzerinden nizam verme hakkı olduğunu iddia ettiği bir medeniyet adayıydı. “Onun [kilise] sinesinden başka bir yerde, ne günahların kefareti, ne de kurtuluş için umut vardır.... Kiliseden ayrılmak her zaman ölümcül bir tehlike arz eder.” Bu tarz düşünce, genel olarak Calvin ile bağdaştırılmaz, ancak bu ibare de Kurumlar’dan alınmıştır. Daha ilk sözcüklerden anlaşılacağı gibi, “ruhları kurtarma”nın mantıklı izleği, insanları eğitimden siyasete, hatta iş hayatına kadar tüm dünyevi işlerinde terbiye etmektir. Anabaptistler, Üniteryenler ve Mennonites mezhebi gibi köktenci Protestan mezhepleri, ileride de göreceğimiz üzere, bu kalıba girmez. Ancak, Protestanlığın anayapısını oluşturan kiliselerin ülküleri yukarıda tanımlandığı gibiydi. Öte yandan, modern dünya doğaüstü vahiyleri ve bunlara dayalı dini otoriteyi geniş ölçüde reddetmiş bulunmaktadır. İlahiyatı, akılcılık, bilim ve devlet ya da özgür bireyle ikame etmiştir. “Kilise medeniyeti” toplumu önceden belirlenmiş gerçeklerle bir uyum içine sokmayı hedeflerken, modern dünya yeni gerçekler keşfetmek yolunda elinden geleni ardına koymamaktadır.

İki dünya arasındaki ikinci bir fark da birisi hayatı sub specie aeternitatis3 sayarken, diğeri çıkarlarını büyük ölçüde şu anki hayatıyla sınırlandırır. Katolik çileciliğinden farklılık göstermekle birlikte, ilk yaklaşım çileciliği ve yeni siyasi ve toplumsal oluşumlara karşı nispi bir ilgisizliği doğurur. Öte yandan, On Yedi ve On Sekizinci yüzyıllardan itibaren, ideal “dünya-tasvibi” olmuştur ve bu yaklaşımdan sürmekte olan dünya değişimi inanışı için umut ortaya çıkmıştır. Her hâlükârda bu durum şu anki çağ olan Endişe Çağı’na kadar modern dünyanın geçerliği olmuştur.

3. Reformasyon’u bu satırlarla açıkladıktan sonra, Katolik bir papazın belirttiği “Ama bu yenilenme değil,” dediği bir semineri çok iyi hatırlıyorum. Tabii ki kısmen haklıydı. Madalyonun diğer tarafını çevirip bakmazsak sadece resmi görürüz. Yenilenme tıpkı Onuncu yüzyıl Cluniac Reformu ya da On Üçüncü yüzyıl Fransisken Devrimi gibi bir Orta Çağ hareketinden başka bir şey değildi. Doğru ve kesin olan şu ki, Protestanlar içine fırlatıldıkları toplum üzerinde patlama tesiri olan yeni sloganlar bulmuştur. İnançla yargılanma, tüm inananların başı rahip, İncil’in üstünlüğü, Hıristiyan özgürlüğü bu sloganlardan sadece bazılarıdır; bunları görünce Protestanların prenslerin, burjuvaların ve hatta insancıların arasında bile niçin güç kazandıklarını görmek zor olmasa gerek. Protestanlık öncelikle ve temel olarak dini bir reformdu fakat popülaritesini ve büyümesini büyük ölçüde ona paralel meydana gelen güçlü laik hareketlere borçludur. Hiç şüphe yoktur ki, Protestan düşüncesindeki bir şey tek başına Batı toplumunun en ilerici unsurlarını cezbetmiştir. Yenilenme, İncil’in basit standartlarına ve ilk Hıristiyan topluluğuna dönmeyi öğütleyen ilkelci bir hareketti. Fakat tarihte ilkelcilik sıklıkla geleneksel güçleri yerinden oynatmak ve diğerlerinin devralmasına olanak sağlayan bir araç olarak hizmet eder. Yenilenmenin başardığı tam da budur ve durumda önemli ölçüde ironi vardır. Reformcular, hiçbiri modern anlamda bireyci olmamasına rağmen bireyciliğe, Hıristiyan bütünlüğünü yenileştirmeyi ummalarına rağmen milliyetçiliğe, neredeyse hiçbiri demokrat olmamasına rağmen demokrasiye, kapitalistlerden oldukça kuşkulanmalarına rağmen “kapitalist ruha”, yani amaçlarının tam tersi yönde olmasına rağmen toplumun laikleşmesine katkıda bulunmuştur.

On Altıncı yüzyıl Protestan bireyselciliği çoğunlukla dini olmuştur. Bu ne bireyin niteliklerinin serbest gelişiminin Rönesans doktrini ne de daha sonraki zamanların politik liberalizmi anlamına gelir. Yeni İsrail’in vatandaşı, cemaatinin kilisesine ait olmak ve hizmetlerine katılmak zorunda idi. Neye inanacağına dair serbest seçim hakkı yoktu. Katolik çevresinde olduğu gibi, saygıdeğer bir Protestan için de “ayrılıkçılık”, “uyumsuzluk”, “anlaşmazlık” yasaktır ve belirtildiği şekilde hayatı yaşamalı ve işini yapmalıdır. Tarafsız bir hakikate göre Calvin, Tanrı’nın nuru için disiplin vaazı vermiştir. Protestan terminolojisinde papazlar tarafından yorumlanıp şehir konseyi Özgürlük tarafından zorlanan İncil, aslında Reformcular tarafından karar verilmiş gibi Katolik boyunduruğundan Tanrı’nın hizmetine azat anlamına gelmiştir.

Ama yine de bu “Hıristiyan özgürlüğü” şüphesiz modern dünyanın daha da aşırı bireyselciliğine yol açmıştır. Luther papaların ve kilise konseylerinin hata yapabileceğini açıkladı ve tüm kurumların hatasızlığını sorgulamak için kişileri davet etti. Alıcının inancına dayanan ayininin tesirini söylediğinde ise kurumdan çok birey üzerine kurtuluşun yükünü artırdı. Amaçlarının aksine, reformcular kurumsal dinin dokusunu zayıflattı ve dolayısıyla kurumsallığı da zayıflatmış oldu. Birey ve tanrısı arasındaki aracıyı etkili bir şekilde tahrip ederek herkesi rahip yaptılar. “Hıristiyan”, John Bunyan’ın Hacı’nın Yolculuğu adlı kitabında, rahiplerin ya da kutsal varlıkların yardımı olmaksızın Kutsal Şehre doğru yoluna yalnız devam eden tipik bir Protestan olarak tanımlanmıştır. Aynı şekilde, gizli odası ile sırdaş olan Püriten günlük yazarı günahla günlük mücadelesini kaydetmiştir. Tanrı’nın kurallarına itaat eden Orta Çağ keşişlerinin aksine, Püritenler kendi kurallarını düzenlemek ve bunlar için sorumluluk almak zorundaydı.

Muhtemelen Anglikanizm, bilhassa muhafazakâr Protestan cemaatlerinde entelektüel özgürlüğü desteklemek için yaratıldı. Elizabeth dönemi ilahiyatçıları, İngiltere’deki tüm dini fikirlere uyabilecek dogmatik bir formül keşfetmeyi denedi. Kurtuluş için gerekli şeylerle “gereksizleri” (adiaphora) birbirinden ayıran Anglikan “via media” sonuca ulaşıldı. İncil herkesin inanması gerekenin doğruluğunu ortaya koydu. Diğer bir yandan İncil, ülkenin geleneklerine göre değişebilecek olan episkopal kilisesi, cüppeler, azizlere dualar gibi adiaphora olan şeyleri ne emretti ne de yasakladı. Anglikan sisteminde kanunla belirlenecek ve kutlanacak dini geleneklere, bireyler değil, müşterek cemaat karar verdi. Fakat asgari din bilimi, kasti belirsiz dogmatik anlatım biçimi ile Kalvinist İncilciliğini yumuşattı ve bireysel seçim alanını genişletti. Birtakım rakip mezheplerin (Anglikanlar, Presbiteryenler, Ayrılıkçılar) İngiliz topraklarında neşet etmesi dini hoşgörüyü ve entelektüel özgürlüğü canlandırdı. On Altıncı yüzyılının başlarında prenslerin Anabaptistleri yok etmekte başarılı olduğu Almanya’da, yeni dindar bir Ortodoksluk ortaya çıktı. Ama Avrupa’nın başka bir yerinde, Hollanda ve o kadar olmasa da Fransa’da, İngiltere’deki ile aynı hikâye vardı. Barış ve refahın menfaatine, devlet dini ayrılıkları hoş görmek zorundaydı ve bu arada muhalifler arasındaki fikir ayrılığı serbest bir atmosfer yaratmıştı ki, şiddetli olduğu zamanlar tartışmalara yol açmıştı.

Çıkarlar doğrultusunda Yenilenme benzer bir şekilde geniş kapsamlı etkilere sahipti. Protestanlık söylendiği gibi aslında politik bir hareket değildi. Fakat reformcular siyasi büyüklerine ilişkin durumlarını tanımlamaktan iyice kaçınamadı ve devlet alanında önemli politik sonuçları olan, alışılmamış biçimler geliştirdiler. Genel olarak On Altıncı yüzyıl Protestanlığı mutlakiyetçilik ve milliyetçiliğin destekçisi olduğunu kanıtladı. Ancak bu, Reformcuların mutlakiyetçi ya da milliyetçi olduğu anlamına gelmez. Bazı kişilerin Bismarck ve Hitler’in arkasındaki şeytan olarak gördüklerini iddia ettikleri Luther bile, devletin gücünü hafifletmişti ve bazı koşullar altında pasif bir direniş öğüdünde bulunmuştu. Ama yine de pratik durum, önceki Protestanların prenslere doğal müttefikleri olarak başvurmalarını kaçınılmaz kıldı. “Sağcı” Katoliklere ve “solcu” Protestan kısma karşı “gerçek” dini sürdürmek için yeteri kadar güçte biraz kuvvete ihtiyaçları vardı. Sonuç olarak Protestanlar en azından Luther Almanya’sında, İskandinavya’da, ve İngiltere’de kraliyet otoritesi inancını kurdu, aslında kiliseyi devletin bir bölümü yaptı. 13 Romalı favori politik metinleri oldu: “Büyüklerimiz Tanrı’nın emrindedir.” Böylece William Tyndale’nin Hıristiyan Adamın İtaati adlı kitabının abartılı dilinde, “kâfir olmasına rağmen” krala karşı konulamaz dediğini görüyoruz.

Protestan teolojisinin mantığı prensleri de etkilemiştir. Laik bir devlete başlıca engel rahipliğin kutsal gücü olmuştur. Buyrukların Katolik kutsallığı ile rahipler kendilerin,i diğer insanlardan farklı yapan unutulmaz birer karakter olarak göstermiştir. Böylece insanların günahlarını affetme ve Hz. İsa’ya kurban verme gücü olan krallığın anahtarlarını almışlardır.

Yargı kararından muafiyete ve geçici iktidara yönelik Kilise’nin hak talebine dair iddiası bu papazlık güçlerine dayanmıştır. Yenilenme, din adamı olan-olmayan arasındaki bu ayrımı yok etmiştir. Luther dini törenlerin sayısını yediden ikiye indirmiştir ve rahiplik makamını, ayrımı “makam” değil, “hizmet” olan bir papaza dönüştürmüştür. Elizabeth döneminden bir gözlemci On Altıncı yüzyılının sonlarındaki “papazlığın genel itaatsizliği”ni, kilise ve kilise mezarlığına saygı eksikliğini, Anglikan papazlığı için eğitimli kişiler bulmanın güçlüğünü doğrular.4 İngiltere gibi ülkelerde piskoposlar devlet görevlisi oldu, hükümdar ve din adamı olmayan kişiler hep birlikte kilise mülklerini yağmaladı. Böylece Protestan doktrini laikleşmeye yol açtı ki, bu reformcuların yapmayı düşündükleri en son şeydi.

Uzun vadede Protestanlık, mutlakiyetçilik gibi demokrasiye de gerçek bir katkıda bulunmuştur. “Cemaat”, dendiği üzere, “demokrasi okulu” idi. Bir Elizabeth devri piskoposunun, İngiliz Presbiteryenlerinin lideri Thomas Cartwright’ın “popülaritesi” ve “demokratik hükümdarlığı” nedeniyle onu ihbar etmesine dikkat edilmesi gerekir. Buna rağmen kilise devletin Kalvinist düzeni manevi hükümdarlığın papa, piskoposlar veya krala değil de kilise üyelerine ve onların vekillerine ait olması teorisine dayanmıştır. Eski kilise devletini yenileme inancıyla, Kalvinistler, kıdemli olma durumu aracılığıyla, üyelerin seçimini ve kilise-devlet içinde ortaklık kurmayı istedi. Radikal Protestan olan “Anabaptistler” ve “Ayrılıkçılar” Kalvinistlerin yaptığından daha iyisini yaptı. Kilise üyeliğinin gönüllü olması gerektiği fikrini ileri sürdürdüler. Troeltsch onlarınkini Hıristiyan topluluğunun “kilise-tipi”nin zıttı olarak, “cemaat-tipi” olarak adlandırır. “Cemaat-tipi” halkın tamamını kapsamayı değil, sadece güvenilir Hıristiyanlardan oluşmuş “kutsal” bir kilise kurmak için toplumdan ayrılmayı amaçlar. Açıkça, böyle bir kilisede üyelik sadece gönüllü olabilir ve olmalıdır.

On Yedinci yüzyıldan önce çok az Protestan bu ilkeleri politikaya ve topluma uyguladı. Ama hiç şüphe yoktur ki cemaatlerde çoğu kişi demokratik yollara giderek alışıyordu. Her nerede onun için bir ihtiyaç var gibi görünse de On Altıncı yüzyıl Protestan politik teorisinin bile oldukça radikal olduğunu da hatırlamalıyız. İngiltere’deki Katolik hükümetler (Mary Tudor) ve İskoçya (Mary Stuart) John Knox ve diğerleri ile isyan tavsiyelerinde bulunarak bir risale seli ortaya çıkardı. Benzer şekilde, Fransa’da dini savaşların hararetinde Huguenotların5 (Fransız Protestanları) en cesurları Katolik olan III. Henry’e sözleşmeli hükümet teorileri ve bireysel haklar ile saldırdı. Sonuç olarak, kavgalarını üyeler için serbest konuşma özgürlüğü ve geleneksel olarak kralı ayrıcalık için ayrılan yasama hakkı talep ettikleri parlamento zeminine taşımalarına rağmen Elizabeth İngiltere’sinin “uçları” Püritenler daha az radikaldi. Politik olarak Kalvinizm tüm Protestan ikrarlarında uzlaşılması olanaksız olduğunu ispatlamıştır. “Aslında daha belirginleştirilmiş papaz olan yeni Presbiteryen” İngiltere Kralı I. James bunu söylediğinde İskoç kilisesinin ve devlet idaresinin güçlü bir muhalifi olarak kiliseyi dengede tutan Calvin’in kilise ile devleti ayırma teorisinin zamanında başını çok ağrıttığını hatırlıyordu.

Eğer Max Weber haklıysa, Kalvinizm Batıdaki “kapitalizm ruhunun” da ortaya çıkmasına yardım etmiştir. Weber’in ünlü kitabı Protestan Etiği ve Kapitalizmin Ruhu’nda söylemeye çalıştığı da oldukça yanlış anlaşılmıştır ve ona yöneltilen eleştirilerin çoğu bu nedenle neredeyse konu dışıdır. Weber, Reformcuların kapitalistleri sevdiğini ya da kapitalist sistemin Yenilenmenin bir ürünü olduğunu kastetmemişti. Marx’ı altüst etmedi ve “ekonomik olayların psikolojik sonucunu” öğütlemedi. Weber, kapitalist ruhun basit bir açgözlülük değil, işadamlarının çok çalışıp sermayelerini artırmanın ve vurdumduymaz bir keyiften kaçınmalarının kendilerinin görevi olduğunu düşünmelerini kastederek, sadece Protestan etik öğretiminin “kapitalist ruhun” oluşumunda ve yayılmasında önemli bir payı olduğunu ileri sürdü. Weber’in bütün argümanı şuydu: Protestan doktrini “çağrı” üzerine dönerken, Protestanlar keşiş hizmetini yürürlükten kaldırdı ve tüm insanları dünyevi işlerle görevlendirdi. Tanrı çalışır ve tüm insanların da avarelikle, hayallerle değil, çalışarak vakit geçirmesini bekler. Tembellik ruh için açgözlülük kadar tehlikelidir.

Kalvinizm’de girişimcilerin çağrısı hatırı sayılır ve dinen önemli oldu. Devlet adamları gibi, ağalar ve köylüler, burjuvalar Tanrı’nın dünyadaki ihtişamını artırmak için bu çağrıyı kullanabilir. Calvin gayret, idare ve sadeliğin “ekonomik erdemlerine” övgüler yağdırdı. Weber’in görüşüne göre ise Protestan etiğinin bu tarafı sermaye birikimini ve işlerin rasyonel doğrular üzerinde oluşmasını teşvik etti. Benjamin Franklin’in Poor Richard’s Almanac’taki ifadeleri, “Şerefli ve kârlı bir makamı olan bir çağrıya sahipti”; “İşinle ilgilen!”; “Tüm bunların içinde eğer zaman en değerliyse, zamanımızı boşa harcamak en büyük israftır” gibi özlü sözler Protestan etiğinden türemiştir.

Tawney, haklı olarak, Weber’in On Altıncı yüzyıl Kalvinizm’in inzibati taraflarını hafife aldığına inanır. Kalvinizm büyük ölçüde şehirlerde gelişti ve modern iş hayatını mümkün kılan kredi sistemini tasarladı ama girişimcilerin ne çağrılarında ne de özel hayatlarındaki anlamsızlıklara katlanamadı. Weber aynı zamanda muhtemel ekonomik darbeyi ve Protestan düşüncesi üzerindeki sosyal ihtiyaçları yeterince düşünmede de başarısız oldu. Fakat Weber, Yenilenmenin reformcular tarafından öngörülemeyen ekonomik sonuçları olduğunu ileri sürdüğü asıl iddiasında haklıydı. Tawney’in de yazdığı gibi: “Marx’ın On Dokuzuncu yüzyılda emekçi sınıfı için ne yaptıysa, Calvin de On Altıncı yüzyıl burjuvazisi için onu yaptı.”6

Yenilenme modern dünya ile genellikle göz ardı edilen başka bir bakımdan da ilgilidir. Protestanlığa eğilim metafizik ve esrarengizin aksine, pratik ve somut olanı vurgulamak içindi. Bir kişi yüzlerce yerde bu delili tesadüfen bulabilir. Hıristiyan insancılar gibi Protestanlar da metafizik yerine etiği vurguladı. Okulların felsefi ve dini spekülasyonları için sadece horgörüleri vardı. Onların felsefesinde saygı gören tek şey, yeni insanın doğuşu ve ahlaksal gidişattı. Dünyadaki yeni İsrail’in kilise düzenlemesi ve uygulaması için ilgi alanlarına -özellikle de Kalvinizm’in ilgi alanına- dikkat edin. Anglikan Reformu tarafından üretilen tek tartışmalı kitap, başlığından da anlaşılacağı gibi, dini yapı ve politika ile oldukça ilgilenen Richard Hooker’ın (1554-1600) Dinsel Yönetimin Kanunları’dır (Of the Lawes of Ecclesiastical Politie). Gördüğümüz gibi Protestanlar çoğunlukla pratik ilahiyat ve toplum yaşamının meşguliyetini düşünmekten kaçındı. Tabii ki mucizevi olaylara inandılar ama mucizeleri toplumun dışında tutup bir cemiyet sunağına çevirdiler. Mucizelerin günlük oluşumuna inanan Orta Çağ Katolikliğinin aksine, Protestanlar mucizelerin çağının büyük Kilise Babaları ile uzlaştığı durumunu benimsedi. İncil’in tefsiri bakımından yine tropolojik, alegorik ve analojik mantığı reddeden ve gerçek anlam ile tarihsel anlayışı arayan Hıristiyan insancı çizgisini takip ettiler. İncil’i İngilizceye çeviren William Tyndale ”İncil’in sadece bir anlamı vardır, o da gerçek anlamdır ve gerçek anlam her şeyin temeli ve zeminidir, hiçbir zaman başarısız olmamış bir çapadır, eğer bunlardan ayrılmazsanız asla hata yapmaz ve yoldan çıkmazsınız,” der.

Onun genel dünya-bakışına ve insan yaşamına kattığı boyut hakkındaki aydın mantığına göre, Protestan Reformu Dinler Çağı’na aitti. Fakat Protestanlar entelektüel kuramlaştırma ve modern dünyanın bilimsel ampirizminin köprülerini inşa etmeye yardım eden sağduyuya olan yanlılığa itimat etmedi. Pratik yaşamla olan meşguliyetleri ile Protestanlar, Rönesans boyunca zaten belirgin olan iki dünyanın iddiaları arasındaki tansiyonu farkında olmadan yükseltti.

* Franklin Le Van Baumer, Main Currents of Western Thought, Alfred A. Knopf Publishers, 1964, New York.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.