Ruhsal Bir Odise*
İzleyen bölümde Joad, “sıra dışı olmadığına inandığı” kendi “ruhani odisesi”ni anlatırken, “dini meselelere olan ilginin yeniden canlanması”nın nedenlerini yorumlamaktadır.
Bize söylenenlere göre, dini meselelere olan ilgi, yeniden canlanmaktadır. İnsanlar, akın akın kiliselere gitmeyebilir, ancak gittikçe, kiliselerin meselesi olan soruları tartışmaktadır ve savaştan bu yana kiliseye giden kişilerin sayısında artış bulunmaktadır. Bu ilgi canlanmasına ben de katılıyorum.
Kişisel olmaması amaçlanan bu kitapta, şu kişisel atfı yapmak cüretini göstereceğim; çünkü bu atıf, kitabın yazılış amacını açıklamaktadır. Genç bir Oxford’luyken, yaşım ve ait olduğum nesil gereği, doğal olarak, uzun ve sık dini tartışmalara katılmaya bir Hıristiyan olarak başladım ve bu tartışmaların bizim nesildeki pek çok kişiye yaptığı üzere, tüm dogmatik inançlara karşı derin bir şüphe besleyen bir agnostiğe dönüştüm. Hakkında pek çok şey bildiğimden ve bunlara çok büyük tepki duyduğumdan, İngiliz Kilisesine dayanan Hıristiyanlığın dogmatik öğretilerine karşı hususi bir şüphe duymaya başladım.
Bir agnostik olarak, iki şeyden emindim: İlk olarak, dini alandaki konular bakımından, hakikati bilmediğimiz ya da muhtemelen bilemeyeceğimizden. İkinci olarak, örneğin Tanrı’nın dünyayı Yaradılış’ta (Genesis) belirtildiği gibi zamanda belli bir noktada yarattığı ve başka bir zamanda da Oğlunu insanoğlunu kurtarmak için gönderdiği gibi bana öğretilen sözde dini gerçekler bakımından. Bunların doğru olması mümkün olmadığından, doğru olsa da bunun bilinemeyeceğinden emindim. Bu kanaate dayanarak, esas itibariyle, bu konuya bütünüyle sırtımı dönmeye devam ettim. Bir felsefe öğretmeni olarak, ilahiyat alanındaki konularla, doğal olarak ilgilendim, fakat benim, bu gibi konulara karşı tavrım tamamen gelenekseldi ve derslerim, ne yazık ki, belli orandaki muhtelif bilginin hocanın defterinden öğrencilerin defterlerine, öğrencilerin hiçbirinin zihninden geçmeksizin aktarılması demek olan dersin bu karamsar tanımına uygundu.
Zamanla, bir akılcı olarak tanınmaya başladım ve bu dönemde dersler ve makalelerin genelde bilinen dine ve özelde Hıristiyan Kilisesine karşı olması beklenmekteydi. (…)
Bu tartışmalı yazılardan bahsediyorum, çünkü görünürdeki konusuna rağmen, yirmi yıllık ateşkes sırasında benimle aynı nesilden olan pek çokları gibi, benim de din üzerinde pek kafa yormadığım fikrini açıklamaktadır. Elbette bazı mücadeleler içine girdim, aslında konu üzerine bir de kitap yazdım, fakat yazdığım ve dillendirdiğim kelimeler salim kafayla, kafa yorarak üretilmiş değildi, bunun yerine geçmişte ortaya koyduğu düşünceye bağlı olan bir zihnin ürünüydü. Kımıldanıyor ve aynı fikri yeniden uyguluyordum, fakat eski malzemenin üzerine bir şey eklediğim yoktu. Atalarının biriktirdiği sermayeden gelen gelirle hayatını sürdüren bir kiracı gibiydim, tıpkı kendisinin atası olan, bakış açısını oluşturmuş yirmisindeki delikanlıya, kırkındaki orta yaşlı adamın saygı göstermekle mükellef olması gibi.
Bu sırada ilgim bilim, felsefe, politika ve zaman geçtikçe daha da artarak politikaya yöneldi. Tam da Nazilerin ortaya çıkmasının ardından, zihnim yeniden dine yönelmeye başladı. Yıllar geçtikçe ve durum kötüleştikçe, üstünde adımın yazdığı dini konulu makaleler ortaya çıkmaya başladı, görünürde başka meselelere adanmış kitaplara dinle ilgili paragraflar sızdı, dini atıflar ve açıklamalar ekonomi, politika ve toplumun geleceği tartışmalarına renk kattı. Savaşın patlak vermesinden bu yana, bu konu bilincimin ön saflarında yerini aldı ve o zamandan beri de oradadır.
Şöyle bir kabataslak ruhsal odise yaptım, çünkü bunun sıra dışı olmadığı kanısındayım. Özellikle öğrencilerle gerçekleştirdiğim konuşma ve tartışmalardan, dine olan ilginin yaygın olduğu ve konunun onların da bilincinin ön saflarında yerini aldığı kanısına vardım. Dinin bu temasal ilgisi iki kaynaktan ortaya çıkar.
Din ve politika arasındaki bu bağıntı, tüm zamanlarda mevcuttur ama barışın sessiz dönemlerinde, genellikle üstü örtülü kalır. Fakat son yirmi beş yıla özgü durumlar, bunun insanların bilincinde ön sıraya taşınmasına yardımcı olmuştur.
Yani, devrimci siyasi değişiklikler zamanı, ayrıca dini düşünce ve tartışmaların da zamanıdır.
Dine duyulan aktüel ilginin diğer kaynağı, kötülüğün rahatsız ediciliğinde gizlidir. Belki de Batı toplumunda, geçen yüzyılın sonunda olduğundan daha fazla kötülük olmadığı kolaylıkla öne sürülebilir, ancak ondan kalan ne varsa çok daha rahatsız edicidir. Burada kastettiğim Kilise’nin üzerinde özenle durduğu cinsiyetler arası ilişkiden doğan kötülükler değildir. Dorothy Sayers’ın da yakın zamanlarda işaret ettiği gibi, Kilise’nin bunlarla meşguliyeti manevi gurur ve entelektüel uyuşukluk gibi daha büyük günahlara karşı gözlerini bağlamasına yol açmıştır. Kastettiğim, zalimlik, gaddarlık, baskı, şiddet, egoistlik, abartma ve güç hırsı gibi kötülüklerdir. Bu günahlar, öylesine yaygın ve zorlayıcı hale gelmiştir ki bazen insanoğlunu yoldan çıkarmak ve yozlaştırmak için şeytana normalden daha da uzun bir ip verildiği sonucuna varmamak mümkün değildir. Kötülük, daha da öne çıktığı sürece, son yirmi yılda oldukça revaçta olan çeşitli yöntemlerle onu açıklamak aynı oranda zorlaşır.
Örneğin, ekonomik eşitsizlik ve adaletsizlik açısından kötülüğün tanımı vardı. Sosyalist yazarlar, benim neslime, kötü durumların insanın biçareliğinin sebebi olduğunu öğretmişti, insanın biçareliğinin ve ayrıca insanın günahkârlığının sebebinin. Yoksulluk en büyük günahtır; sadece diğer günahların hepsinin kaynağı olmasıyla en büyük odur. Shaw, eşi görülmemiş bir şiddetle ve emsalsiz bir hitabetle, bunun böyle olduğu konusunda ısrar etmektedir.
Peki ya ahlak? Bu kötülük kötü sosyal şartlardan kaynaklanmaktadır. Şimdi kötü sosyal şartları yasalarla değiştirmek, rahatsızlığı, kirliliği, güvensizliği; rahata, temizliğe, güvenliğe ve finansal yetkinliğe dönüştürmek ve istemek mümkündür. Bu nedenle, muhtemelen insanları yasalarla erdemli hale getirmek mümkündür, ya da en azından ortalama bir erdem kazandırmak.
Kötülüğün, çocukluktaki psikolojik kötü muamele ve bunun sonrasında psikolojik uyumsuzlukla açıklanan bir tanımı vardı.
O zaman, bu görüşe göre kötülük; kötü sosyal durumların değil, kötü psikolojik durumların bir sonucudur. Aslında pek de bozuk bir toplumun değil, bozuk bir ailenin, yanlış yönlendirilmiş bir yetiştirmenin ve yanlış yönetilen bir okulun sonucudur. Toplumu düzeltin, demiştir sosyalistler, ardından kötülük yok olacaktır. Okulu ve aileyi düzeltin, diye eklemiştir psikanalistler, ardından toplum kendini düzeltecektir ve bir kez daha kötülük yok olacaktır.
Bu iki görüşün ortak noktaları, her ikisinin de kötülüğün varlığı faydalı olabilecek olan bir şeyin yokluğundan kaynaklandığını düşünmeleridir. Yani korku ve kıskançlık kötülük demektir çünkü bunlar bir psikolojik uyumsuzluk ve maddi varlıkların eksikliğinden kaynaklanan bir yoksulluğa işaret eder.
Bu soruların cevabı, göründüğü kadarıyla, çok açıktır. Kötülük, sadece istenmeyen şartların bir ürünü değildir; böylesi bir açıklamayı kabul edemeyecek kadar çok yaygın ve köklüdür. Öyle yaygın ve köklüdür ki kişi, dinlerin öğrettiğinin her zaman doğru olduğu ve kötülüğün insanoğlunun kalbini ele geçiren bir hastalık olduğu sonucuna varabilir.
Bu sonuca pek itibar etmiyorum, aksine bu sonuca bu kadar geç varmak, bir alay konusudur. Dünyada her zaman ‘kötü’ olmuştur ve bu, ‘kötü’ birinin büyüklüğünü, hayatın aşamalarında belirgin ve itici seviyeye gelene kadar kabul etmeyi reddeden hayal gücünün fakirliğidir. Bir yüzyılın son çeyreği süresince, İngiliz orta sınıfının hayatlarına nüfuz eden olaylar yeni değildir. Nesnel olarak değerlendirildiğinde, normale dönüş yapısındadır. Yeni olanlarsa, barış, güvenlik, dürüstlük ve hayatın güzelliğidir. Fakat onlar birdenbire hayatımızda belirene kadar, hayatlarımızın dingin güvenliği, fildişi teleskoplarımızdan uzak ve azalan bir şey gibi görünen kötünün öylesine yüzeysel bir görünüşünü yakalamamızı sağlamıştır ki, kötüyü, çevrenin ve şartların basit bir ürünü, çevreyi değiştirerek ve şartları ortadan kaldırarak kökü kurutulabilecek bir şey zannetme, kısacası bize geleneksel olarak öğretilen ilk günah öğretisini reddetme entelektüel hatasına kapıldık.
Kişinin kendisine yardım edemeyeceği bariz bir gerçektir. Kötüyü, büyük ve ortadan kaldırılamaz bir gerçek olarak içinde barındıran bir evrenle karşı karşıya olmak, kişinin kendi karakterinin zayıflığı ya da güçlü oluşu ile ona karşı durulamayacağını ve kimseden yardım almaksızın kendi bireysel çabalarının etkinliği ile onun üstesinden gelme umudunun olmadığını bilmek- İşte bunlar, neredeyse tahammül edilemeyecek derecede sıkıntı verici bulduğum durumlardır. Kişi, karakterinin yeterince güçlü, çabalarının en azından yardım görmeksizin yeterince etkili olmadığını elbette ki bilir. Kendi cılız mantığımızın bütünlüğü ve kendi etik yargılarımızın sallantılı belirsizliğinden daha fazla güvenebileceğimiz bir şeyimiz yoksa dünyadaki yükümüz, taşıyabileceğimizden daha büyük hale gelmiş demektir. Bunu takiben, kişi, ya çözemediği kötüye pasifçe boyun eğmelidir, ya da… İki seçenek vardır.
İlki, dünya kötü olduğu için, ondan kaçmak ve kendini geri çekip son bir umut olarak da Nirvana’da hayatın doğru yolunu bulmaktır. İkincisi ise, kötüyle yüzleşmek, üstesinden gelmek için onu aramak, hatta onu aşarak ve bu aşkınlıkla kendi şahsiyetini genişleterek, onu tutup kendi hayatında eritmektir. İlki Doğu’nun yoludur; ikincisi ise Hıristiyanlığındır. Mizacım ve yaradılışım gereği, ben ikincisine meyilliyim; fakat hiçbir şeyden yardım almadığım sürece, ikincisinin imkânsız olduğunu biliyorum. Böylesi bir yardımın alınabileceğinden ve kötünün üstesinden gelinebileceğinden Tanrının lütfuyla eminiz, yoksa başka bir kaynak ya da dayanak yoktur.
Bu, aslında bizimkine benzer bir dönemde yazan Pascal’ın öğretisidir. Pascal, eşsiz hitabet gücüyle, Tanrının her zaman mevcut olan yardımı ve her şeyi kucaklayan iyiliğini, insanın ebedî biçareliğini ve onlar arasındaki derin uçurumu, hiçbir insan çabasının köprü olamayacağı, sadece Tanrının lütfunun üstünden geçebileceği uçurumu anlatmak için, kötü gerçeğini ve yoğunluğunu kullanır. Fakat Pascal’ı yazmaya iten kötü, onda bir kanaat oluştururken, bende ve benim çağdaşlarımda sadece bir ihtiyaç oluşturmuştur. Pascal, Tanrının yardımının varlığından ve elde edilebilirliğinden eminken; insanın zayıflıklarını Pascal’dan daha az canlı olmayacak bir şekilde fark etmeye zorlanan bizler, Pascal’ın aksine, yardımın varlığından ve eğer varsa hangi vasıtalarla bu yardıma nail olunabileceğinden şüpheye düşmüşüzdür. Tanrı varsa bile, ona yardım için nasıl yakaracağız? Bu soruyla, kendimi Hıristiyanlığın eşiğinde ve kapanmış olduğunu düşündüğüm meseleyi bütünüyle yeniden ele alma zorunluluğunda buluyorum.
* C. E. M. Joad, Tanrı ve Şer, 1942, s. 13–21, 24-5.