İnsanoğlu Eğer En İyiye Ulaşacaksa, Hangi Yolu İzlemelidir?
Her ne kadar insanların çoğu gölgeleri hakikat olarak kabullenmek suretiyle hayatının büyük kısmını cehaletin karanlığında geçirseler de kendileri için daha iyi olana talip olan diğer bazıları, Eflâtun’un Devlet’inin ilk bölümünün sonunda sözünü ettiği gardiyanlar gibi, amaçlarına şu veya bu şekilde ulaşırlar. Eflâtun, insanoğlunun iyiye duyduğu arzuyu ve buna ulaşma yolunu, Şölen’de (Sempozyum) irdeler. İzleyen diyalogda Sokrat’ın bazı arkadaşları sırayla aşkı tarif etmeye çalışırlar. Biri, olabilecek en yüce güdü, bir diğeri ise birbiriyle uyumsuz ve rahatsızlık verecek kadar natamam/güdük varlıklar arasında ahenk tesis etmenin bir tür fizyolojik veya mekanik yolu olarak tanımlar. Üçüncüsü, Agathon, konuyu, adı Aşk olan bir tanrı olarak ele almayı seçer ve bu kutsal varlığı insandaki iyinin, genç ve adil kaynağı olarak tarif eder. Sokrat, genç dostu Agathon’u bir ayna gibi kullanarak Aşk’ın kendi tanımını yapmaya koyulur.
Şölen (Sempozyum)*
“Dostum Agathon, gerçekten de güzel bir başlangıç yaptın konuşmana. Sevgi’yi övmeye başlamadan önce, onun kim olduğunu ve neler yaptığını söylemek, çok yerinde bir seçimdi, ben de kabul ediyorum. Ama eğer onu bu kadar iyi biliyorsan, şu sorumu yanıtla: Sevgi, kendisinden başka bir şeyin sevgisi midir, yoksa hiçbir şeyin sevgisi değil midir? Sorun, onun bir anneden mi, yoksa bir babadan mı doğan bir sevgi olduğu değil -ki bu soru gerçekten de saçma olurdu- ama sorumu bir baba için de düşünebilirsin: Baba, bir şeyin babası mıdır, yoksa hiçbir şeyin babası değil midir? Beni doğru cevaplamak için, bir babanın baba olması için, ondan olan bir kız ya da oğul bulunması gerektiğini söylemek zorundasın, haksız mıyım?”
“Elbette haklısın,” der Agathon.
“Anne için de aynı şeyleri söylemez miydin?”
“Söylerdim.”
“Pekâlâ, şimdi söyleyeceklerimle birlikte, daha iyi anlayacaksın bunu. Bir Kardeş, ona kardeş diyebilmemiz için birilerinin kardeşi olmak zorunda değil midir?”
“Tabii.”
“Hatta bir erkek ya da kız kardeş.”
“Evet, öyle.”
“Şimdi de Sevgi için düşün aynı sorumu: O bir şeyin sevgisi midir, yoksa değil midir?”
“Bir şeyin sevgisi olmalıdır elbette.”
“O zaman aklında tut bunu: Sevgi, bir şeyin sevgisidir. Ve şimdi şunu yanıtla: Sevgi, sevgisi olduğu şeyi arzular mı, arzulamaz mı?”
“Elbette arzular.”
“Bu arzuladığı şey, onun sahip olduğu bir şey midir, yoksa değil midir?”
“Galiba değildir, en azından öyle olmaması gerekir.”
“Galiba diyecek yerde, arzulamanın ne olduğunu düşün. O, bizde olanı mı istemektir, yoksa bizde olmayanı mı? Bizde olanı arzular mıyız yoksa arzulamaz mıyız? Bu beni ne kadar etkiliyor, anlatamam Agathon. Sen ne düşünüyorsun?”
“Ben de senin gibi düşünüyorum Sokrat.”
“Güzel. Boyu gerçekten de uzun olan biri, boyunun uzun olmasını ister mi? Yahut güçlü olan bir kimse, güçlü olmayı arzular mı?”
“Üzerinde anlaşmış olduğumuz fikre göre, bu imkânsız.”
“Evet, çünkü hiç kimse, sahip olduğu şeylere ihtiyaç duymaz.”
“Doğru.”
“Ama, belki güçlü olan bir adam, güçlü olmayı arzulayabilir. Hızlı olan hızlı olmayı veya sağlıklı olan da sağlıklı olmayı. Bu durumda, insanların gerçekten de kendilerinde olanı arzuladıklarını düşünebilirsin – bir hataya düşmeyelim diye bu konuyu açtım. Fakat onların bu arzularını bir kenara bırakırsak Agathon, görürüz ki onlar her ne olmak istiyorlarsa, şu anda odurlar. Ama bir kişi, ‘Ben sağlıklıyım ama sağlıklı olmak istiyorum’ veya ‘Ben zenginim ve zengin olmak istiyorum’ derse, yani ‘Şu anda nelere sahipsem, onları arzuluyorum’ derse, ben de ona şu yanıtı veririm: Sen sağlığı da zenginliği de bugün için değil, geleceğin için arzu ediyorsun, çünkü bugün iste ya da isteme, onlar zaten sende var. O, ‘Şu anda nelere sahipsem, onları arzuluyorum’ derken, şunu söylemek istemiyor mu: Şimdi sahip olduğum şeylerin gelecekte de bana ait olmalarını arzuluyorum. Bu adam haklı değil midir sence?”
“Haklıdır,” diye yanıtlar Agathon.
“Bu güzelliklere ve servete gelecekte de sahip olmayı istemek, sahip olmadığımız bir şeyi arzulamak değil midir?”
“Evet, doğru.”
“Öyleyse, bu adam da tıpkı arzu eden ötekiler gibi, henüz sahip olmadığı bir şeyi istiyor. Arzu ve sevginin peşine düştüğü şeyler, erişemediğimiz, ihtiyacını hissettiğimiz şeyler değil midir?”
“Evet, onlardır.”
“O zaman fikir birliğine vardığımız konulara bir bakalım: İlki, sevginin bir şeyin sevgisi olup olmadığı; ikincisi ise onun henüz sahip olmadıklarımızın sevgisi olup olmadığı.”
“Evet.”
“Şimdi, eğer kabul ediyorsan, sana kendi sözlerini hatırlatayım. Sanırım, şöyle dedin: Güzellik sevgisidir tanrıları bir arada tutan, çirkinlik sevgisi diye bir şey olamaz”
“Evet, tam olarak.”
“Gerçekten de söylenecek bir sözdü dostum. Ama bir düşün; eğer dediğin gibi olsaydı, Sevgi’nin de sevgiyi arzulayan ve ona ulaşmaya çalışan bir tanrı olduğunu kabul etmek zorunda değil miydik?”
“Evet.”
“O zaman Sevgi, güzelliğe sahip değildir.”
“Gerekli bir kabul,” dedi Agathon.
“Pekiyi, insan güzellikten yoksun ve onun peşinde olan bir şeye güzel diyebilir mi?”
“Tabii ki diyemez.”
“Ya sen? Hâlâ Sevgi’nin güzel olduğunu düşünüyor musun?”
Bunun üzerine Agathon şöyle der:
“Öyle görünüyor ki, Sokrat, az önce konuşurken, ne hakkında konuştuğumu tam olarak bilmiyormuşum.”
“Olsun, Agathon, güzel bir konuşmaydı yine de. Şimdi bir şey daha soracağım. İyi şeylerin, aynı zamanda güzel olduklarını düşünmez misin?”
“Düşünürüm.”
“Öyleyse, Sevgi iyiliğe de sahip değildir, çünkü güzellikten yoksun biri iyilikten de yoksun olur.”
“Sana gücüm yetmiyor Sokrat, nasıl diyorsan öyle olsun.”
“Ama sevgili Agathon, asıl senin güç yetiremediğindir doğru olan. Yoksa Sokrat’ı yenmek hiç de zor değil. Şimdilik seni kendi haline bırakacağım ve bir zamanlar Diotima adındaki Mantinealı10 bir kadınla sevgi üzerine konuştuklarımızı anlatacağım. Sadece bu konuda değil, başka birçok konuda da bilge biriydi o. Bir keresinde, Atinalılara kestirdiği kurbanlarla, siteyi on yıl boyunca uzak tutmuştu vebadan. Bana sevmek sanatını öğreten de oydu ve şimdi elimden gelenin en iyisini yapıp Agathon’la anlaştığımız konunun üzerinden kadının bana öğrettiklerini izleyerek konuşmamı yapacağım. Tıpkı senin yaptığın gibi Agathon, önce Sevgi’nin kim olduğunu ve yaptığı işleri bilmemiz gerekiyor. Ben, kadının sorularını size söylemekle en iyisini yaparım, sanırım. Çünkü benim kendi fikirlerim, az çok Agathon’la az önce konuştuklarımıza benziyor; sevginin büyük bir tanrı ve güzele duyulanın sevgi olduğu. Kadın, benim sözlerimi Agathon’a karşı söylediğim sözlerle çürüttü ve benim sözlerimden yola çıkarak, Sevgi’nin aslında iyiliğe de güzelliğe de sahip olmadığını kanıtladı. ‘Ne demek Diotima, Sevgi çirkin ve kötü bir şey mi?’ diye sorduğumda ise: ‘Konuşurken ayağını sakın,’ dedi bana; ‘Güzelliğe sahip olmayan, çirkin olmak zorunda mıdır?’ ‘Tabii ki öyledir.’ ‘Bilgece olmayan bir şey de cahillik midir? İkisinin arasında bir yer yok mudur sence?’ ‘Ne olabilir ki o dediğin?’ ‘Bu, insanın sebebini bilmeksizin de doğru işler yapabilmesidir. Buna bilgelik diyemeyiz, çünkü mantık kullanılmadan bilgiye ulaşılamaz. Cahillik de diyemeyiz, çünkü bilgi tesadüfen elde edilse bile cahillik olmaz. Demek ki, bilgelikle cahilliğin arasında doğruluk kanısı var.’ ‘Haklısın’ dedim. ‘Demek ki, güzel olmayana çirkin, iyi olmayana da kötü demek zorunda değiliz. Sevgi için de aynısı geçerlidir. Ona iyi veya kötü diyemeyeceğimiz gibi, güzel veya çirkin de diyemiyoruz. O, ikisinin arasında bir yerdedir, böyle anlamalısın.’ ‘Evet ama Sevgi büyük bir tanrı olarak kabul ediliyor,’ diye hatırlattım. ‘Sadece onu bilmeyenler mi öyle kabul ediyor, yoksa diğerleri de mi?’ ‘Hepsi.’ ‘Aklım almıyor. Onu bir tanrı olarak bile kabul etmeyenler, büyük bir tanrı olarak nasıl kabul edebiliyorlar?’ dedi Diotima gülerek. ‘Kim tanrı olduğunu kabul etmiyor Sevgi’nin?’ ‘Biz; sen ve ben.’ ‘Bunu nasıl söyleyebiliyorsun?’ ‘Çok kolay. Bütün tanrılar güzel ve mutlu değil midir, söylesene? Hangisinin güzel ve mutlu olmadığını söyleyebilirsin?’ ‘Asla söyleyemem… Yüce Zeus!’ ‘Mutlu kimseler iyilik ve güzelliğe, zaten sahip değiller midir?’ ‘Evet, öyledirler.’ ‘Fakat az önce Sevgi’nin güzellik ve iyiliği arzuladığını, çünkü onlara sahip olmadığını söyledin.’ ‘Evet, öyle.’ ‘Öyle bir tanrının var olması mümkün müdür?’ ‘Hayır, değildir.’ ‘Gördün işte, sen de onun tanrılığına inanmıyorsun.’”
“Nedir o zaman Sevgi, ölümlülerden biri mi?” “Asla.” “Nedir o zaman?” “Az önce dediğim gibi, ölümlülerle ölümsüzlerin ortasında bir şeydir o.” “Ama tam olarak nedir?” “Tanrısal bir nesnedir Sokrat. Tanrı’yla insan arasındaki varlıklardan biri.” “Görevi nedir?” “İnsanlar ve tanrılar arasında haber götürüp getirir, dilek ve kurbanlarımızı onlara ulaştırır, onlardan da emirleri ve kurbanlarımızın mükâfatını getirir bize. Tanrılarla aramızdaki açıklığı kapatarak, bizi onlara bağlayıp onlarla bütünleştirir. Kâhinlerin bilgisi, din adamlarının kurban ve tören işleri, geleceği görmek, büyücülük gibi işlerdeki başarı, hep ondan gelir. Tanrı, hiç yormaz kendini. Bu şey insanlara uykuda ya da uyanıkken gelir ve onları tanrılarla görüştürür. İşte bu insanlar, onlara sahip olanlardır. Fakat bu işlerden başka işlerle uğraşanlarınki el işleridir, güçle ilgilidir. Tanrı’yla insan arasındaki varlıklar, çok çeşitli ve değişiktir; onlardan biridir Sevgi.”
“Annesi ve babası kimdir?” “Bu uzun bir hikâye ama sana olduğu gibi anlatacağım. Afrodit11 doğduğunda bütün tanrılar kutlamaya gelmiş. Metis’in oğlu Poros da bunların arasındaymış. Ziyafet bittikten sonra Penia çıkagelmiş ve onlardan payını isteyerek kapıları tutmuş. Bu sırada Poros, şerbet içerek sarhoş olmuş (biliyorsun ki, o zamanlar şarap yoktu) ve Zeus’un12 bahçesinde sızıp kalmış. Penia ise yaşadığı fakirlikten bıktığı için, Poros’tan bir çocuk yapmaya karar vermiş, yanına gidip uzanmış ve Sevgi’ye gebe kalmış. Afrodit’in doğduğu gün o da ana rahmine düştüğünden, adları hep birlikte anılır olmuş. Afrodit, güzel bir tanrıymış ve Sevgi de güzelliğe hayranmış. Poros ve Penia’dan olan Sevgi’nin kaderi de anne ve babasına uygun bir kader olmuş. Çünkü o her zaman yoksuldur, ayrıca, sanıldığının aksine, hassas ve ince de değildir. Annesi gibi kaba, kirli ve evsizdir. Dağlarda uyur ve kapılarda ve yol kenarlarında konaklar. Babası gibi, hep iyinin ve güzelin peşinde koşar. Cesur, çevik ve sağlıklıdır, avcılıkta ustadır. Düşünceyi ve bilgeliği çok sever. Hayatını düşünmekle geçirir, hünerli bir büyücü, bir simyacı ve gerçek bir sofisttir13. Ne ölümlüdür, ne ölümsüz. Kimi zaman doğduğu gün, refah içinde yaşarken birden ölüverir, sonrasında da babası gibi bir yolunu bularak dirilip geri gelir. Ne zengin, ne fakirdir; kazandığı şeyleri hemen kaybeder.
“O, bilgelikle cehaletin ortasında bir yerdedir. Çünkü tanrılar kendiliğinden bilge oldukları için bilgiye hiçbir zaman ihtiyaç duymazlar, bilgeler de bilgiyle meşgul olmazlar. Cahiller de bilgiyle ilgilenmez, onun peşinden koşayım demezler. Cahillik neden sevilmez? Çünkü cahil kimseler güzellikten, iyilikten ve akıldan mahrumken, kendilerini bilgeler bilgesi sanırlar. Böylelikle de bilgi için emek vermeye yakın durmazlar.”
“Öyleyse Diotima, ne bilgeler, ne de cahiller değilse kimdir bilginin peşine düşen?” “Bu, bir çocuktan bile öğrenebileceğin kadar kolay. Ne cahil, ne de bilge olanlardır, bilginin peşine düşenler. Sevgi de onlardan biridir işte. Bilgelik, en güzel değerlerden biridir ve Sevgi de güzel olana düşkündür. Bu nedenle bilgiye hayrandır o, hep onu arar. Bu arayışı da onu bilgelerle cahillerin arasında bir yerde tutar. Bunlar onun yaradılışından gelir; babası her şeyi bilen ve arayıp bulan biridir, annesi ise hiçbir şey bilmeyen ve aramayan biri. Bu varlık işte böyledir Sokrat, senin de onun hakkında yanılmış olmana şaşmamalı. Çünkü onu seven değil de sevilen sanıyordun. Bu nedenle de onun çok güzel olduğunu düşünüyordun. Oysa güzel, zarif, yüce ve mutlu olanlar sevilenlerdir, sevenler değil. Sevenler farklıdır, bu anlattığım gibidir.”
“Pekâlâ, sevgili dostum, Sevgi böyle bir varlıksa, insanlar için ne yararı var onun?” “Ben de onu anlatacağım şimdi. Anlattıklarımla sevginin nereden geldiğini ve ne olduğunu biliyoruz artık. Tıpkı dediğin gibi, güzel şeylerin sevgisidir o. Şöyle sorsalar bize: Söyleyin Sokrat ve Diotima, güzel olanı sevmek ne anlama gelir? Yani, daha açıkça deseler ki: Neyi sevmiş oluruz güzel şeyleri sevmekle?” “Onlara sahip olmayı sevmiş oluruz.” “Bu cevabına karşılık yeni bir soru sorulur: Güzel şeylere sahip olunca, neyi elde etmiş olur bir insan?” “Doğrusu bu soruya cevap vermezdim.” “O zaman ‘güzel’ değil de ‘iyi’ olsun sözcüğümüz; söyle Sokrat, iyi şeyleri seven, neyi sevmiş olur?” “Onlara sahip olmayı...” “Onlara sahip olunca ne olur?” “Bunun cevabı sanırım daha kolay. Mutluluğu elde eder.” “Doğru. Gerçekten de mutlu kişiler, iyi şeyleri elde ederek mutlu olmuşlardır. Artık mutlu olan birinin, neden mutlu olmak istediğini soramayız. Cevabından, sevgilerinin nedeni anlaşılabiliyor.” “Evet.” “Pekâlâ, sence bu arzu herkeste var mı? Bütün insanlar da iyi şeyleri daima arzular mı?” “Bence, bütün hepsi arzular bunu.”
“Öyleyse Sokrat, eğer daima aynı şeyi seviyorlarsa, neden bütün insanların seven olduğunu söyleyemiyoruz da bazılarının sevmediğini söylüyoruz?” “Doğrusu, bunu ben de bilmiyorum.” “Anlamayacak bir şey yok: Sevgi çok çeşitlidir. Oysa biz sevgiden yalnızca bir çeşit sevgiyi anlıyor ve ona sevgi diyoruz; başka çeşitlerini ise başka isimlerle çağırıyoruz.” “Ne söylemek istediğini anlamadım.” “Şöyle: Biliyorsun ki, poiesis çok farklı anlamlara gelen bir kelimedir. Önceden var olmayan şeyleri var etme işini her zaman bu şekilde adlandırırız ve böylelikle, sanatın her alanı poiesis, her sanatçı poietes diye bilinir.” “Doğru.” “Ancak, bütün yaratanlara poietes diyebiliyor muyuz? Örneğin, zanaatkâr kişilere bu adı vermiyoruz. Yaratıcı işlerle meşgul her kişinin ayrı bir adı var. Fakat yalnızca müziğe ve tartıma ilişkin olan yaratma işi bu genel sözcükle adlandırılmıştır. Kısacası, poiesis, sadece şiire ve poietes de sadece şaire verilen addır.” “Doğru.” “Bu, Sevgi için de geçerlidir. Sevgi’nin en gerçek anlamı, iyi olanı ve mutluluk vereni istemektir. O yüce ve sayısız yeteneğe sahip olan Sevgi de budur. Ama insanlar bu isteği başka başka taraflara çevirir. Kimileri para kazanmayı, kimileri sağlıklı olmayı, kimileri de bilgiye sahip olmayı arzular. Ama bu arzulara sevgi, arzulayanlara da seven denmez. Yalnızca bir çeşit sevgi ve bu sevgiye sahip olanlar Seven diye çağrılıyor. Bütüne ait olan sözcük, yalnızca onları anarken gerçek anlamıyla kullanılıyor.” “Galiba seni anlamaya başladım.” “Biliyoruz ki, sevmenin insanın öteki yarısını araması olduğunu söyleyenler var. Ama bana soracak olursan, yarım ve bütünle anlatılmak istenen iyi şeyler değilse, sevmek yarımı da bütünü de aramak değildir. İnsanlar, kötü olduklarına inanırlarsa ellerini ya da ayaklarını kesmekten sakınırlar mı? Demek ki, insan, yalnız kendi parçası olan şeylere bağlı kalmaz; ama iyi olanları kendimize ait, kötü olanları ise bizden ayrı sayarsak iş değişir. Ne olursa olsun, sevdiğimiz şey mutlaka iyidir. Sen farklı mı düşünüyorsun?” “Yüce Zeus! Elbette hayır.” “Pekâlâ, basitçe konuşursak, insanlar iyi olanı severler diyebilir miyiz?” “Evet.” “Güzel. Ancak, iyi olanı kendileri için severler dememiz de gerekmiyor mu?” “Gerekiyor.” “Yalnız iyiye sahip olalım demekle bitirmezler işi; o hep bizim olsun derler.” “Evet, öyle.” “Öyleyse sevmek, her zaman iyiye sahip olmayı arzulamaktır.” “Kesinlikle doğru.”
“Eğer böyleyse, sevgiye kavuşmak isteyenlerin hangi yolda harcadıkları emeğe, çabaya sevgi diyebiliriz? Onların hangi uğraşlarının adı olurdu sevgi? Söyle Sokrat.” “Bu sorunu yanıtlayabilseydim, sendeki bilgeliğe böyle hayranlık duymaz ve öğrencin olmazdım. Bunları öğrenmek için senin yanındayım.” “O zaman söyleyeyim: Sevgiyi, hem ruhta hem de bedende doğurmak.” “Bu söylediklerini anlamak için kâhin olmak gerekiyor.” “Daha açık söyleyeyim o zaman: Her insan hem beden hem de ruh olarak gebedir Sokrat ve belirli bir yaşa geldiğimiz anda doğamız gereği doğurmak isteriz. Bu doğumun da çirkinlik üzerine olması imkânsızdır, güzellik üzerine olur. Kadınla erkeğin doğurmak için bir araya gelmesi de tanrısal bir iştir. Çünkü gebelik ve çoğalmak, ölümlü bir varlığın ölümsüz bir iş yapmasıdır. Hiçbir tanrısal işi düzensizlik içinde gerçekleştiremeyiz. Çirkinlik, tanrısal olana aykırıdır ama güzellik olana yakındır. Güzellik, tanrısal olanla uyum içinde olmaktır. Bu yüzden, Moira ve Eileithua diye adlandırdığımız ve çocuk doğurmamıza yardımcı olan tanrıça, güzelliğin kendisidir. Bu yüzden insanlar ve hayvanlar güzele yaklaştıkça rahatlar, mutlu olur, doğurur ve çoğalır. Çirkin ise onda can sıkıntısı, daralma, azalma ve tükenmeye sebep olur; acı verici bir içindekini kurtarabilme derdine düşürür. İşte bu yüzden doğurabilen varlıklar, içindeki doğum sancısını dindirebilmek için güzelin peşine düşerler. Görüyorsun ki Sokrat, Sevgi’nin istediği, sandığın gibi güzel olan değil.” “Öyleyse, nedir onun arzusu?” “Güzellik üzerine doğurmak ve çoğalmak…” “Belki de doğrudur söylediğin, kim bilir?” “Doğrudur, çünkü başka bir yolu yok. O doğurmayı arzular, çünkü doğurarak sonsuza eriştirir, ölümlülükten kurtarır. Bir kimse iyiyi arzuluyorsa, ölümsüzlüğü arzuluyordur. Sevgi, iyiliği bir anlığına değil, daima arzular demiştik. Bizim sözlerimiz söylüyor bunu; Sevgi’nin zorunlu olarak ölümsüzlüğün sevgisi olduğunu.”14
“Diotima, sevmek hakkında işte bunları öğretti bana. Bir gün şöyle demişti: ‘Sence bu arzunun kaynağı nedir Sokrat? Hayvanların doğururken yaşadıkları sıkıntıları görmüş olmalısın. Kanatlı olsun, ayaklı olsun, sevgileri için ne çilelere katlanırlar… Önce çiftleşmek, sonra da yavrularını doyurmak için sıkıntılara katlanır, kendilerinden güçlülere meydan okur, bazen ölürler bile. Yavrularını yaşatmak için açlıktan inlerler. İnsanların, bunları düşünerek yaptıklarını biliyoruz, ancak hayvanlara bu sevgi gücü nereden geliyor?’ ‘Bilmiyorum’ dedim. ‘Bunu bilmeden sevgiyi nasıl anlayabileceğini düşünüyorsun?’ ‘Söylediğim gibi Diotima, bunların sebebini bilseydim, senin öğrencin olmak istemezdim. Lütfen öğret bana, sevgi üzerine bildiğin her şeyi öğrenmek istiyorum.”
“Sevginin ne olduğu konusunda anlaştık. Eğer bunları kabul ettiysen, sorduğum soru da seni şaşırtmamalıydı. Çünkü bu sorunun cevabı için de aynı şeyleri söyleyeceğiz: Ölümlü varlıklar ölümsüz olmayı arzular. Bunun da bir tek yolu vardır, doğurmak ve kendi eskisinin üzerine sürekli yeniyi üretmek. Canlıların, çocukluktan ileri yaşlara kadar, hep kendisi olarak kaldığını düşünürüz ama yanılırız. Onlar hep aynı adla çağırılıyorsa da sürekli değişmektedirler, asla aynı kalmazlar. Etiyle, kemiğiyle, kanıyla, bütün bedenler sürekli değişir; bir yandan yenilenirken, öte yandan ölmeye yaklaşır. Sadece beden değil, ruh da değişim yaşar. Mizaç, huy, inanç ve arzular, hazar, hüzünler, endişeler asla aynı kalmaz. Sürekli ölüp sürekli doğarlar. Daha şaşırtıcı olanıysa, bilgilerimizin de doğup öldüğü; aynı kalmayıp sürekli değiştiğidir. Bilgi kaybolan bir şey olmasaydı, öğrenmek olabilir miydi? Öğrenmek, kaybolan bilgilerin yerini yenisiyle doldurarak bilgeliği korumaktır ve böylece bilgi hiç değişmemiş gibi durur. Ölümlü bilgi, ölümsüzlüğe beden olarak bu şekilde erişebilir, başka bir yolu yoktur. Artık canlıların yavrularını neden bu kadar sevdiklerine ve onların üzerine neden bu kadar titrediklerine şaşırma; bunu ölümsüzlük için yaparlar.”
“Bu sözler beni çok şaşırtmıştı. ‘Bilgeler bilgesi Diotima, bu söylediklerin doğru mu?’ Bu sorumun üzerine, Diotima, usta bir sofist tavrı takındı: ‘Emin ol Sokrat. Eğer söylediklerime inanmayacak olursan, insanlardaki başkaları tarafından onurlandırılma hırsı sana ne kadar saçma gelir; ‘ölümsüzlük bir güzellik bırakmalı sonrakilere’ sözünü hiç anlayamazsın. Çocuklarını bile önemsemezken, sadece onurlandırmak için tehlikelerden sakınmadan, bütün servetlerini kaybeder, sıkıntıları sineye çeker ve ölmeyi bile kabullenirler. Böyle olmasaydı, dünyada ölümsüz bir onur bırakmayı arzulamasalardı, Alkestis Admetos15 için, Akhilleus Patrokles için ölebilir miydi? Kodros16, krallığın sahibi oğulları olsun diye canını feda edebilir miydi? Elbette hayır. Bana soracak olursan, iyi bir isim edinmek ve kalıcı bir yiğitlik onuru kazanmak için elinden geleni yapmayacak biri bulunmaz. Çünkü ölümsüzlüğü arzular. Bedenleri verimli olan kişiler sevgilerini kadınlara çevirirler, çocuk sahibi olup soylarını devam ettirmek için. Böylece adlarını sonsuz kılıp mutluluğa ulaşacaklarına inanırlar. Ama ruhları verimli olanlar böyle değildir. Onların ruhlarının meyvesi, bedenlerininkinden çok daha fazladır. Ruhun meyveleri, düşünce ve düşünce gibi olan her şeydir. Yaratıcı şairler ve kendi alanlarında keşifler yapan zanaatkârlar böyledir. En üstün düşünce, insan yığınlarına düzen getiren düşüncedir; ölçü ve doğruluk. Eğer insan çocukluğundan itibaren içinde bunların tohumunu tanrılar gibi taşıyorsa, olgunlaştığında doğurmak arzusu belirir onda. İşte bu arzuyu duyunca, hangi güzellik üzerine doğurması gerektiğini düşünüp karar vermeye çalışır. Ama asla çirkinlik üzerine doğuramaz. Bu arzusu arttıkça onu güzel olana yaklaştırır, çirkinlerden uzak tutar. Bu güzellerden birinin bedenen de güzel ve asil olduğunu görürse, güzellikler bir araya gelmiş olduğundan, aklı başından gider, onun karşısında çok erdemli bir insan tarafından erdemler ve güzel fikirlerle eğitilmiş gibi olgunlaşır ve gelişir. Güzel olanla birliktelik, onun içindeki bu tohumu canlandırıp büyütür. O hep sevdiğini düşünür, aralarında anne-babayla çocuk arasında olan sevgiden çok daha büyük ve güçlü bir sevgi filizlenir. Çünkü bu ikisi, tanrısal bir iş için, çoğalmak ve ölümsüzleşmek için bir araya gelmiştir. Böyle ölümsüzlükler yaratmak, elbette herkes için, çocuk büyütmekten daha üstündür. Homeros olsun, Hesiodos17 olsun, diğer büyük şairler olsun, hepsi böyle düşünürler. Kim istemezdi onların çocukları gibi ölümsüz çocuklara sahip olmayı? Lykurgos’un18 Sparta’da bıraktığı çocuklar sözgelimi; Sparta’yı, hatta bütün Yunanistan’ı kurtaran onlar değil miydi? Sözgelimi Solon’u19 sizin için yüce kılan, koyduğu yasalardır. İster Yunanistan olsun, ister barbar ülkeler, dünyanın neresinde olursa olsun, yaratılan güzellikler dilden dile dolaşmıştır. Böyle çocuklardır ki babalarının adına tapınaklar kurulmasını sağlamışlardır. Bedenlerimizden çıkan çocukların böyle bir iş başardığı görülmüş mü hiç?
Evet Sokrat, bunlardır senin de bulabileceğin sevgi sırları. Bu sırlarla, kendilerinden daha yüce ve daha uzak olanına, doğru yolun ulaştıracağı son noktaya kadar gidip gidemeyeceğini bilmiyorum. Ama bunu başarman için elimden geleni yapacağım, sana bütün bildiklerimi anlatacağım. Eğer dayanabilirsem buna, asla peşimi bırakma.
Bu son noktaya erişmek isteyen kişi, henüz genç yaşındayken, en güzel bedenleri aramalıdır. Eğer onu yola çıkaranın yolu doğruysa, tek bir insanı sever ve ona sürekli güzel laflar eder. Bir zaman geçince anlar o bedende gördüğü güzelliğin ötekilerde bulunanla aynı olduğunu. Görünüşteki güzelliğin peşinde olanlar için, bütün bedenlerdeki güzellik aynı değil midir? Bunu anlayınca, bütün güzel bedenler, içinde sevgi uyandırır, bir tekine düşkünlüğü gider. Böyle bir düşkünlüğün, ona göre anlamı kalmamıştır. Artık ruhun güzelliği beden güzelliğinden üstündür onun için. İncelikli bir ruh, bedeni güzel olmasa bile, içindeki sevgiyi kabartmaya yeter. Kendisini ona adar ve gençlerin iyiliği için söyleyebileceği en güzel sözleri arayıp bulur. Böylelikle, güzelliğin yaşayış ve tavırlarda olduğunu görerek, hepsinin aynı güzelliğe sahip olduğunu ve beden güzelliğine kapılmaması gerektiğini anlar. Yaşayış ve tavırlardan sonra da sıra bilgiye gelir. Bilgideki güzelliği fark eder. Onun gördüğü güzellik böylelikle genişledikçe, bir varlığa bağlı kalmaktan vazgeçer, genç bir adamın, bir kölenin, bir kadının yahut kim olursa olsun bir kimsenin kölesi olmaz, sözlerine değer verilir. Gördüğü bu güzellik denizine hayranlık duyar; en güzel ve ulu sözler, sonsuz bilgelik arzusunda doğan düşünceler taşar içinden. O zaman kuvvetinin önüne kimse geçemez, gerçek bilgiye, güzel olanın bilgisine erişir.
Bu anlatacaklarımı çok iyi dinle. Sevgi’nin peşinden giderek buraya kadar gelen adam, bütün güzel şeyleri sırasıyla ve düzenli bir halde görür, sonra yolun en sonuna varır ve birdenbire benzersiz bir güzellikle, yani kendi doğasında güzellik olan, muhteşem bir şeyle karşılaşır. İşte, Sevgi’nin onu ulaştırmak istediği asıl yer de burasıdır. Bu güzellik daimidir; doğumu, ölümü, artışı ve eksilişi yoktur. Kimi için güzel, kimi için çirkin, bugün güzel, yarın çirkin, şurada güzel, başka yerde çirkin olan bir güzellik değildir; bu güzellik bedende, elde ayakta, yüzde görünmez, ne sesi var duyulsun, ne bilinen bir bilgidir, ne canlılarda, ne yerde, ne göktedir. Sevgi’nin sırlarına ister kendi başına, ister biriyle birlikte ulaşmanın tek yoludur bu; dünyadaki güzelliklerden başlayıp adım adım sürekli yükseleceksin; bir güzel bedenden ikisine, onlardan bütün güzel bedenlere, sonra güzel eylemlere, sonra güzel bilgilere, oradan da tek bilgiye: Bu mutlak güzelliğe, kendiliğinden var olan öz güzelliğine ulaşacaksın.
Yalnızca onunla karşılaşılan ilk an için sevgili Sokrat, bütün bir hayatı yaşamaya değer. Onu gördüğün anda altınları, zenginlikleri, süsü püsü hiçe sayar ve baştan çıkarıcı çocukları, gençleri, hep arzulayıp yemeden içmeden kesildiğin sevgililerini unutursun. Bir görebildiğini düşün o güzelliği; her şeyden arınmış, bağımsız, saf… Tene, bedene, renk ve kokuya bulaşmış güzelliği değil, bütün saflığıyla tanrı güzelliğini. Bu güzelliğe erişmiş bir kişinin yaşamını kim hor görebilir ki? Oraya vardığında, güzelliğe sadece onu görebilecek bir gözle bakan kişi erdemin görüntüsüne değil, gerçeğine erişebilecektir. Çünkü o güzelliğin görüntülerle bir ilişkisi bulunmaz, o gerçek güzelliğin kendisidir. Tanrı sadece gerçek erdemleri yaratan ve büyüten insanı sever ve yalnız o insan ölümsüzlüğü bulanlardan olabilir.’
İşte böyle konuştu Diotima, dostum Phaidros ve öteki dostlarım. Ben ona inandım ve herkesin de inanmasını arzuluyorum, çünkü insanların kendisini Sevgi’ye ulaştırabilecek böylesine yardımcı bir bilgiyi bulması o kadar kolay değildir. Bunun için, sevgi karşısında ona yakışan saygıyı göstermek herkesin görevidir. Kendi adıma çok önem veririm ona ilişkin işlerime. Başkalarının da önem vermesidir istediğim. Tıpkı eskiden yapmış olduğum gibi, şimdi de onu övmek için elimden geleni yapıyorum. Benim sözüm bu kadardır Phaidros, bilmiyorum konuşmam bir övgü mü oldu, yoksa başka bir şey mi. Sen bilirsin bunu.”
* Eflâtun, Şölen, Türkçesi: Birdal Akar, Şule Yayınları 2009.