İnsan Aklının Keşfettiği Hakikatler ile Tanrı’nın Gösterdiği
Hakikatler Arasında Nasıl Bir İlişki Vardır?
Aristo’nun akıllı insanlara cazip gelen yönü, felsefenin teknik nitelikli sorularına verdiği cevapların birbiriyle bağlantılı olmasıydı. Mesela doğaya dair görüşlerini bilim kuramına dayandırmakta, ahlak ve siyaset konularındaki görüşlerini bile mantık ve genel bilim teorisiyle ilişkilendirmekteydi. Aziz Thomas Aquinas, bu sistematik düşünce tarzının, Yeni Ahit’te doğa ve insanoğluna dair ima edilen sonsuz sayıda soruya da uygulanabileceğini gördü ve pagan Aristoculuğu Hıristiyan düşüncesiyle sentezleyerek, bugün Thomizm olarak adlandırılan sistemi geliştirdi.
Pagan düşüncesini Hıristiyan inancıyla uzlaştırmaya çalışan her Hıristiyan düşünürün karşılaştığı temel sorun, insan aklının keşfettiği hakikatler ile Tanrı’nın gösterdiği hakikatler arasındaki ilişki sorunuydu. Aziz Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles adlı eserinden alınan aşağıdaki pasajda bu konuyu irdeler. Çözümü, bilimsel çalışmanın dinen kabul edilir bir uğraş olmasını sağlamıştır.
Summa Contra Gentiles*
Hakikatler farklı yöntemlerle bilinir, anlaşılır hale getirildiğine ve eğitimli bir insan her konuda, ancak konunun niteliği izin verdiği ölçüde kanaat geliştirebildiğine göre -Boetius121’un kaydettiği üzere- Filozof’un dediği gibi, söz konusu hakikatlerin bilinir, anlaşılır kılınabilmesi için öncelikle bunun hangi yöntemle yapılabileceğinin tespiti gerekir.
Şimdi, Tanrı’ya olan inancımız çerçevesinde iki tür hakikat var: Tanrı’nın varlığı ve tek olduğu gibi bazı şeyler doğal mantıkla kavranabiliyor -ki, bunu filozoflar da açıkça kanıtlamıştır- bazı şeyler ise, mesela Tanrı’nın üç ve bir olduğu, insan idrakinin ötesinde.
Özellikle belirli bir ilahi hakikatin, insanoğlunun zihinsel kapasitesini aştığı çok açık. Aklın şeylere dair edindiği tüm bilgi, ilkesel olarak, o şeyin özünü bildiği/kavradığı anlamına gelir. Filozof bir şeyin ne olduğunun kanıtlanabilmesi gerektiğini söylediğine göre, bir şeyi ne kadar bildiğimiz onun özünü ne kadar kavrayabildiğimizle doğru orantılıdır. Dolayısıyla, şayet insan aklı belirli bir şeyin, mesela bir taşın veya üçgenin özünü kavramışsa, o şeye dair hiçbir hakikat aklın kapasitesi dışında değil demektir. Ne var ki, Tanrı ile ilgili olarak aynı durum söz konusu olamıyor, çünkü insanoğlunun akli kapasitesi, doğası icabı, O’nun özünü kavramakta yetersiz, çünkü bu yaşamda akıl yoluyla edindiğimiz bilgileri, duyularımızla vasıtasıyla ediniyoruz ve duyularla algılanamayan şeylerin ne olduğunu kavrayamıyor, bunları daha akıllı/duyarlı insanlardan öğreniyoruz. Bize Tanrı’nın ve Tanrı’ya dair diğer hakikatlerin ne olduğunu öğretenler, işte bu akıllı/duyarlı insanlardır ki, bu da yukarıda anılan ilkeye atfedilmelidir. Sonuç olarak, insanoğlunun aklı bazı ilahi hakikatleri kavrayabilirken, bazılarını kavrayamaz.122
İnsanların zihinsel kapasitelerinin birbirinden farklı olduğu bir gerçektir. Nitekim zihinsel olarak daha yüksek algılama gücüne sahip olanlar, zihinsel olarak daha az algılama gücü olanların -tıpkı taşradan gelen bir hödüğün felsefeyi kavrayamadığı gibi- asla algılayamadıklarını algılayıp kavrayabilir. Meleklerin akli kapasitesi, insanoğlunun akli kapasitesine kıyasla, en akıllı filozofun, en eğitimsiz insanınkinden yüksek olduğundan da yüksektir. Bir meleğin Tanrı’ya dair bilgisi, çok daha mükemmel bir nedene dayanır, çünkü bu, melek için doğal bir bilgidir. Kapasitesi itibariyle ilahi akıl, meleksi aklın kapasitesini aşar, çünkü ilahi aklın kapasitesi ilahi olanın özüyle eşdeğerdir. Nitekim Kendi’nin ne olduğunu ve Kendi’ne dair nelerin bilinebileceğini (anlaşılıp kavranabileceğini) en iyi Tanrı bilir. Dolayısıyla, bir melek Tanrı’nın Kendi’ne dair bildiklerini bilemediği, kavrayamadığı gibi, insanoğlu da meleğin bildiklerini bilemez. Bir insan, tezlerini/iddialarını kavrayamadığı bir filozofu yalancı ilan etmek suretiyle nasıl kendini aptal yerine koymuş olursa, Tanrı’nın melekleri aracılığıyla tezahür ettirdiklerinden kuşku duymak suretiyle kendisini bir o kadar aptal yerine koymuş olur, çünkü Tanrı’nın tezahürü aklın ötesinde bir olgudur.
Öte yandan, ne çok şeyi bilmediğimizi, bildiklerimizin ne kadar yetersiz olduğunu her gün yaşayarak görüyoruz. Duyularımızla algılayabildiğimiz pek çok şeyin özelliklerini bilmiyor, keşfedemiyoruz. Dolayısıyla, insanoğlunun zihinsel kapasitesi ulvi öze dair hakikatleri kavramakta çok yetersiz.
Filozof da aynı görüşte ve diyor ki, “yarasanın gözlerinin gün ışığı karşısındaki durumu neyse, ruhumuzdaki aklımızın şeyler içinde doğaları gereği en apaçık olanları karşısındaki durumu odur.”123
Bu gerçeğe Kutsal Yazılar da tanıklık eder: Tanrı’nın derin sırlarını anlayabilir misin; Her Şeye Gücü Yeten’in sınırlarına ulaşabilir misin? 124 Ve Tanrı öyle büyüktür ki, O’nu anlayamayız.125 Ve Bilgimiz de, peygamberliğimiz de sınırlıdır. 126
Dolayısıyla, aklımız almasa da, Tanrı’ya dair söylenen her şeye, Manichean127’lar ve diğer imansızlar gibi, hemen yalandır dememek gerekir.
O halde, Tanrı’ya dair kavranabilir, anlaşılabilir şeyler muzaaftır: Biri akıl yoluyla kavranıp anlaşılabilenler, diğeri her türlü zihinsel kapasitenin ötesinde olup kavranamayanlar ki, her ikisi de birer inanç sorunu olarak insanoğlunun önüne Tanrı tarafından konulmuştur. Ola ki bunu birileri görüyor ve akıl yoluyla erişilebilir olana olağanüstü özellikler atfedip inanç nesnesi yapmanın yararsız olduğunu düşünüyordur, önce akıl yoluyla ulaşılabilir olan hakikatleri göstermeliyiz. Şimdi, hakikati sadece akıl yoluyla araştırmanın sonuçları itibariyle üç sakıncası vardır. Biri, çok az sayıda insanın bu amaca ulaşabilecek olmasıdır, zira titiz ve iyi bir araştırmanın meyvelerini toplamaları üç nedenle engellenir. Bazıları mizaçları elvermediği için, bazıları, hatta çoğu doğuştan hevessizdir ve ne yapsalar insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek bilgi seviyesine, yani Tanrı bilgisine ulaşamazlar. Bazıları dünyevi (zamansal) işlerle de meşguldür, oysa düşünsel uğraş adanmayı gerektirir. Bazıları da tembeldir. Oysa aklın izin verdiği oranda Tanrı bilgisine ulaşabilmek için, pek çok şey hakkında önceden bilgi sahibi olmak gerekir. Nitekim neredeyse tümüyle Tanrı’yı anlamaya dönük olan felsefede, ilgi alanı ilahi şeyler olan metafizik, üzerinde çalışılması gereken son konudur. Netice itibariyle söz konusu hakikate ulaşmak zahmetli bir çalışmayı gerektirir ve pek az insan bilgi aşkına ki, bu aşk insanoğlunun zihnine Tanrı tarafından işlenmiştir, buna katlanmaya razıdır.
İkinci dezavantaj, hakikati keşfetmek üzere çok uzun süre çalıştıktan sonra bile, yapılan keşfin ne denli doğru bir keşif olacağının meçhul olmasıdır. Çünkü bu hakikat öylesine derin bir hakikattir ki, insanoğlu akıl yoluyla bunu ancak uzun bir alıştırma sürecinden sonra kavrayabilir ve yukarıda belirtildiği gibi, bu da çok iyi bir ön hazırlığın yapılmasını gerektirir. Öte yandan, gençken tutkuyla oradan oraya savrulan aklın, böylesi ulvi bir hakikat bilgisini kavramaya uygun olmamasıdır, zira Filozof’un belirtildiği üzere, “ruh doğal sarsıntıdan (sonra) kendine geldiğinden (dinginlik kazandığından) ötürü, kişi ‘düşünceli-aklı başında’ ve ‘bilgili’ olur.”128 İlahi hakikate ulaşmanın tek yolu akıl yürütmek olsaydı, insanoğlu karanlıktan çıkamazdı, çünkü insanı mükemmel bir varlık yapan ilahi bilgi, sadece birkaç kişiye, o da çok sonra nasip olurdu.
Üçüncü dezavantaj insan aklının yaptığı araştırmanın pek çok gerçek dışı (yalan) bilgiye açık olmasıdır. Şu nedenle ki, insan aklı fantezilerden, kuruntulardan muzdariptir; özellikle de bilge olarak vasıflandırılan insanların birbirinden farklı şeyleri savunduklarını duyunca göz önündeki (tezahür etmiş bulunan) gerçeklerden bile kuşku duymaya başlar. Dolayısıyla ilahi şeylere dair hakikat, insanoğluna inanç yoluyla sunulmalıdır.
Nitekim ilahi akıl, aklın araştırıp bulabileceği şeyler bile birer inanç unsuru olmalıdır ki, Tanrı bilgisi kolayca paylaşılabilsin, kimse şüpheye düşmesin diye buyurur:
“Bunun için şunu söylüyor ve Rab adına sizi uyarıyorum: Artık öteki uluslar gibi boş düşüncelerle yaşamayın. Onların zihinleri karardı. Bilgisizlikleri ve yüreklerinin duygusuzluğu yüzünden Tanrı’nın yaşamına yabancılaştılar.”129
Bazılarımız, aklın keşfedemeyeceği şeylerin insanoğlunun önüne birer inanç unsuru/sorunu olarak, Tanrı tarafından konulmuş olmasını yadırgayabilir, zira ilahi akıl her şeye doğasının kaldırabileceği kadarını verir. Dolayısıyla akıl yoluyla kavrayamadığımız halde, Tanrı’nın bize sunduğu şeyleri birer inanç unsuru olarak kabul etmeliyiz.
Zira kimse önceden bilmediği bir şeyi öğrenme isteği duymaz. Tanrı insanoğluna insani zaaflarını yenerek, bu yaşamda daha iyiye yönelmeyi buyurduğu içindir ki, bazı şeyleri onun daha üstün bir yaşama heves edip kendini aşabilmesini sağlamak üzere saklar. Bu, ruhsal ve ebedi salah vadeden Hıristiyan dini için özellikle söz konusudur. Nitekim Hıristiyanlık her türlü tahayyülü aşan güzellikler önerirken, eski yasa daha ziyade dünyevi (zamansal) vaatlerde bulunmaktadır. Öte yandan, insanoğlunun dünyevi hazlardan uzaklaşarak erdemli bir yaşama yönelmesi içindir ki, filozoflar duyusal hazdan daha değerli şeylerin olduğunu göstermek üzere kendilerini derin düşünceye adar.
Bu hakikatin bir inanç unsuru/sorunu olarak insanoğlunun önüne konmuş olması, Tanrı’yı daha iyi tanıması için (de) olsa gerek. Çünkü ilahi özün insanoğlunun doğal bilgi kapasitesi ve tahayyülünün ötesinde olduğunu ancak bu şekilde anlayarak, Tanrı’yı gerçekten tanır ve O’na inanabiliriz.
Bunun bir diğer avantajı da hatanın müsebbibi olan varsayımların geçerliliğini tartabilmektir. Zira bazı insanlar akıl yoluyla her şeyin doğasını bilebileceklerini öne sürerek gözle görünen şeylerin doğru/gerçek, görmediklerinin yanlış/gerçekdışı olduğunu iddia etmektedir. Tanrı’nın insan aklını aşan hakikatleri birer inanç unsuru/sorunu olarak önümüze koymasının bir diğer nedeni de insan aklının böylesi varsayımlardan kurtulması ve hakikati alçakgönüllülükle araştırabilmesi için olsa gerek.
Aynı durumun bir başka avantajını da şu sözlerde buluruz. Simonides130 adlı biri, “insan insani şeylerin tadını çıkarmalı, ölümlü şeylerin” diyerek, insanoğlunun aklını dünyevi işlere verip Tanrı’ya aldırış etmemesi gerektiğini söyleyince, Filozof karşı çıkar ve der ki, “insan elinden geldiğince ölümsüz ve ilahi olan şeylere adanmalıdır.” Filozof şunları da söyler: “Daha yüksek varlıkları çok az algılayabilsek de onlar algıladığımız kadarıyla bile bizler için daha aşağı varlıklara dair bildiklerimizin tümünden daha değerli ve geçerlidir131; göksel varlıklar hakkındaki sorulara olası çözümlerle kısacık cevaplar verilince, duyanlar he nedense pek sevinir.”132 Bütün bunlar şunu gösterir ki, yüksek varlıklar hakkındaki bilgimiz ne kadar yetersiz olsa da, ruha büyük mükemmeliyet kazandırır.
Nitekim kayıtlıdır ki “Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladıklarını hiçbir göz görmedi, hiçbir kulak durmadı, hiçbir insan yüreği kavramadı.’ Oysa Tanrı Ruh aracılığıyla bunları bize açıkladı, Çünkü Ruh her şeyi, Tanrı’nın derin düşüncelerini bile araştırır. İnsanın düşüncelerini, insanın içindeki ruhundan başka kim bilebilir?”133(…)
Hıristiyan inancına dair söz konusu hakikat insanın zihinsel kapasitesini aşar, ama insanoğlunun içine doğal olarak nakşedilmiş olan sağduyu, bu hakikate karşı koyamaz. Doğanın bu hikmeti o kadar sahicidir ki, yanıldığını söylemek imkânsızdır. İnancı yok saymak yasalara da uymaz, çünkü Tanrı tarafından doğrulandığı gayet açıktır.
Aynı şekilde; müridin aklına hocası tarafından nakşedilmiş olan bilgi, hocanın aklındaki (ilahi) bilgidir, doğru olmadığını iddia etmek bu yüzden yanlıştır. Doğal olarak bilinen ilkeler içimize Tanrı tarafından nakşedilmiştir, çünkü doğanın müellifi Tanrı’nın ta Kendisidir. Bu ilkeler ilahi Aklın da bir parçasıdır. Dolayısıyla, iman yoluyla edinilen şeyler, doğal olarak bildiklerimizle ters düşmez.
Dahası, karşıt görüşler hakikat bilgisine ulaşma çabamızı örseler. Şayet Tanrı zihnimize birbirine zıt fikirler nakşetmiş olsaydı, hakikat bilgisine ulaşmakta zorlanırdık. Nitekim böyle bir tutum Tanrı’ya atfedilemez.
Doğal olan şeyler, doğa var olduğu sürece değiştirilemez. Dolayısıyla, Tanrı, insanoğlunun içine doğal bilgiye ters düşen bir fikri veya inancı nakşetmiş olamaz.
Nitekim Havari şöyle der: “Tanrı sözü sana yakındır, ağzında ve yüreğindedir’ İşte duyurduğumuz iman sözü budur”.134
Bu Augustin tarafından da doğrulanmıştır: “Tezahür eden hakikat, Eski veya Yeni Ahit, kutsal kitaplara asla aykırı olamaz.”
Bütün bunlardan şu sonuca varabiliriz ki, din öğretisine ters düştüğü iddia edilen argümanlar doğanın apaçık ilkelerini görmezden gelen argümanlardır. Bu argümanların kanıtlanamıyor olması, afakî olduklarına işarettir ve dolayısıyla çürütülebilir.
İnsan aklının bilgi kaynağının duyusal olarak algıladığı şeyler olduğunu -ki, bunlar Tanrı’nın izini taşır- tekrar hatırlamakta yarar var. Ne ki, bu bilgi Tanrı’nın özünü açıkça gösteremeyecek kadar yetersizdir ve kusurludur. Tıpkı hareketi bir başka hareketin mümkün kıldığı gibi, sonuçlar biçime/usule bağlı olarak nedenlerini andırır; ve sonuç her zaman nedenle bire bir benzeşmez. Dolayısıyla, akıl, hakikat bilgisine dinle adapte olur ki bunu en iyi ilahi özü görebilenler bilir, ama onu söz konusu hakikat kanıtlanmışçasına anlamakta yine de yetersiz kalır. Argümanlar akıl için ne kadar yetersiz olursa olsun, kavradığını iddia etmediği, bundan dolayı kibre düşmediği sürece bunlarla uğraşmasında yarar vardır; zira en yüce şeyleri görebilme kapasitemiz zayıf ve yetersiz olduğuna göre, söylenenlerden hareketle bir an için bile görsek iyidir.
Nitekim bu görüşü destekle ve söz konusu hakikatle ilgili olarak Hilary135 şöyle der: “Bütün bunlara inanarak yola çık, azimle devam et ve aşama kaydet; oraya ulaşamayacağını bildiğim halde, kaydettiğin aşama beni sevindirecektir. Zira kim ki, kendini sonsuzluğa adar, asla bulamayacak olsa da onu zikrederek ilerlemiş olacaktır. O sırra burnunu sokma, sonsuzun doğuşuna dair sırla uğraşma, anlamanın en üst noktası olanı kavradığını sanma, ama bazı şeyleri anlayamayacağını anla.”