I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Tarih Felsefesi

Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), On Dokuzuncu yüzyılın en nüfuz sahibi bilimadamlarından biridir. Prusya’nın “saray filozofu” olarak tanınsa da etkisi Prusya’nın çok ötesine yayılmıştır. 1818’den başlayarak, Berlin Üniversitesi’nde verdiği bir dizi dersle olgunlaştırdığı ve “diyalektik” olarak bilinen yeni mantık sistemi, mantığı sadece bir düşünce aracı olarak değil, gerçekliğin örüntüsü olarak savunur. Hegel’in tarihsel süreçlere uyguladığı diyalektik anlayış, ders notlarının öğrencileri tarafından bir araya getirilmesi suretiyle, Tarih Felsefesi Dersleri adı altında, ölümünden sonra yayınlanmıştır. Hegel, temel olarak tarihte özü gelişme olan bir örüntünün olması gerektiğinden hareket eder. Bu gelişme diyalektik bir gelişmedir ve -Aydınlanma’nın iyimserliğine karşın- içinde önemli oranda kötülük ve acı barındırır.

Marx’ın, tarihteki sınıf mücadelesi teorisini Hegel’in diyalektiğine dayandırdığı bilinen bir gerçektir. Almanya’nın İkinci Reich dönemindeki siyasi düşünürleri ve daha sonra faşistleri, onun devleti idealleştirmesinden yoğun bir şekilde faydalandı. Hegel, 1818’de Berlin’de başladığı felsefe öğretmenliği ile ün kazandı. Aşağıdaki seçmeler, Hegel’in 1822-1831 yılları arasında Berlin’de verdiği derslerden alınmış olup, ölümünden sonra öğrenci notlarından faydalanılarak yayınlanmışlardır. Hegel’in “mantık” ve “özgürlük” kelimelerini kendine has kullanımına özellikle dikkat ediniz.

Tarih Felsefesi Üzerine Dersler*
Georg W. F. Hegel

Tıpkı ruhun kılavuzu Merkür gibi, İdea, gerçekliğin içindedir, insanların ve dünyanın lideridir. Bu kılavuzun mantıklı ve gerekli iradesi olan Tin, dünya tarihindeki olayları yönlendirmiş olup hâlâ da yönlendirmektedir. Şimdi amacımız, Ruh’un bahsi geçen rehberlik göreviyle tanışmaktır. (…)

Felsefenin tarih tefekkürüne kattığı tek düşünce, yalın bir Mantık kavramı; Mantık’ın “Dünyanın Hâkimi” olduğu ve dolayısıyla, dünya tarihinin mantıklı bir süreç olduğudur. Bu inanç ve sezgi, bu haliyle tarih alanında bir hipotezden ibarettir. Felsefede ise hipotez değildir. Felsefede, spekülatif bilişin kanıtladığı şekliyle Mantık -ki burada bu terimi kullanmak bize Evrenle ilahi bir varlık arasında kurulan bağı araştırmaksızın yeterli olacaktır- Sonsuz Güç olmakla birlikte; kendi Sonsuz Madde’siyle, aynı zamanda Sonsuz Biçim olarak, hayat verdiği tüm doğal ve ruhsal yaşamın altında yatan ve bu Madde’yi harekete geçiren bir Öz’dür. Bir bakımdan, Mantık tüm gerçekliğe ait varoluşun ve yaşam buluşun içinde yer aldığı ve kendini yarattığı Evren’in özüdür. Diğer bakımdan, Evren’in Sonsuz Enerjisi’dir; zira Mantık gerçekliğin dışında -nerede olduğunu da kimsenin bilmediği- yer alan salt bir niyet, insanoğlunun zihninde yer alan ayrı ve soyut bir şey olmayıp, salt İdeal’den öte bir şey yaratamayacak kadar da kudretsiz değildir.

Eğer Evrensel Tarih çalışmasına başlamak üzereyken Mantık fikri zihinlerimizde hâlâ netlik kazanmamışsa, en azından kesin ve sarsılmaz bir şekilde, Mantık’ın var olduğu, us ve bilinçli istem Dünyası’nın şansa terk edilmediği ve özfarkındalığa sahip İdea’nın ışığında kendini göstermek zorunda olduğu inancına sahip olmamız gerekir. (…)

Ruh’un doğası, onun tam zıddı olan Madde’ye bakılarak anlaşılabilir. Diğer yandan, Madde’nin özü Çekim olduğu için, Ruh’un özünün Özgürlük olduğunu iddia edebiliriz. (…) Madde kendi dışında bir öze sahiptir fakat ruh kendi içinde bir varoluş barındırır. İşte bu, tam olarak Özgürlük’tür. Çünkü eğer bir şeye bağlıysam ve varlığım benim dışımda bir şeye atfediliyorsa, dışsal şeylerden bağımsız olarak var olamam. Aksine, varlığım kendime bağlı olunca özgür olurum. Ruhun varlığının bu kendi kendine yetme durumu, kişinin kendi varlığına dair özbilinçliliğinden başka bir şey değildir. Bilinçlilik konusunda iki şey ayırt edilmelidir: Bunlardan birincisi, biliyor olmam gerçeği; ikincisi ise ne bildiğimdir. Özbilinçlilikte Ruh kendini bildiği için bu ikisi birleşir. Bu, kendi doğasının değerini bilmesine yol açar. Bunu bilmesi ise kendisini gerçekleştirmesini sağlayan bir enerji olur ve potansiyel olarak ne ise, fiilen o olmasına yol açar. Bu soyut tanımlamadan hareketle, Evrensel Tarih’in, Ruh’un kendisinin potansiyel olarak ne olduğunu çözme sürecindeki dışavurumu olduğu söylenebilir. Nasıl tohum ağacın tüm doğasını, meyvelerinin şeklini ve tadını içinde taşıyorsa, Ruh’un ilk zerreleri de aslında Tarih’in tümünü bünyesinde taşır. (…)

Dünya Tarihi, Özgürlük bilincinin gelişiminden başka bir şey değildir. Bu gelişim doğasının gerektirdiği bir durumdur ve bizim görevimiz de bunu incelemektir.

Özgürlük bilinçliliğinin çeşitli aşamalarına dair yukarda verilen açıklama -ki en başta biz her insanın (insan olan insanların) mutlak olarak özgür olduğunu biliyorken, Doğulu ulusların sadece bir kişinin, Yunan ve Roma Dünyası’nın ise sadece bazılarının özgür olduğunu düşünmeleri gerçeğinde bunu görebiliriz- bizi Evrensel Tarih’in doğal bölünmesi hakkında bilgilendirir ve bize nasıl tartışılması gerektiğine dair fikir verir.

***

[Tarihteki önemli insanların belli amaçları] Dünya Ruhu’nun (Weltgeist) istekleri olan önemli konuları da kapsar. Bu kişiler, uğraş ve amaçlarını mevcut düzenin onayladığı, sakin ve düzenli bir gidişattan değil, duyularla algılanabilen bir varlığa sahip olmayan gizli bir kaynaktan aldıkları ölçüde Kahraman olarak adlandırılabilir. Bu kaynaktan gelen ve yüzeyin altında saklanmış olan iç Ruh, dış dünyayı bir kabuğu kırar gibi parçalara ayırır. Çünkü söz konusu kabuğa ait olandan başka bir öz vardır. Dolayısıyla bu kişiler, yaşamlarının itici gücünü kendilerinden alan ve eylemleri ile bir durum ve -sadece onların ilgi alanları ve işleri gibi gözüken- bir tarihsel ilişkiler kompleksi üreten insanlardır.

Bu bireyler kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırken açığa çıkardıkları genel İdea’nın hiç bilincinde değildi. Aksine, pratik ve politik insanlardı. Ama aynı zamanda, düşünen, zamanın gerekliliklerine vâkıf insanlardı. Gelişimi olgunlaştıran da buydu.

Şu da anlaşılmalıdır ki, insan sahip olduğu bütün değere, yani bütün ruhsal gerçekliğe, sadece Devlet sayesinde sahip olabilir. Ruhsal gerçekliği buna bağlı olduğu içindir ki, kendi özü, Mantık, onun için nesnel bir şekilde mevcut ve ona göre doğrudan nesnel bir varlığa sahiptir. Bu yüzden insan tamamen bilinçlidir; bu sebeple adil ve ahlaklı, sosyal ve siyasi bir hayatın ahlaki yapısında yer alır. Çünkü Hakikat, evrensel ve öznel İrade’nin birleşimidir ve Evrensel olan, Devlet’te, kanunlarında, evrensel ve mantıklı düzenlemelerinde bulunabilir. Devlet, Dünya’da var olan Tanrısal İdea’dır. Dolayısıyla Devlet’te, Tarih’in amacını öncekinden daha belirli bir şekilde bulabiliriz; ki onda Özgürlük nesnellik elde eder ve bu nesnelliğin zevkine vararak yaşar. Çünkü Kanun Ruh’un nesnelliğidir; iradenin gerçek biçimidir. Sadece Kanu’na itaat eden irade özgürdür; çünkü kendine itaat etmiş olur, bağımsız ve bundan dolayı özgür olur. Devletimiz yada ülkemiz bir varlık topluluğu oluşturduğunda ve insanın öznel iradesi kanunlara uyduğunda, Özgürlük ve Gereklilik arasındaki karşıtlık ortadan kalkar. Nesnelerin özü ve gerçekliği olduğundan, Rasyonel olanın zorunlu bir varoluşu vardır ve bizler bunu kanun olarak kabul etmekte ve -varlığımızın özü olarak- takip etmekte özgürüzdür. Böylelikle nesnel ve öznel irade uzlaşır, özdeş ve homojen bir bütün oluşturur. Devlet’in ahlakı (Sittlichkeit), kişinin kendi kanaatinde hüküm süren etik (moralische) ve düşünce mahsulü türden olmadığı için, etik modern zamana özgüyken, gerçek antik ahlaklılık kişinin (genellikle devlete karşı olan) görevine sadık olması ilkesine dayanmaktadır. (…)

Devlet Fikri’nin tam anlamıyla gelişmesi Hukuk Felsefesi ile olmuştur; ancak zamanımızdaki teorilerde, yerleşmiş doğrular olarak kabul edilen ve değişmez önyargı haline gelmiş çeşitli hataların mevcut olduğu gözlemlenmelidir. Bunlardan tarih anlayışımızın hedefiyle ilişkili olanlara öncelik vererek sadece birkaçından bahsedeceğiz.

Karşılaştığımız ilk hata, “Devlet özgürlüğün gerçekleşmesidir” ilkesiyle, insanın doğası gereği özgür olduğu, fakat -karşı koyulamaz bir şekilde içinde yer almaya itildiği- toplumda ya da Devlet’te bu doğal özgürlüğü kısıtlaması gerektiği düşüncesinin çatışmasıdır. (…)

Bireysel iradeye saygı duyulması ilkesinin siyasi özgürlüğün temeli olarak kabul edilmesi, yani Devlet tarafından veya Devlet için siyasi yapının bütün üyelerinin onay vermediği hiçbir şeyin yapılmaması, açık olarak söylemek gerekirse Anayasasız olmamız anlamına gelir.

Devlet hakkında şimdiye kadar ne söylendiğini özetleyecek olursak, onu oluşturan bireyleri harekete geçiren temel ilkeyi Ahlak olarak adlandırabiliriz. Devlet, kanunları, düzenlemeleri üyelerinin haklarını oluşturur; doğal özellikleri, dağları, havası, suları orada yaşayanların ülkesi, anavatanı, ve onların görünürdeki mülkleridir. Bu Devlet’in tarihi, yaptıkları, atalarının ürettiklerinin hepsi bu kişilere aittir ve onların hafızalarında yaşar. Bunların hepsi o kişilerin malı olduğu gibi, o kişilere de bunlar tarafından sahip olunur, çünkü varlıkları ve varoluşları bunlardan oluşmaktadır.

Bu kanunların ve böyle belirlenmiş bir anavatanın benimsenmesi kişilerin iradesinin bir ifadesi iken, kişilerin hayal güçleri bu şekilde sunulan fikirlerle meşguldür. Tek Oluş’u ve tek Halk ruhunu meydana getiren şey bu olgunlaşmış bütünlüktür. Her bir üye bu bütünlüğe aittir; her birim Ulus’unun Oğlu’dur ve aynı zamanda ait olduğu Devlet gelişme geçirdiği derecede Çağ’ının Oğlu’dur. Kimse geride kalmaz, ancak çok azı bunun ötesine geçebilir. Bu ruhani Varlık (yaşanılan Dönemin Ruhu) insanındır; insan onun temsilcisi, Ruh da insanın kökeni ve yaşadığı yerdir. Atinalılar arasında Atina kelimesinin iki tane anlamı vardı: İlk anlamı, bir siyasi kurumlar kompleksi; ikincisi ise Halkın Ruhu’nu ve birliğini yansıtan Tanrıça. (…)

Sıradaki diğer nokta, her bir Ulusal dehanın Evrensel Tarih sürecinde Tek Birey olarak algılanmasıdır. Çünkü tarih tanrısalın sergilenmesidir, Ruh’un en yüce biçimleriyle mutlak gelişimidir, aşamalandırmayla kendi bilincine ve gerçekliğine ulaşır. Bu ilerleme aşamalarının varsaydığı şekiller Tarih’in “Ulusal Ruhlarının” bir özelliği; bu Ruhların ahlaki yaşamlarının, Yönetim, Sanat, Din ve Bilimlerinin kendine has nüshasıdır. Bu aşamaları gerçekleştirmek Dünya-Ruhu’nun sınırsız dürtüsü ve karşı koyulmaz isteğinin hedefidir. Organik elemanlara bölünmesi ve her bir elemanın tam olarak gelişimi onun İdeası’dır. (...)

Tarihte meydana gelen dönüşümler uzun zamandır daha iyiye ve mükemmele doğru bir ilerleme olarak nitelendirilmiştir. Doğa’da gerçekleşen değişimler -ne kadar çeşitli olursa olsun- daima kendini tekrar eden bir döngüden ibarettir. Doğada “güneşin altında yeni bir şey yoktur” ve fenomenlerin şimdiye kadar oynadığı çok biçimli oyunu can sıkıntısı hissi uyandırır. Sadece Ruh alanında gerçekleşen değişimlerde yeni bir şey ortaya çıkar. Akıl dünyasındaki bu hususiyet, insanın durumunda, tüm değişimin tekrardan intikal ettiği her zaman tek ve aynı sabit karakteri -yani daha iyiye yönelik değişim için gerçek kapasiteyi- bulduğumuz doğal nesnelerinkinden tamamen farklı bir kadere, mükemmellik dürtüsüne işaret etmiştir. (…)

Gelişim ilkesi, kendini gerçekleştirmek için çabalayan bir kapasite veya olasılık olan gizli bir tohumun varlığını da gerektirir. Bu biçimsel kavram asıl varlığını tiyatrosu, mülkiyeti ve uygulama alanı olarak Dünya Tarihi’ne sahip olan Ruh’ta bulur.

Ruhun doğası rastlantıların gelişigüzel oyunu ortasında ileri geri atılacak türden değildir, aksine, beklenmedik olaylardan kesinlikle etkilenmeyen ve hatta onları kendi amaçları için uygulayan ve yöneten, nesnelerin mutlak bir belirleyicidir. (…) Gelişim (doğal organizmaların) doğrudan, karşı konulmaz ve engellenemez bir şekilde gerçekleşir. İdea ve onun gerçekleşmesi -orijinal tohumun oluşumu ve ondan kaynaklanan varlığın ona uyum sağlaması- arasında hiçbir rahatsız edici etki müdahale edemez. Fakat Ruh söz konusu olunca durum tamamen başkadır. Onun İdeası’nın gerçekleşmesi bilinçlilik ve irade aracılığıyla sağlanır ve bu beceriler ilk önce temel doğal yaşamlarının içine gömülüdür; çabalarının ilk amacı ve hedefi, sadece doğal kaderlerini gerçekleştirmektir. Ancak buna (doğal kaderin gerçekleşmesine) hayat veren Ruh olduğu için, pek çok çekimden etkilenir ve büyük güç ve ahlaki zenginlik sergiler. Bu yüzden Ruh kendi kendisiyle savaş halindedir ve en güçlü engeli olan kendisini altetmek zorundadır. Doğa’nın alanında gerçekleşen gelişim sakin bir büyümedir; Ruh’un alanındaki ise kendisiyle şiddetli ve güçlü bir çatışma içerisindedir. Ruh’un uğraştığı şey aslında kendi İdeal oluşunu gerçekleştirmektir; ancak böyle yaparak bu hedefi kendi görüşünden saklar ve bu kendine yabancılaşmadan memnuniyet ve gurur duyar.

Bu nedenle, genişlemesi, organik yaşamda olduğu gibi sade bir büyümenin zararsız sakinliğini arz etmemektedir, aksine, kendine karşı olmada isteksiz bir geminin kıçı gibidir. Dahası, sade biçimsel bir gelişim kavramı yerine belli bir sonuca ulaşılmasını ortaya koyar. Başta belirlediğimiz gibi, ulaşılması hedeflenen, bütünlüğüyle ve asıl doğasıyla Ruh’tur, yani Özgürlük.

Daha önce de açıklandığı gibi, Evrensel Tarih, Özgürlüğün bilincinin Ruh tarafından geliştirilmesini ve sonuçta bu Özgürlüğün gerçekleşmesini göstermektedir. Bu gelişim bir derecelendirme -Özgürlüğün İdeası’ndan kaynaklanan, gittikçe artan yeterlilikte bir ifade veya tezahürler dizisi- gerektirir. İdea’nın mantıksal ve -daha belirgin bir şekilde- diyalektik doğası, yani hür iradesi olması, sırayla aştığı ardışık formlarının olması ve bu önceki aşamaları aşma süreciyle olumlu -ve aslında- daha zengin ve daha somut bir şekil kazanması, doğasının bu gerekliliği ve İdea’nın art arda üstlendiği gerekli, saf ve soyut formlar dizisi, Mantık şubesinde sergilenir. Biz burada bu sonuçların sadece birini benimsemeliyiz, yani süreçteki her adımın bir diğerinden farklılık arz ettiğini, kendine has belirli bir ilkesi olduğunu. Tarihte bu ilke, Ruh’un ayrıksılığıdır, kendine özgü Ulusal Deha’dır. Somut bir şekilde görünen ulus ruhunun bilincinin ve iradesinin her yönünü, gerçekleşmesinin tüm devirlerini ifade edişi bu ayrıksılığın sınırlandırmaları dahilindedir.

* Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler, çev. J. Sibree, Londra, H. G. Bohn, 1857, s. 8-11, 18-20, 31, 40-2, 45, 54-8, 66.

Tarihin Üç Türü*
Georg W. F. Hegel

Genel olarak irdelenecek üç tarih türü vardır: (i) kökensel tarih, (ii) düşünsel tarih, (iii) felsefi tarih.

i. Kökensel tarih açısından birkaç isim vermenin hemen belirli bir tablo oluşturacağını düşünüyorum; örneğin Herodotus, Tukidides ve aynı türden başka Tarih yazarları gözlerinin önünde yer alan ve kendileriyle aynı tini paylaştıkları eylemleri, olayları ve durumları betimler, dışsal olarak bulunanı tinsel tasarım alanına aktarırlar. Dışsal görüntü böylece içsel tasarım olur. Benzer biçimde, şair de duygularında bulduğu gerçeği tasarım yetisi için işlemden geçirir. (…)

ii. Düşünsel Tarih kendi zamanı ile bağıntı içinde olmayan ama tini açısından şimdinin ötesinde olan Tarih’tir. Bu ikinci cinste birbirinden çok değişik tür ayırt edilebilir:

a. İstenen genel olarak bir ulusun ya da bir ülkenin ya da dünyanın bütün tarihi üzerine bir görüş, kısaca Evrensel Tarih dediğimiz şeydir. Burada tarihsel gerecin işlenmesi başlıca sorundur ki, bu işi yapacak olan kişi ona kendi tiniyle yaklaşır ama bu içeriğin tininden ayrı bin tindir. Burada özellikle yazarın bir yandan betimlediği eylemlerin ve olayların içerik ve ereklerine ilişkin olarak, öte yandan tarihi ele alış yoluna ilişkin olarak kendisinin saptadığı ilkeler önemli olacaktır. (…)

b. Düşünsel tarihin ikinci türü pragmatik Tarih’tir. Geçmişi ele alırken ve uzaklarda kalmış bir dünya ile ilgilenirken, düşünce için bu kendi etkinliğinden ve çabasına ödül olarak bir Şimdi ortaya çıkar. Olaylar değişiktir ama onlarda evrensel olan ve içsel olan, onları bağlayan şey birdir. Bu geçmişi ortadan kaldırır ve olayları Şimdi’ye getirir. Pragmatik düşünceler ne denli soyut olsalar da, tam bu yolla gerçekte Şimdi’dedirler ve Geçmiş’in anlatılarını bugünün yaşamında diriltirler. Böyle düşüncelerin gerçekten de ilginç ve diriltici olup olmadıkları yazarın kendi tinine bağlıdır. Burada özellikle ahlaksal düşüncelere ve tarih yoluyla kazanılan ahlaksal derslere değinmek gerekir. (…)

c. Düşünsel Tarih’in üçüncü türü eleştirel Tarih’tir; buna zamanımızda Almanya’da tarihi ele almanın başlıca yolu olduğu için değinilecektir. Bunda sunulan Tarih’in kendisi değil ama Tarih’in bir Tarih’i, tarihsel anlatıların bir yargılanışı ve bunların gerçeklik ve inandırıcılıklarının bir araştırmasıdır. Bunda yatan ve özellikle yatması gereken özgünlük yazarın anlatılardan olgularda olmayan bir şeyi çıkarmada gösterdiği kavrayış keskinliğidir. (…)

d. Düşünsel Tarih’in son türü kendini hemen parçalı bir şey olarak gösteren türdür. Hiç kuşkusuz soyutlayıcıdır ama genel bakış açılarını (örneğin Sanat Tarihi, Tüze Tarihi, Din Tarihi) aldığı için, Felsefi Dünya Tarihi’ne bir geçiş oluşturur. Zamanımızda kavramlar tarihinin bu biçimi daha gelişmiş ve öne çıkarılmıştır. Böyle dallar (sanat, tüze, din) bir ulusun tarihinin bütünü ile bir ilişki içinde dururlar ve her şeyin çevresinde döndüğü biricik nokta bütünün bağlantısının mı sergilendiği, yoksa yalnızca dışsal ilişkileri içinde mi arandığıdır. Bu ikinci durumda, bu dallar ulusun bütünüyle olumsal, tekil özellikleri olarak görünürler. Şimdi, eğer düşünsel Tarih evrensel bakış açılarını izleme noktasına gelmişse, o zaman belirtmek gerekir ki, eğer böyle bakış açıları gerçek bir doğada iseler, yalnızca dışsal bir çizgi, yalnızca dışsal bir düzen oluşturmazlar, tersine olayların ve edimlerin kendilerinin içsel ve yol gösterici ruhlarıdırlar. Çünkü ruh, önderi Merkür gibi, İdea gerçeklikte halkların ve dünyanın önderidir ve Tin, o önderin ussal ve zorunlu İstenci, dünya olaylarına öncülük etmiştir ve etmektedir; onu bu önderlikte tanıyabilmek burada amacımızdır. Bu da bizi Tarih’in üçüncü cinsine, felsefi Tarih’e getirir.

iii. Önceki iki tür açısından hiçbir açıklama gerekmemişti, çünkü kavramları kendiliğinden açıktı ama bu sonuncusunda, felsefi Tarih’te durum başka türlüdür ve gerçekten de bir açıklama ya da aklama gerektiriyor görünür. Gene de genel olarak Tarih Felsefesi’nin Tarih’in düşünceye dayalı irdelenişinden başka bir şeyi irdelemediği söylenebilir. Düşünce hiç kuşkusuz ondan vazgeçebileceğimiz bir şey değildir; kendimizi hayvanlardan onunla ayırt ederiz ve duyumda, tanımada ve bilmede, itkilerde ve istençte, bunlar insansal oldukları ölçüde, bir Düşünce vardır. Ama düşünceye bu başvuru burada doyurucu görünmeyebilir, çünkü tarihte Düşünce verili olana ve var olana alt güdümlüdür, onu temeli olarak alır ve onun tarafından yönlendirilir; Felsefe ise tersine, nesnenin Kurgunun var olana bakılmaksızın kendi içinden üreteceği Düşünceleri yükler. Tarih’e böyle Düşüncelerle yaklaştığında, Kurgu onu bir gereç gibi ele alır, onu olduğu gibi bırakmaz, tersine, Düşüncelere göre düzenler ve söylendiği gibi onu a priori kurar. Ama Tarih’in yalnızca var olanı ve olmuş olanı, olayları ve edimleri ele alması gerektiği için ve ancak verili olana sıkı sıkıya sarıldığı ölçüde gerçek doğasına bağlı kaldığı için, Felsefe’nin işi bu etkinlik ile çelişki içinde duruyor görünür ve bu çelişkinin ve ondan Kurgu için doğan suçlamanın burada açıklanması ve çürütülmesi gerekir ama bu nedenle Tarihsel olanın ereği, ilgisi ve ele alınışı ve Felsefe ile ilişkileri üzerine yürürlükte olan ya da her zaman yenileri bulunacak çok sayıda çarpık ve özel görüşün düzeltilmesi gibi bir işi üstlenmeyi istemiyoruz.

Felsefeyle birlikte gelen biricik düşünce, Us’un dünyaya egemen olduğu, öyleyse Dünya tarihinde de Ussal olanın ilerlemekte olduğu biçimindeki yalın Us anlayışıdır. Bu kanı ve içgörü genel olarak Tarih açısından bir varsayımdır; Felsefe’nin kendisine ise bir varsayım değildir. Kurgul bilgi yoluyla onda Us’un -burada bu anlatımla onun Tanrı ile bağlantısını ve ilişkisini daha yakından açıklamaksızın yetinebiliriz- Töz ve Sonsuz Güç olduğu, kendi kendisinin tüm doğal ve tinsel yaşamın sonsuz Gereci olduğu gibi, bu kendi içeriğinin etkinleştirici sonsuz Biçimi de olduğu tanıtlanır. Us Töz’dür, yani tüm edimselliğin varlığını ve kalıcılığını onda ve onun yoluyla bulduğu şeydir; - sonsuz Güçtür, çünkü Us yalnızca İdeale de, yalnızca “Gerek” noktasına dek gidebilecek denli, yalnızca edimselliğin dışında, kim bilir nerede, tikel bir şey olarak kimi insanların kafalarında bulunuyor olacak denli güçsüz değildir; - sonsuz İçeriktir, tüm özsellik ve gerçekliktir ve kendisi kendi Gerecidir ki, onu işlemesi için kendi etkinliğine verir, çünkü sonlu bir edim gibi, etkinliğinin besinini ve nesnelerini ondan kazanacağı verili bir araca, bunun dışsal bir gerecinin koşullarına gereksinmez; kendi kendisinden beslenir ve kendisi işleyeceği Gerçektir; yalnızca kendisi kendi varsayımıdır ve altık son erektir, böylece bu ereğin İçeriden görüngüde, yalnızca doğal değil, ama tinsel Evren’in de görüngüsünde, Dünya Tarihi’nde etkinleştirilmesi ve üretilmesidir. Şimdi bu İdea’nın gerçek olan, bengi olan, saltık olarak güçlü olan olması, onun kendini dünyada sergilemesi ve onda kendi kendisinden, onur ve görkeminden başka hiçbir şey sergilememesi - bu olgu, söylendiği gibi, Felsefe’de tanıtlanmış olandır ve burada böyle tanıtlanmış olarak varsayılacaktır.25

Okurlarım arasında henüz Felsefe ile tanışık olmayanlardan belki de Dünya Tarihi üzerine bu dersi Us’a duyulan bir inanç ile, onun bilgisi için bir istem, bir susuzluk ile karşılaşmalarını bekleyebilirim; hiç kuşkusuz, bilimlerin öğrenilmesinde öznel gereksinim olarak varsayılması gereken şey yalnızca yüzeysel bir tanışıklıklar yığını değil ama ussal içgörü için, bilgi için istem olmalıdır. Eğer Dünya Tarihi’ne daha şimdiden Us’un düşüncesi ile, bilgisi ile giremiyorsak, o zaman hiç olmazsa Us’un orada olduğuna, Anlığın ve özbilinçli İstencin dünyasının olumsallığa terk edilmiş olmadığına, tersine, kendini bilen İdea’nın ışığında kendini göstermek zorunda olduğuna duyulan sağlam, yenilmez bir inancı taşımalıyız. Ama gerçekte önceden böyle bir inanç istemde bulunmam gerekmez. Geçici olarak söylemiş olduklarım ve daha öte söyleyecek olduklarım, bilimimiz açısından bile yalnızca varsayım olarak değil, ama bütünün bir özeti olarak, bizim tarafımızdan yapılacak irdelemenin sonucu olarak alınmalıdır – bir sonuç ki, daha önceden bütünü tanıdığım için benim tarafımdan bilinmektedir. Öyleyse, Dünya Tarihi’nin ussal bir ilerleme olmuş olduğu, Dünya Tini’nin, doğası hiç kuşkusuz her zaman bir ve aynı olan ama bu tek doğasını dünyanın belirli-varlığında açındıran Tin’in ussal, zorunlu süreci olduğu yalnızca bu Tarih’in kendisinin irdelenmesinden çıkan bir sonuçtur. Bu, söylendiği gibi, Tarih’in sonucu olmalıdır. (…)

Yalnızca Us’un dünyada olduğu gibi Dünya Tarihi’nde de egemen olmuş olduğu ve egemen olmayı sürdürdüğü yolundaki evrensel kanı üzerine iki biçimsel noktayı ve bakış açısını anımsatacağım, çünkü bunlar bize aynı zamanda güçlüğü oluşturan ana noktayı daha yakından ele alma ve üzerinde daha öte durmamız gereken bir konuyu belirtme fırsatı verirler:

I. Bunlardan biri ilk kez Yunanlı Anaksagoras’ın26 nous’unu, genel olarak Anlak’ın ya da Us’un dünyayı yönettiğini söylemiş olduğunu bildiren tarihsel pasajdır; bu özbilinçli Us olarak Anlak değil, genel olarak bir Tin değildir; - ikisini birbirinden tümüyle ayırt etmemiz gerekir. Güneş dizgesinin devimi değişmez yasaları izler; bu yasalar onun Usu’dur, ne güneşin ne de bu yasalarda onun çevresinde dönen gezegenlerin buna ilişkin bir bilinçleri vardır. Böylece Us’un doğadan olması, doğanın değiştirilemez evrensel yasalar tarafından yönetiliyor olması gibi bir düşünce bizi çarpmaz, bunlara alışığızdır27 ve fazla önem vermeyiz; bu tarihsel duruma tarihin bize önemsiz görünebilen bu tür düşüncelerin dünyada her zaman olmuş olmadıklarını öğrettiğine, böyle düşüncelerin aslında insan tininin Tarihi’nde çığırlar oluşturduklarına dikkat çekmek için değindim. Aristo o düşüncenin yaratıcısı olarak Anoksagoras’ın sarhoşlar arasındaki ayık biri olarak görünmesinden söz eder. Sokrates bu düşünceyi Anaksagoras’tan üstlendi ve düşünce olaylarını şansa yükleyen Epikürüs’ün felsefesi dışında, Felsefe’de egemen oldu. “Bundan sevinç duydum,” der Sokrates, Platon’un diyaloğunda, “ve bana Doğayı Us’a göre yorumlayacak, tikel olanda onun tikel ereğini, bütünde evrensel ereği gösterecek bir öğretmen bulmuş olduğum umuduna kapıldım. Dünyaları verseler bu umuttan vazgeçmeyecektim. Ama büyük bir coşkuyla kendimi Anaksagoras’ın yazılarına verdikten sonra onun yalnızca Hava, Eter, Su ve benzeri gibi dışsal nedenlerden söz ettiğini bulunca, nasıl düş kırıklığına uğradım.” Açıktır ki, Sokrates’in Anaksagoras’ın ilkesinde bulduğu yetersizlik ilkenin kendisini değil, ama somut doğaya uygulanışındaki eksikliği, Doğa’nın o ilkeden anlaşılıyor ya da kavranıyor olmamasını, bütününde o ilkenin soyut olarak bırakılmış olmasını, Doğa’nın onun bir gelişimi olarak, Us’tan ortaya çıkarılmış bir örgütleniş olarak kavranmamasını ilgilendirir. Burada, hemen başlangıçta, bir belirlenimin, bir ilkenin, bir gerçekliğin yalnızca soyut olarak saptanması ve daha tam belirlenime ve somut gelişime ilerleme arasındaki bu ayrıma dikkati çekmek istiyorum. Bu ayrım belirleyicidir ve Dünya Tarihi’ni incelememizin vargısında en yeni politik durumun ele alınmasında başkaları arasında özellikle bu duruma geri döneceğiz.

Dahası, Us’un dünyayı yönetiyor olması düşüncesinin bu ortaya çıkışı onun dinsel gerçeklik biçiminde iyi bildiğimiz daha öte bir uygulaması ile, yani dünyanın şansın ve dışsal olumsal nedenlerin eline bırakılmadığı, tersine bir Kayra’nın dünyayı yönettiği görüşüyle bağıntılıdır. Daha önce sözü edilen ilkeye inancınız konusunda bir istemde bulunmayı istemediğimi belirtmiştim; gene de bu dinsel biçim altında o ilkeye inancınıza başvurabilirim – eğer genel olarak felsefe biliminin özgünlüğü varsayımlarda bulunmaya izin veriyorsa; ya da aynı şeyi başka türlü anlatırsak, böyle bir şeye başvurmayacağım, çünkü ele almayı istediğimiz bilimin kendisinin o ilkenin gerçekliğin olmasa da doğruluğunun tanıtını vermesi gerekir. Şimdi, gerçeklik bir Kayra’nın, hiç kuşkusuz tanrısal Kayra’nın, dünyanın olaylarının başında olması gerçekliği o verilen ilkeye karşılık düşer, çünkü tanrısal Kayra bilgelik ile donatılı sonsuz güçtür ki, ereğini, eş deyişle dünyanın saltık, ussal son ereğini edimselleştirir: Us kendi kendisini belirleyen bütünüyle özgür düşüncedir. Ama dahası, şimdi bu inanç ve ilkemiz arasında bir ayrım, aslında bir karşıtlık olarak Sokrates’in Anaksagoras’ın ilkesi durumundaki istemi ile aynı yolda kendini gösterir. Çünkü o inanç da eşit ölçüde belirsizdir, genel olarak Kayra’ya inanç denilen şeydir ve belirlenime, bütünün üzerine, Dünya Tarihi’nin her şeyi kapsayan akışı üzerine uygulamaya dek ilerlemiş değildir. Ama Tarihi açıklamak demek, insanların tutkularını, dehalarını, etkin yetilerini ortaya sermek demektir ve Kayra tarafından bu belirlenmişliğe genellikle onun Tasar’ı denir. Gene de, bu Tasar bizim gözlerimizden gizli olması gereken şeydir; giderek onu bilmeyi istemek bile kendini bilmezlik sayılır. Anaksagoras’ın Anlak’ın kendini edimsellikle nasıl ortaya serdiği konusundaki bilgisizliği doğaldı: Henüz düşüncenin bilinci ne onda ne de bütün bir Yunanistan’da yeterince gelişmişti; Anaksagoras evrensel ilkesini Somut’a uygulayamadı, ikinciyi birinciden saptamayı başaramadı ve Somut’un Evrensel ile birleşmesini kavrama adımını atan ilkin Sokrates oldu. O zaman Anaksagoras böyle bir uygulamaya karşı bir polemik tutumuna girmedi ama Kayra’ya o inanç en azından büyük ölçek uygulamaya karşı ya da Kayra’nın Tasarı’nın bilgisine karşı öyle bir tutuma girer. Çünkü tikel durumlarda şurada burada o Tasar’ın geçerli olmasına izin verilir; dindar yürekler tek tek olaylar durumunda yalnızca Şans’ı değil, ama Tanrı’nın parmağını görürler, örneğin büyük sıkıntı ve yoksulluk içindeki bireye beklenmedik bir yardım geldiği zaman olduğu gibi ama bu ereklerin kendileri sınırlı türdendir, yalnızca bu bireyin tikel erekleridirler. Ama Dünya Tarihi’nde işimiz Uluslar olan bireyler ile Devletler olan bütünlüklerdir. Öyleyse Kayra’ya inanç üzerine, deyim yerindeyse, ne o perakendeci bakış açısından, ne de yalnızca bir Kayra’nın olduğu biçimdeki genel görüşe gitmeyi isteyen ama onun daha belirli edimlerine yaklaşmayı yadsıyan salt soyut, belirsiz inançta durup kalabiliriz.28 Tersine, en içten çabamız Kayra’nın yollarını, Tarih’teki araçlarını ve görüngülerini tanıma yönelmelidir, ve bunları o evrensel ilke ile ilişkilendirmemiz gerekir. Ama genel olarak Tanrısal Kayra’nın Tasarı’nın bilgisine değinilmekle zamanımızın birinci önemdeki bir sorusunu, Tanrı’yı bilme olanağına ilişkin soruyu, ya da daha doğrusu, bu bir soru olmaya son verdiği için, bir önyargıya dönüşmüş olan öğretiyi, Tanrı’yı bilmenin olanaksız olduğu öğretisini anımsatmış oldum. Kutsal Yazılarda en yüksek ödev olarak buyrulan şey ile, Tanrı’yı yalnızca sevme değil ama bir de bilme ödevi ile doğrudan karşıtlık içinde, şimdi tam orada söylenmiş olan şeyin, Tin’in Gerçekliğe Götüren olduğu, onun her şeyi bildiği, giderek Tanrı’nın en büyük derinliklerine ulaştığı görüşünün yadsınması egemendir. Tanrısal Varlık bilgimizin ve genel olarak insansal şeylerin öte yanına koyulduğu zaman, bununla kendi tasarımlarımız arasında dilediğimiz gibi dolaşmanın rahatlığına ulaşılır. Bilgimize tanrısal olanla ve gerçek olanla bir bağıntı vermekten kurtuluruz; buna karşın, o zaman onun kibri ve öznel duygu kendi için eksiksiz bir aklama bulur ve dindar alçakgönüllülük, Tanrı’nın bilgisini kendinden uzakta tutarken, bununla özenci ve boş itkileri için neyi kazanacağını çok iyi bilir. Usun dünyayı yönetmiş ve yönetmekte olduğu biçimindeki önermemiz ile Tanrı’nın bilgisinin olanağına ilişkin soru arasındaki bağıntıyı göz ardı etmeyi istemeyişimin nedeni felsefenin dinsel gerçekleri anımsatmadan kaçındığı ya da kaşınmayı istediği ve onları bir yana attığı, çünkü deyim yerindeyse, onlara karşı rahat bir duyunç taşımadığı yolundaki kuşkuya değinme fırsatını değerlendirmekti. Tersine, durum böyle olmaktan öylesine uzaktır ki, yakın zamanlarda dinsel içeriği birçok tanrıbilim türü karşısında savunmayı üstlenmek zorunda kalan felsefe olmuştur. Hıristiyan dininde Tanrı kendini bildirmiş, eş deyişle, insanlara ne olduğunu bilme fırsatını vermiştir; öyle ki, bundan böyle gizli saklı bir şey değildir; ve bizim için Tanrı’yı bilmenin bu olanağı böyle bilgiyi bir ödev olarak dayatır. Tanrı çocuklarında dar yürekler ya da boş kafalar istemez; tersine, tinleri kendi için yoksul ama onun bilgisine varsıl olanları ve tüm değeri Tanrı’nın bu bilgisinde görenleri ister. Tanrısal Varlığın bildirilişinin bu temelinden yola çıkan düşünen tinin gelişimi en sonunda ilkin duygunun ve tasarım yetisinin önüne konulan şeyi düşünce ile kavramaya ulaşmalıdır; sonunda yaratıcı Us’un Dünya Tarihi olan bu varsıl ürününün de kavranacağı zaman gelmelidir. Bir zaman moda, Tanrı’nın bilgeliğine hayvanlarda, bitkilerde, tekil yazgılarda hayran olmaktı. Kayra’nın kendini böyle nesnelerde ve olgularda bildirdiği kabul diliyorsa, bu niçin Dünya Tarihi’nde de kabul edilmesin? Bu içerik böyle bir kabullenim için fazla büyük görünür. Ama tanısal bilgelik, e.d. Us büyükte olduğu gibi küçükte de bir ve aynıdır ve Tanrı’yı bilgeliğini büyük ölçekte uygulamayacak denli zayıf görmemeliyiz. Bilgimiz bengi bilgelik tarafından amaçlanan şeyin doğanın bağrında nasıl ortaya çıkıyorsa, edimsel ve etkin Tin’in dünyasında da öyle ortaya çıktığı içgörüsünü kazanmaya yönelir. İrdelememiz bu düzeye dek bir Teodike, (yani) Tanrı’nın bir yaklaşımıdır ki, Leibniz bunu metafiziksel olarak kendi yolunda henüz belirsiz, soyut kategorilerde başarmaya çalışmıştır; öyle ki dünyadaki Kötülük kavranabilir, düşünen tin Kötü olanın varoluşu ile uzlaşabilir. Gerçekte böyle bir uzlaştırıcı bilgi için istem başka hiçbir yerde Dünya Tarihi’nde olduğundan daha büyük değildir. Bu uzlaşmaya ancak o olumsuzu alt güdümlü ve üstesinden gelinen bir şeye yitmiş olarak kendi içinde kapsayan olumlunun bilgisi yoluyla ulaşılabilir; bir yandan, gerçekte dünyanın son ereği olan şeyin bilinci yoluyla; öte yandan, o ereğin onda edimselleşmiş olduğunun ve Kötü olanın en sonunda kendini onun yanında geçerli kılmış olmadığının bilinci yoluyla erişilebilir. Ama bunun için nous ve Kayra’ya yalnızca inanç henüz hiçbir biçimde yeterli değildir. Belirtildiği gibi, dünyayı yöneten Us da tıpkı Kayra gibi belirsiz bir sözcüktür; ondan her zaman belirleniminin, içeriğinin ne olduğu belirtilemeden söz edilir ki, bir şeyin ussal mı, yoksa usdışı mı olduğunu ona göre yargılayabiliriz. Us’u belirlenimi içinde kavramak – bu ilk sorundur; ikincisi, genel olarak Us’a bağlı kalınsa da, bu yalnızca sözlerde böyledir. Bunları belirttikten sonra, bu girişte irdelemeyi istediğimiz ikinci bakış açısına geçiyoruz.

II. Usun belirleniminin kendinde ne olduğu sorusu, Us dünya ile bağıntı içinde alındığı sürece, dünyanın Son Ereğinin ne olduğu sorusu ile çakışır; bu anlatımda daha tam olarak o Ereğin olgunlaşması, edimselleşecek olması gerektiği imlenir. Burada değinilecek iki nokta vardır: Bu Son Ereğin içeriği, genel olarak belirlenimin kendisi ve edimselleşmesi.

Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, nesnemiz, Dünya Tarihi, tinsel29 alanlarda ilerler. Dünya kendi içinde fiziksel ve ruhsal Doğa’yı kapsar; fiziksel Doğa da benzer olarak Dünya Tarihi’ne karışır ve daha başlangıçta Doğa belirleniminin bu temel ilişkilerine dikkat etmemiz gerekecektir. Ama Tin ve gelişiminin süreci tözsel olandır. Doğa’yı kendine özgü tikel bir öğede olduğu gibi kendi içinde bir Us dizgesi olarak irdeleme işi buraya ait değildir; onu burada yalnızca Tin ile göreli olarak irdeleyeceğiz. Tin ise onu burada üzerinde irdeleyeceğimiz sahnede, Dünya Tarihi’nde, en somut edimselliği içindedir; buna karşın ya da çok doğrusu, somut edimselliğinin bu kipinden evrenseli kavrayabilmek için, her şeyden önce Tin’in doğasının kimi soyut belirlenimlerini öncül olarak kullanmak zorundayız…

Tinin doğası tam karşıtının yoluyla bilinebilir. Tıpkı özdeğin tözünün Yerçekimi olması gibi, demeliyiz ki Tin’in tözü, özü Özgürlük’tür. Herkes için dolaysızca inandırıcı olabileceği gibi, Tin başka özellikler arasında Özgürlüğe de iyedir ama felsefe Tin’in tüm özelliklerinin ancak Özgürlük yoluyla kalıcı olduklarını, tümünün yalnızca Özgürlük için araçlar olduklarını, tümünün yalnızca Özgürlüğü aradıklarını ve ürettiklerini öğretir; Özgürlüğün Tinin Biricik Gerçeği olduğu30 kurgul felsefenin ürettiği bir bilgidir. Özdeğin ancak bir özek noktasına doğru itildiği ölçüde yerçekimi vardır; özsel olarak bileşiktir, birbiri dışındaki parçalardan oluşur; onların Birliğini arar ve öyleyse kendini ortadan kaldırmayı, kendi karşıtını ister; eğer buna erişseydi, bundan böyle Özdek olmaz, tersine yitip gitmiş olurdu; İdealliğe doğru çabalar, çünkü Birlikte ideal olarak vardır. Tin ise, tersine, özeğini kendi içinde taşıyandır; Birliği kendi dışında taşımaz ama onu bulmuştur; kendi içinde ve kendi kendisi iledir. Özdek tözünü dışında taşır; Tin kendi-kendisi-ile-olmadır. Bu ise sözcüğün tam anlamıyla Özgürlüktür, çünkü bağımlı olduğum zaman kendimi bir başkası ile bağıntılarım ki, o değilimdir; dışsal bir şey olmaksızın olamam eğer kendi kendim ile isem, özgürümdür. Tinin bu kendi-kendisi-ile olması özbilinçtir, kendinin bilincidir. Bilinçte iki şey ayırt edilecektir; ilk olarak biliyor olmam; ve ikinci olarak, bildiğim şey. Özbilinçte ikisi çakışır, çünkü Tin kendi kendisini bilir, kendi doğasının yargılanışıdır, ve Tin aynı zamanda kendine gelme ve böylece kendini ortaya çıkarma, kendi kendine ne ise o yapma etkinliğidir. Bu soyut belirlenime göre Dünya Tarihi için denebilir ki, o Tin’in kendinde ne olduğunun bilgisini işleyip geliştirmede sergilenişidir ve tıpkı tohumun ağacın bütün doğasını, meyvelerinin tadını ve biçimini kendi içinde taşıyor olması gibi, Tin’in ilk belirtileri de daha şimdiden gizil olarak bütün Tarih’i kendi içinde kapsar. Doğulular henüz Tin’in ya da genel olarak İnsan’ın kendinde özgür olduğunu bilmezler ve bunu bilmedikleri için özgür değildirler; yalnızca Bir’in özgür olduğunu bilirler ama tam da bu nedenle böyle özgürlük yalnızca özençtir, yabanıllıktır, tutkunun körlüğüdür ya da onun bir yumuşaklığı, evcilliğidir ki, kendisi salt bir doğa olumsallığı ya da özençtir. Bu Bir bu nedenle salt bir Despottur, özgür bir insan değil. – Özgürlük bilinci ilkin Yunanlılar arasında doğdu ve bu yüzden onlar özgürdürler ama tıpkı Romalılar gibi, yalnızca kimilerinin özgür olduğunu biliyorlardı, genel olarak İnsan’ın değil. Platon ve Aristo bile bunu bilmiyorlardı. Bu yüzden Yunanlıların yalnızca köleleri olmakla kalmadı, yalnızca yaşamları ve güzel özgürlüklerinin sürekliliği onlara bağımlı olmakla kalmadı ama özgürlüklerin kendisi bir yandan yalnızca olumsuz, geçici ve sınırlı bir çiçek, öte yandan aynı zamanda insansal olanın, insanca olanın katı bir köleliğiydi. – İlkin Germanik uluslar Hıristiyanlıkta İnsan olarak İnsan’ın özgür olduğunun, Tin’in özgürlüğünün onun en asıl doğasını oluşturduğunun bilincine ulaştılar; bu bilinç ilk olarak dinde, Tin’in en iç bölgesinde doğdu ama bu ilkenin dünyasal varlığa da aktarılması daha öte bir sorundu ki, çözümü ve uygulaması kültürün ağır ve uzun bir emeğini gerektirdi. Hıristiyan dininin kabul edilmesi ile örneğin kölelik dolaysızca sona ermedi; dahası, böylelikle Devletlerde özgürlüğün hemen egemen olması, Hükümetlerin ve Anayasaların ussal bir yolda örgütlenmeleri ya da giderek özgürlük ilkesi üzerine temellendirilmeleri de hiçbir biçimde söz konusu değildi. İlkenin dünyasallığa bu uygulanışı, dünyasal durumların onun tarafından bütünüyle şekillendirilmesi ve özümsenmesi uzun bir süreçtir ki, Tarih’in kendisini oluşturur… Dünya Tarihi Özgürlük bilincinde ilerlemedir – bir ilerleme ki, görevimiz onu zorunluluğu içinde bilmektir.

* G.W.F. Hegel, Tarih Felsefesi, İdea Yayınevi, 2006, çeviri: Aziz Yardımlı.

ç.n. arkasöz olarak: … Hegel’in tarih felsefesi ussal dizgesinden yapılan bir çıkarsamadır. Bu çözümlemenin herhangi bir öznel bakış açısına ya da dışsal amaca güdümlü olduğunu düşünmek felsefesinin dizgesel doğasını yadsımak, aslında onu göreli bir bakış açısına indirgemek olacaktır ki, en hafif bir deyişle felsefe görünüşüne bürünen sıradan Anlağın tutumudur… Hegel felsefi çözümlemelerini bir Avrupalının göreli tarihsel bakış açısından üretmedi. Olanaklı en vurgulu anlamda, giderek en tutkulu anlamda, bakış açısının evrensel Us’un bakış açısı olduğunda, bir Alman ya da Batılı olarak yazmadığında, böyle kültürel sonlulukların üstünde ve ötesinde olduğunda diretti ve bunu Tinin Görüngübilimi’nden başlayarak yaptı. Bu başarıp başaramadığını, tarihin göreli bir çocuğu olmanın üstesinden ne düzeye dek gelebildiğini yargılamak felsefenin kendi toprağında olmayı gerektirir. Felsefeyi, bilgiyi, ussal bir dizgeyi Doğu ve Batı gibi, sol ve sağ gibi güdük bakış açılarından ya da eşit ölçüde öznel ulusal, sınıfsal, ırksal, etnik bakış açılarından yargılamak onu “yorumlamak”tır ve bir görüş olarak yorumlama açıktır ki, nesnelliğin söz konusu olduğu yerde hiçbir değeri olmayan, göreli olarak geçerli bir duruş noktasıdır…

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.