Tanrı’nın Kelamı ve İnsanın Sözü*
İsviçreli vaiz ve teolog Karl Barth (1886-1968), günümüz Protestanlığındaki güçlü “neo-Ortodoksluk” akımın lideridir. Barth, istenmeyen bir yabancı olarak Almanya’dan Nazilerce sürgün edilene kadar, üç Alman üniversitesinde ilahiyat kürsüsünde görev almıştır. 1935’ten bu yana, Basel’de ilahiyat profesörüdür. Aşağıdaki, Tanrı’nın Hakkaniyeti konulu seçki, 1916 yılında Aaru Şehir Kilisesi’nde yapılmış bir konuşmadan alınmıştır. İkinci seçkide, Barth kısaca ilahiyatının tarihi çizgisinden bahseder.
Şöyle haykırıyor bir ses: ‘Çölde RAB’bin yolunu hazırlayın, bozkırda Tanrımız için düz bir yol açın. Her vadi yükseltilecek, her dağ, her tepe alçaltılacak. Böylelikle engebeler düzleştirilecek, sarp yerler ovaya dönüştürülecek. O zaman RAB’bin yüceliği görünecek!” Bu, Tanrı’nın hakkaniyetini dile getiren vicdanımızın sesidir. Vicdan, hayatın en mükemmel yorumcusu olduğuna göre, bize söyledikleri şüphe, bilmece, sorun değil de, bir hakikattir, hayatın en derin, en içten, en kesin hakikatidir: Tanrı hakkaniyetlidir. Kafamızdaki tek soru, bu hakikat karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiğidir.
Bu hakikate eleştirel mantığımızla varmamız zordur. Mantık, ‘büyük’ olanı değil, küçük ya da daha büyük olanı anlar. Başlangıcı anlar ama sonu anlamaz, sureti anlar ama aslı anlamaz, karmaşığı anlar ama basiti anlamaz. İnsanî olanı anlar ama ilahi olanı anlamaz.
Bu hakikati insanlardan öğrenmemiz zordur. (…)
Biz [öte yandan] hakkaniyetsizlikten çekmekteyiz. Bundan korkuyoruz. İçimizdeki her şey, buna isyan etmekte. Bu konuda, hakkaniyetten daha fazla şey bildiğimiz doğrudur. Hayatımızda gerçekleşen her büyük ve küçük hadisede, kendi tavırlarımızda ve başkalarınınkinde de sürekli olarak önümüzde başka tür bir irade vardır, içimizde hiçbir egemen ve esnek fikir tanımayan, kapris, saçmalık ve bencilliği dayanan bir irade- sadakat, mantık, ya da bağıntıdan uzak, kendi içinde dağılmış ve perişan bir irade Ne kadar keskin bakarsak, o kadar net görürüz. Bizim için, hayat için, dünya için de bu böyledir.. Eleştirel mantık, gelip bize bunun daima böyle olduğunu ve böyle olması gerektiğini kanıtlayabilir. Fakat bu hakkaniyetsiz iradenin sonuçları- huzursuzluk, düzensizlik ve sıkıntı- küçücük ve kocaman, apaçık ve belirsiz şekillerde, tam da gözümüzün önündedir. Yine gözümüzün önünde, iş rekabetinin ve dünya savaşının gaddarlığı, tutku ve suiistimal, sınıflar arasındaki husumet ve içlerinde ahlakî bozukluk, üstte ekonomik zorbalık ve altta da köle ruhu bulunmaktadır... Kendi ve başkalarının hakkaniyetsizliğiyle bastırılmış ve muzdarip olmuş insan- her insan- tabiatının derinliklerinde yer alan hakkaniyet, Tanrının hakkaniyeti, isteğini haykırır. (…)
Fakat tam da burada, Tanrı’nın hakkaniyetiyle olan ilişkimizde bir dönüm noktasına geliriz. Vicdanın sesi duyulur; anlamaya başlarız; kutsalın dokunuşunu üzerimizde hissederiz, fakat başlangıçta, ihtiyacımız ve endişemiz için, kendimizden ötesinin yardımını isteme hayalini kurmayız. Tam aksine, “Birbirlerine, gelin tuğla yapıp iyice pişirelim, dediler. Kendimize bir şehir ve tepesi göklere erişen bir kule inşa edelim. Böylece yeryüzüne dağılmayız!” Kendi kurtuluşumuza erer ve Babil Kulesi’ni inşa ederiz. (…)
Bunu kendimize has kibirden mi sayalım? Aslına bakarsak, burada kibir gibi bir şey mevcuttur. Ardından koştuğumuz hakkaniyetin Tanrı’ya ait ve sadece Tanrının bize lütfedebileceği bir şey olması, içten içe zorumuza gider. Bu kudretli şeyi, pek çok diğer şeyi yaptığımız gibi, kendi ellerimize ve kendi idaremiz altına almayı isteriz. Onsuz var olamayacağımız hakkaniyetin, bizim kendi irademiz tarafından, gerçekte nasıl bir irade olursa olsun, kontrol edilmesi çok arzu edilen bir şeydir “Ne yapalım?” Bu çalkantılı sorunun peşine düşme hakkını kayıtsız şartsız kendimize mal ederiz. Sanki her halükârda, ilk ve en önemli soru buymuş gibi. Sadece, sağlık işlerinin, yöntemlerin, her türden kültürel ve dini çabaların ıslahına girişmekte çabuk olalım. Sadece “işe yarar” bir şeyler yapmak için! Ve biz bilmeden önce, vicdanın haykıran sesi, rahatsız edici tonunu kaybetmiştir. Baskın dünyevî irade ile karşılaştığımızda, kendimizi içinde bulduğumuz endişe, ongun bir normallik algısına dönüşmüştür ve biz bir kez daha, düşünme, eleştiri, yapılandırma ve düzenleme süreçlerine geliriz. Yeni bir dünya özlemi; acılığının, keskinliğinin ve rahatsızlığının tamamını kaybetmiş, gelişimin neşesi halini almıştır. Bu özlem, şimdi konuşmalarda, bağışçıların levhalarında, komite toplantılarında, eleştirilerde, yıllık raporlarda, yirmi beşinci yıl kutlamalarında ve sayısız karşılıklı baş eğerek selamlamalarda, hoş ve kesin bir biçimde kendini gösterir. Tanrı’nın kendi hakkaniyeti, doğruların en kesini olmaktan çeşitli idealler arasında en yükseği olmaya dönüşmüştür ve artık, her hâlükârda bizim kendi meselemizdir. Bu, bizim onu âdeta bir bayrak gibi, pencereden rahatça sarkıtabilme ve tekrar toplayabilme kabiliyetimizden açıkça bellidir. Eritis sicut Deus! Sanki Tanrı’ymışsın gibi hareket edebilirsin, onun hakkaniyetini kendi idaren altına kolaylıkla alabilirsin. Bu kesinlikle kibirdir. (…)
Bu, bizi varoluşun son derece gerçek ihtiyaçlarına karşı körleştirip pişmanlık duymayan bir hale getirmiyor mu? Hayatın büyük canavarlıklarının -kapitalist düzeni ve savaşı düşünüyorum- saf ahlakî ilkelerle kendilerini temize çıkarabilecekleri dikkate değer değil midir? Şeytan da ahlakı kullanabilir. O, inşa ettiğimiz Babil Kulesi’ne gülmektedir.
Devletin ve yasaların hakkaniyeti. Muhteşem bir kule! Hakkaniyetsiz irademizin belli nahoş sonuçlarından bizi bir yere kadar korumak için çok gerekli ve faydalı bir vekil! Vicdanı susturmaya çok uygun! Fakat devlet bizim için gerçekten ne yapar? İnsan iradesinin kendi çıkarlarını düşünen, kaprisli sapkınlıklarını düzenleyebilir ve organize edebilir. Yönetmelikle ve sindirmeyle, bu iradenin önüne çıkan engellere karşı durabilir. İradenin saflaştırılması ve yüceltilmesi için kurumlar, söz gelimi okullar, meydana getirebilir. Buna hatırı sayılır bir çaba sarf edilmektedir; devletin bu bir tek kulesinin inşası için, milyonlarca değerli hayat sunulmakta ve harcanmaktadır- peki hangi son için? Devletin hakkaniyeti, bütün şekil çeşitlilikleri açısından, dünyevi iradenin iç karakterine hiçbir noktada dokunamaz. Aslında ona bu irade hükmetmektedir. Yine, savaş, çarpıcı bir açıklamayı ortaya koyar: vahşi hayvanlardan insanlar oluşturmak, devlet için gerçekten mümkün müydü? Devlet bin bir türlü şeytanlıkla, insanları vahşi hayvanlara dönüştürmeyi gerekli bulur muydu? Ayrıca, şeytan bu Babil Kulesi’ne de gülebilir…
‘Tanrı hakkaniyetli midir?’ sorusuyla Babil Kulemiz tamamen paramparça olur. Şimdi bu mühim soruda, Tanrı’sız bir hakkaniyet aradığımız, aslında Tanrısız ve Tanrı’ya karşı bir tanrı aradığımız- ve bu isteğimizin umutsuzluğu - açığa çıkar. Böylesi bir tanrının Tanrı olmadığı açıktır. Hatta hakkaniyetli bile değildir. Hindistan ve Afrika’daki zavallı kâfirlerin şaşkınlığı ve alaycı bakışları altında, kullarının, medeniyet, refah ve ilerlemenin havarileri olan seçkin Avrupalı ve Amerikalıların, tamamının, gayretli bütün vatandaşların ve dini bütün Hıristiyanların, ateş ve kılıçla birbirlerine düşmelerini engelleyemez. Bu tanrı, aslında hakkaniyetsiz bir tanrıdır ve artık ona ilişkin olarak, kendimizi köklü şüpheciler, alaycılar ve ateistler olarak ilan etmemizin zamanı çoktan gelmiştir. Şunu özgürce ve hoşnutlukla ifade etmemizin tam zamanıdır: Bizim, kendisine ulaşmak üzere Babil kulesini inşa ettiğimiz bu tanrı, Tanrı değildir. O bir puttur. O ölüdür.
Tanrı’nın kendisi, gerçek, yaşayan Tanrı ve onun zaferle gelen sevgisi! Bunlar çözümü beraberinde getirir. Vicdanımızın ihtiyacımıza ve endişemize mahsuben, bize Tanrı’nın hakkaniyetini hatırlattığı zaman istediği şeyi, henüz sessizce dinlemeye başlamadık. Biz kendimiz, bir şeyler yapmak için çok da hevesli değiliz…
İncil’de bu tevazu ve neşe, inanç olarak adlandırılır. İnanç, gürültüyü değil sessizliği aramak ve Tanrının – başka olmadığı için- hakkaniyetli Tanrının kişinin içinde konuşması anlamına gelir. Ve ardından Tanrı içimizde işlemeye başlar. Bir tohumda, hem de filizleneceği kesin bir tohumda olduğu gibi, hakkaniyetsizliğin üstesinden gelen yeni temel bir şey, içimizde oluşmaya başlar. İnancın olduğu yerde, savaş ve para ve ölümün eski dünyasının ortasında, yeni bir ruh, ondan da yeni bir dünya doğar, Tanrının hakkaniyetinin dünyası…
Şu anda tanık olduğumuz Babil kulesinin sallanmasının, bizi inanç yoluna yaklaştırmak için yeterince şiddetli olup olmayacağı, daha sonra görülecektir. Fırsat mevcuttur. Yeni, yoldan gidebiliriz. Ya da gitmeyebiliriz. Er ya da geç, o yoldan geçeceğiz. Başka bir ihtimal söz konusu değildir.
Tartışmamızın bu kısmını, tarihi bir notla sonlandırmak istiyorum. Ortaya attığım bu fikirlerin önemli gerçeklerle ilgili olduğunu kabul edenler, böylelikle kendilerini Kierkegaard’dan Luther’e ve Calvin’e ve Paul ve Jeremiah’a dek varan tarihi çizginin takipçileri addederler…
Söylenmemiş hiçbir şey bırakmamak adına, bu size bahsettiğim tarihi çizginin Schleiermacher’ı içermediği konusunda sizi temin ederim. Eserlerinde ortaya koyduğu dehaya saygısızlık etmek istemem ama Schleiermacher’ı ilahiyat sahasında iyi bir öğretici sayamam. Çünkü görebildiğim kadarıyla, insanî doğası gereği insanın sadece kendini kurtarmak ihtiyacında değil aynı zamanda bu umuttan çok da uzakta olduğu; sadece Hıristiyanlık dininin değil, bütün sözde dinlerin bu ihtiyacı paylaştığı; kişinin yüksek sesle sadece insandan bahsederek Tanrıdan bahsedemeyeceği gibi gerçekler hususunda inanılmaz derecede sığ görüşlüdür. Kimilerine göre, Schleiermacher’ın kendine has mükemmelliği, Luther’in sözde düalizmini aşan ve dünya ile cenneti ihtiyaç duyulan, üzerinden saygıyla geçebileceğimiz bir köprüyle birleştiren din kavramını keşfetmesinde yatar. Bu fikri benimseyenler, henüz değilse bile, eninde sonunda, yukarıda işaret ettiğim fikirlere sırtlarını döneceklerdir. Ben sadece bu kimselerin hem Schleiermacher’e hem de reformculara, hem Schleiermacher’e hem de Yeni Ahit’e, hem Schleiermacher’e hem de Eski Ahit peygamberlerine başvurmamalarını istiyorum. Schleiermacher’dan sonra başka bir tarihi çizgi aramalarını istiyorum… Kierkegaard, Luther, Calvin, Paul ve Jeremiah isimleri, Schleiermacher’ın asla sahip olamadığı, hakikatin açık ve doğrudan idrakine işaret ederler. Burada bahsi edilen, insanın Tanrı’ya hizmet etmek üzere yaratıldığı ve Tanrı’nın insana hizmet için bulunmadığı hakikatidir…
* Karl Barth: Tanrının Kelamı ve İnsanın Sözü, çev. Douglas Horton, s. 9, 11–16, 18-19, 22-3, 25-7, 195-6. 1928.