I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Hıristiyanın En Büyük Kahramanı Kimdir?

Yüzyıllar boyunca savaşı ululamış olan Alman kavimlerini barışçıl ve daha huzurlu bir yaşam için dine davet etmeye çalışan misyonerler, bu amaçla Hıristiyan öğretisi kadar Latin dili ve edebiyatına da başvurmuştur. Nitekim keşişler, Hz. İsa’nın ya da O’nun seçtiklerinin gücünü tasvir etmek veya Hıristiyanlığın ilkelerini kolay anlaşılabilir bir dille aktarmak için, binlerce azizin örnek alınacak yaşamlarını kaleme almıştır. Hıristiyan azizlerinin, Alman efsanelerindeki kahramanların muadili olduğu söylenir. Hıristiyanların vermek istedikleri mesajları, basit bir dille yazılan biyografiler aracılığıyla yaymalarının nedeni hedefledikleri okurların sade insanlar olmalarıdır.

Batı manastır sisteminin kurucusu Aziz Benedikt (480-543) iyilik ve fedakârlığa dayalı örnek yaşamıyla hatırlanır. Hayırsever kişiliğinin insanları zor manastır koşullarında yaşamaya teşvik ettiği anlatılır. Aziz Benedikt’in yaşam hikâyesinin, ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra Aziz Gregorius tarafından kaleme alınmış olmasının bir nedeni yazarın kendisine duyulan saygı, diğeri de Benedikt’in manastır yaşamının Hıristiyanlığa geçmeyi düşünenlere örnek teşkil edebileceğine dair inancıdır.

Aziz Gregorius gibi, Aziz Benedikt de iyi bir ailenin çocuğu olarak zamanının mümkün olan en iyi eğitimini almış olmasına rağmen, Beşinci yüzyılda onun sınıfından biri için hâlâ iyi bir kariyer olarak görülen devlet memuriyetini reddedip erken yaşta Alp Dağları’nda Subiako yakınlarındaki bir mağaraya çekilir. Burada iffet ve liderlik yetisiyle tebarüz eden Aziz Benedikt, cezbettiği müritlerini on iki cemaat halinde örgütler. Benedikt’in cemaatleri için kaleme aldığı Kural,10 ibadete ve çalışmaya adanmış keşişler için günümüzde bile rehber niteliğindedir. (PR)

Aziz Benedikt’in Yaşamı*
Aziz Gregorius

Bir zamanlar, Benedictus veya Bennet adında biri ve Tanrı’nın lütfuyla kutsanmış saygıdeğer bir yaşamı vardı. Ona gençliğinden itibaren yaşlı bir adamın aklı bahşedilmişti; sahip olduğu erdemler itibariyle hep yaşından büyüktü. Bu dünyada yaşadığı ve önüne çıkan fırsatlardan özgürce nasibini alabileceği halde, bunlara itibar etmedi, hep küçümsedi. Nursia’da saygın bir aileye doğdu, Roma’da beşeri bilimler eğitimi alarak yetişti. Bu süreçte uçarı, sefih bir yaşam süren insanları gördükçe geri çekildi, çünkü o da dünyevi yaşama adım atmak üzereydi ve onlarla ilişki kurarsa, onlar gibi Tanrısız, tehlikeli bir girdaba kapılmaktan korktu. Bu nedenle kitaplarını kapayıp baba evine ve aile servetine sırt çevirerek, kararlılıkla, sadece Tanrı’ya hizmet etmek üzere ilahi amacına uygun bir yer aramaya başladı. Öğrenilmiş cehalet ve eğitimsiz bilgelikle11 donanımlı olarak yola çıkmıştı. Hayatına dair kayda değer her olayı öğrenemedim, ama dört müridinden öğrenebildiklerimi burada anlatmak isterim.

Kırık Kevgiri Nasıl Eski Haline Getirdi

Bennet, okulunu bırakıp vahşi doğada yaşamak üzere ayrılırken, kendisine, onu asla yalnız bırakmayacak kadar çok seven dadısı eşlik etti. Önce Enside adlı bir yere geldi ve burada, kendisi gibi hayırsever bir adamla birlikte, Aziz Petrus Kilisesi’nde kaldı. Öylesine yokluk içindeydiler ki, dadı masanın üstündeki buğday artıklarını toplayıp yıkamak üzere komşudan bir kevgir ödünç aldı. Kevgir kazaen kırılınca dadı ağlamaya başladı, çünkü ödünç almıştı. Dadısının ağlaması takva sahibi Bennet’in içine dokundu. Kevgirin kırık parçalarını aldı ve yaşlı gözlerle dua etmeye başladı. Duadan kalktığında kevgirin parçaları, kırık belli olmayacak şekilde bir araya gelmişti. Dadısına koştu. Kevgiri verip onu güzel sözlerle teselli etti. Bu mucizevi olayı çevredeki herkes duydu. O kadar etkilenmişlerdi ki, sonsuza dek unutulmasın ve ölünce Tanrı tarafından nasıl ödüllendirildiği bilinsin diye, kevgiri kilisenin kapısına astılar. Kevgir yıllarca kilise kapısına asılı kaldı.

Ne var ki, Bennet, insanların övgüsünden ziyade onların çektikleri ıstırabın peşinde, gelip geçici saygınlık yerine Tanrı’ya hizmet yolunda yorulmayı seçti ve dadısından habersiz kaçıp Roma’dan yaklaşık altmış beş kilometre uzaklıkta, Subiacum adlı ıssız bir yere gitti. Burada serin sularının önce bir göl, oradan da gürül gürül akan bir nehir oluşturduğu tertemiz bir kaynak vardı. Yolda Romanus adlı bir keşişle karşılaşmıştı. Keşiş nereye gittiğini sordu. Bennet’in amacını anlayınca ona yaklaştı ve alışkanlık icabı onu ilahi sözlerle donatıp yüreklendirerek, ona hizmet edebileceğini söyledi.

Tanrı’nın adamı Bennet söz konusu yere varınca, yerini Romanus’tan başka kimsenin bilmediği dar bir mağaraya çekildi ve burada üç yıl yaşadı. Romanus, biraz ötedeki erkekler manastırının başkeşişi Theodakus’un yanında yaşamaktaydı. Dolayısıyla, erdem sahibi bir insan olarak, icabında buradaki mesaisinden çalıp ekmeğini Bennet ile paylaştı. Bennet’in yaşadığı mağaraya -üstünde yüksek bir kaya vardı- girmek mümkün değildi. Romanus getirdiği ekmeği uzun bir ipin ucuna bağlayıp yukarıdan sarkıtır, Tanrı’nın adamını uyarmak için ipin ucuna ekmeğin yanı sıra bir de çıngırak bağlardı. Ne var ki, birinin iyiliğinin diğerinin iyileşmesine yol açtığı bu durumu kıskanan insanlık düşmanları, ekmeğin belirli günlerde sarkıtıldığını görüp çıngırağı kırdılar. Romanus vazgeçmedi ve Bennet’e elinden geldiğince hizmet etmeyi sürdürdü.

Bedensel Arzularla Nasıl Baş Etti

Bir gün, Bennet yine yalnızken, kara tavuk veya ardıçkuşu denilen küçük, siyah bir kuş etrafında uçmaya başladı. O kadar yakından uçuyordu ki, elini uzatsa tutabilirdi. Ama Bennet haç çıkartmak suretiyle onu takdis etti ve kuş uçup gitti; oysa hayatında hiç çekmediği kadar büyük bir açlık çekiyordu. Derken, çevrede zaman zaman gördüğü bir kadın, kötü ruhlar aracılığıyla aklına düştü ve giderek artan öylesi bir bedensel arzuya kapıldı ki, bulunduğu ortamı bile terk edebilirdi. Derken, Tanrı’nın yardımıyla birden kendine geldi. Üstündekileri çıkarıp çevresini kaplayan ısırgan otu ve dikenli çalıların ortasına kendini attı. Ve o kadar uzun bir süre bu otların arasında yuvarlanıp debelendi ki, ayağa kalktığında vücudu paramparçaydı. Tanrı’nın adamı, böylece ruh yarasını, vücudunda açtığı yaralarla iyileştirmiş; hazzı (cefa çekerek) acıya dönüştürmüş; şehveti körükleyen yangını (düşünce) ruhuna sıçratmadan bedeniyle söndürmüştü. Bu, günahla yangın yerini değiştirmek suretiyle baş ettiği anlamına gelir. Daha sonraları müritlerine de aktardığı üzere, bedensel arzularını o günden itibaren baskı altına alıp hissetmez olmuştu. Bu olaydan sonra pek çok müridi oldu. Bennet baştan çıkarılmanın yol açtığı kötülüklerden arınmış bir insan olarak, erdemin efendisi olmayı hak eder, çünkü buna değerdir.

Bennet Haç İşareti Yapmak Suretiyle İçki Bardağını Nasıl Kırdı

(…) Tanrı’nın adamı, kendisini baştan çıkarmak üzere olan bu büyük olayı atlattıktan sonra, iffet tohumu, iyi sürülmüş toprağa ekilmişçesine büyüdü ve bol meyve verdi; ve bu harikulade ilahi yaşam çevrede duyuldukça ünlendi. Yaşadığı mağaranın yakınlarındaki manastırın başkeşişi ölünce, keşişler bu muhterem insandan, lütfedip ölen başkeşişin yerine geçmesini istedi. Bennet onlara hal ve hareket tarzlarının kendisinden farklı olduğunu, dolayısıyla anlaşamayacaklarını söyleyip teklifi uzun süre kabul etmedi; ama o kadar üstelediler ki, sonunda kabul etmek zorunda kaldı. Manastırın sorumluluğunu üstlenince düzgün, düzenli bir yaşam sürülmesini, önceden olduğu gibi, yasaya uymayan davranışlarla ilahi sözden şu veya bu şekilde çıkmamalarını emretti. Bunu duyan bazı keşişler çok öfkelendi ve onu başkeşiş yaptıklarına pişman olup kendilerini suçladılar, çünkü böylesi erdemli bir yönetime tahammül edemeyeceklerdi. Onun yönetimi altında yasadışı şeyler yapamayacaklarını anlayıp eski hal ve hareket tarzlarından vazgeçmek, kafalarını yeni şeylerle yormak istemediler. Çünkü erdemli bir insanın yaşamı, kötülük peşinde olanlara acı/ağır gelir. Nitekim içlerinden bazıları ondan nasıl kurtulabileceklerini düşünmeye başlayıp şarabına zehir koymaya karar verdi. Zehirli şarap bardağa kondu ve geleneğe uygun bir şekilde kutsanmak üzere başkeşişe sunuldu. Bennet daha bardağı almadan elini uzatıp haç işareti yapınca, bardak bir taş atılmışçasına paramparça oldu. Tanrı’nın adamı bardağın içindekinin yaşam işaretine (haç) dayanamayan bir ölüm içkisi olduğunu anladı. Yerinden kalktı, keşişleri toplayıp sakin bir zihin ve huzurlu bir yüz ifadesiyle şöyle konuştu: “Yüce Tanrı sizi affetsin, merhameti üstünüzde olsun; bana neden böyle davrandınız? Size yaşam tarzlarımızın asla uyuşmayacağını söylememiş miydim? Gidip kendinize uygun bir baba bulun, çünkü artık aranızda kalmayacağım.” Böylece Bennet, tekrar o çok sevdiği mağaranın ıssız doğasına döndü ve herkesi gözeten Yaradan’nın gözetiminde yalnız yaşadı. (…)

Bennet Duaya Katılmayan Keşişi Nasıl Islah Etti?

Oralarda, inşa ettiği manastırlardan birinde, duaya katılamayan bir keşiş vardı. Diğer keşişler diz çöküp otururken o, kafası bir karış havada, gelip geçici dünyevi işlerle oyalanırdı. Başkeşiş tarafından sık sık uyarılmış, sonunda Tanrı’nın adamına gönderilmişti. O da uyardı, azarladı, ama keşiş daha üç gün geçmeden eski haline dönmüş, yine duaya katılmaz olmuştu. Manastırın babası -Tanrı’nın adamı onu bu göreve atamıştı- tekrar haber gönderdi. Tanrı’nın adamı keşişi bizzat ıslah edeceğini bildirdi ve öyle yaptı. Sena sona erip keşişler dua etmeye başlayınca, Tanrı’nın adamı söz konusu keşişin eteği sıyrıldığı için onun küçük bir siyahi çocuk olduğunu fark etti ve Maurus ile manastırın babası Pompeianus ile gizlice konuşup sordu: “Onu duadan alıkoyanın ne olduğunu gördünüz mü?” Görmediklerini söylediler, “O halde dua edelim,” dedi Tanrı’nın adamı; “dua edelim ki sizler de bu keşişin kim olduğunu görün.” Maurus iki gün sonra görmüş, ama Pompeianus görememişti. Tanrı’nın adamı, bir başka gün ibadetini bitirdikten sonra, küçük mabede gitti ve söz konusu keşişin orada boş boş oturmakta olduğunu görünce gözünü karartıp ona değneğiyle vurdu. O günden sonra, küçük siyahinin cazibesinden öylesine kurtulmuştu ki, küçük siyahi keşiş, tıpkı diğerleri gibi, onun da dualarından eksik olmadı. Çünkü o eski düşman korkmuş, böylesi düşünceler, sanki keşişe değil de kendisine indirdiği darbeyle yok olmuştu.

Apollo Sunağı’nın Yıkımına Dair

(…) Tanrı’nın adamı yer değiştirse bile, düşmanı değişmedi. Çünkü sonraları çok daha acı mücadelelerde kendisine açıkça meydan okuyan kötülüğün efendisiyle tüm varlığıyla savaştı. Cassino şehri, yüksek bir dağın eteklerinde, tabir yerindeyse, kucağında kuruluydu. Mezkur şehir zamanla beş kilometre yükseldi ve başı göğe değer gibi oldu. Bu şehirde yaşayan birtakım akılsız ve basit köylülerin, eski dinsizler gibi, Apollo adlı bir ilaha tapındığı, eski bir tapınak vardı. Tapınağın etrafında, içinde şeytana hizmet eden ve inançsız kalabalıkların en kötüsünden kurbanlar sunduğu bir koruluk vardı. Bunları gören Tanrı’nın adamı putları kırdı, sunağı devirdi, koruluğu ateşe verdi; ve Apollo tapınağını Aziz Martin, Apollo sunağını Aziz John (Hz. Yahya) mabedi haline getirip vaazlarıyla çevre halkının Hz. İsa’nın inancını benimsemesini sağladı. Bu, insanlığın o eski düşmanın hoşuna gitmedi. Ve Tanrı’nın adamına, bu kez gizlice veya bir düş aracılığıyla değil, açıkça görünerek vahşete maruz kaldığını haykırdı. Keşişler sesi duymuş, ama sesin sahibini görmemişlerdi. Tanrı’nın adamı, onlara, onun kendisine göründüğünü, ağzından ve gözlerinden ateş fışkıran acımasız, aşağılık biri olduğunu ve kendisini yok etmek istediğini söyledi. Keşişler şeytanın ona neler söylediğini öğrendi. Tanrı’nın adamına önce adıyla hitap etmiş, ondan cevap alamayınca sövüp saymış; sonra “Kutsal Bennet” diye seslenmiş ve yine cevap alamayınca, “Lanet olası adam, benden ne istiyorsun? Neden benden davacısın?“ diye bağırmıştı. Eski düşmanın Tanrı’nın hizmetkârına yeni savaşlar açacağı böylece belli olmuş, ama savaşacağı şey onun iradesi olduğu için, kayda değer bir zafer beklenmemişti.

Muhterem Bennet Yıkılan Bir Duvarın Altında Kalarak Ezilen Çocuğu Nasıl Hayata Döndürdü?

Keşişler, ihtiyaç hasıl olduğu için, her zamankinden yüksek bir duvar inşa etmekteydi. Hücresinde dua etmekte olan Tanrı’nın adamına görünen eski düşman, hakaretamiz bir üslupla, ona keşişlerin yanına gideceğini bildirdi. Tanrı’nın adamı keşişlerini uyarmak, şeytanın aralarında olduğunu söylemek için davrandı, ama kötü ruh duvarı yerle bir etmişti bile. Saray mensubu bir adamın oğlu olan çocuk yaşta bir keşiş duvarın altında kalıp ezildi. Keşişler, duvarın yıkılmış olması bir yana, genç biraderlerinin ölümüne fazlasıyla üzüldü ve hemen Bennet’e haber verdiler. Bennet çocuğun kendisinin getirilmesini emretti. Çocuk öylesine ezilmiş ve sakatlanmıştı ki, onu torbayla taşımak zorunda kaldılar, çünkü kemikleri de kırılmıştı. Tanrı’nın adamı çocuğun hücrenin zeminine, duaya durduğu yere yatırılmasını söyledikten sonra herkesi hücreden çıkardı ve kapıyı arkalarından kapattı. Ah o tuhaf mucize! Onun bir saat içinde kendine gelip sağ salim işine dönmesini sağlamıştı ki, duvar inşaatı tamamlansın ve eski yılan Bennet’e karşı muzaffer olmasın.

Bennet Keşişler İçin Kural’ı Nasıl Yazdı

(…) Bu muhterem baba hakkında sizlere daha pek çok şey anlatmak isterdim, ama diğer kutsal şahsiyetlerden de bahsetmeliyim. Şunu da bilmenizi isterim ki, mucizeleriyle maruf bu insan (Tanrı’nın adamı), ilahiyat konusuna da vakıftı. Nitekim keşişleri için yazdığı Kural, sağduyulu olduğu kadar yazım dili itibariyle de etkileyici ve güzeldir. Onu daha iyi tanımak isteyenler bu kitapçıktan yararlanabilir, çünkü nasıl yaşamışsa öyle öğretmektedir.

* Gregory I, The Great, The Dialogues, P.L. Warner, 1911.

Roland’ın Şarkısı*
Anonim

Her ne kadar, şimdiye dek sunulan belgeler, aksini ima ediyor olsa da, Erken Orta Çağ, herkesin sevip saydığı kilise adamlarının Avrupa’da Hıristiyanlığı, Hıristiyan öğretisini ve adaleti tesis etmiş oldukları, aydınlık ve huzur dolu bir dönem değildi. Savaş ve vahşetin olağan olduğu gibi, pek çok misyonerin vahşice katledikleri de doğrudur.

Erken Orta Çağ’ın Batı Avrupalı savaşçı önderleri, okuryazarlıkları olmayan, muharebe meydanlarından ya da avlanmaktan aldıkları zevki hiçbir iyi kitabın karşılayamayacağı bir güruhtu. Güya Hıristiyandılar, ama Hıristiyanlığın barış mesajını anlamlandırmaları asırlar sürer. 1100’lü yıllar itibariyle Avrupa genelinde hüküm sürmeye başlayan kısmi huzur, çok sayıda etmenin bileşkesi olup Kilise’nin kardeşlik öğretisi bu etmenlerden sadece birisiydi.

Aynı yıllarda, bir takım anonim kalemlerin feodal döneme dair epik şiirler (chansons de geste) yazdıkları da görüldü. Charlamagne (742-814) ve onun büyük şövalyeleri, bu şiirlerin asli temalarıydı. Kâğıda dökülmüş olan ilk şiirlerden ve bunların arasında en iyi olanlarından biri de Roland’ın Şarkısı’dır. Sekizinci yüzyıldan çok, On İkinci yüzyılın başlarına dair ipuçları veriyor olması ve feodal Avrupa’nın ahlak anlayışını yansıtması itibariyle Roland’ın Şarkısı’nın tarihsel belge niteliği taşıdığı kabul edilir.

Şarkının ilk dizelerinden anlaşılacağı gibi, Müslümanlar, ordusu İspanya’daki Müslüman yerleşimlerini talan eden Charlamagne’ı kandırmaya karar verir. Müslümanların elçisi, Blanchandrin önderliğinde, Charlamagne’a, ateşkese razı olması halinde, Marsilya Kralı’nın kendisini Fransa’ya kadar izleyeceğini, orada vaftiz olacağına dair söz verir. Charlamagne’ın şüphelenmesini önlemek için de kendisine yirmi tane soylu rehine teslim eder.

* Peter Reisenberg, The Traditions of the Western World, Rand McNally&Co., Chicago, 1967.

Çam ağacının altında, altın tahtta oturmuş,

En cesur şövalyelerini yanına çağırmıştı.

İlkin Başpiskopos Turpin geldi ve sonra

Gerin ile Gerier ve Rheimslı Tybalt. Sonra da

Onlar kadar akıllı ve cesur diğerleri; ve tabii

Roland, yanında can dostu Oliver. Hey

Diğerleriyle birlikte Ganelon da geldi, o hain!

Ve böylece başladı Fransa için

Endişe yüklü o meşum şura.

Ve Kral konuştu. Dedi ki: “Adil beyler,

Paynim12 bize Arabistan’dan elli yük arabasıyla

Bile taşıyamayacağımız kadar çok

Değerli hediyeler, aslanlar, kaba tüylü ayılar,

Develer ve şahinler, altın yüklü katırlarla

Haberciler gönderiyor. Ama bizim tekrar

Kendi ülkemize dönmemizi talep ediyor.

Dönersek bizi hemen takip edeceğini ve

Orada yasalarımıza ve muhteşem dinimize

Hıristiyanlığa döneceğini, benim kölem

Olacağını söylüyor. Gelin görün ki,

Niyetinden kuşkum var.” Franklar hep bir

ağızdan bağırdı: “Dikkat! Bu bir tuzak.”

Soylular ayağa fırlayıp Kral’a düşüncelerini söyler. Charlamagne’nın yeğeni Roland savaşı sürdürmek ister, ama Ganelon, yaşlı Naimon ve diğerleri barıştan yanadır. Çoğu Ganelon’a katılır. Konuyu değiştirip Marsilya Kralı’na gönderilecek olan Frank elçisinin kim olacağını tartışmaya başlarlar.

Ama Başpiskopos, Rheimslı Turpin

Ayağa kalktı ve “Akranlarınızdan biri olsun.

Çünkü lanetli topraklarda yeterince çalışıp

Yoruldular. Bana maiyetinizi ve eldiveninizi

Verin ki, Paynim Kralı’na gideyim. Belki

Kurnazca kalbini okuyabilir, niyetini anlarım”

Dedi, ama Charles yeniden öfkelenip

Karşılık verdi: “Hayır, gitmeyeceksin!”

“Beyler,” dedi Kral, “bana aranızdan korkusuz

Ve sadık birini seçin.” Ve Roland ünledi:

“Ganelon gitsin! O yiğittir, ve evet, sadık!”

Tüm Franklar bağrışıp anında onayladı, ama

Ganelon öfkeyle ayağa fırlamıştı.

Üstündeki pelerinini çıkarıp attı, ipek

Gömleğiyle bir adım öne çıkıp güzel gri gözleri

Nefret saçarak, Roland’a bağırdı: “Ahmak!

Amacını saklayabileceğini sanma! Buradaki

Herkes senin üvey kardeşin olduğumu, sırf

Bu yüzden, benden nefret ettiğin için İspanya’ya

Gitmemi istediğini bilir. Dönmek nasip olursa

Seni o süfli hayatın boyunca bedbaht edeceğime

Yemin ederim.” Roland şöyle cevap verdi:

“Sen çıldırmışsın! Buradakiler esas şunu bilir ki,

Ben tehdide gelmem. Ama dur hele! Kral akıllı,

Basiretli birini göndermeli. Geri bas! Bırak da

Kral maiyetiyle eldivenini bana versin.”

Ve Ganelon konuştu: “Bunlar boş sözler Roland.

Ne ben sana efendi, ne de sen bana kölesin.

Marsilya’nın o iğrenç sarayına benim yerime

Sen gidemezsin. Charles söyleyeceğini söyledi.

Zaragoza’ya ben gitmeliyim. Evet, doğru, öfkemi

Dindirmek için seve seve bu çılgınlığı yapacağım.”

Bunları duyan Roland kahkahayla güldü.

O güledursun, Ganelon’un göğsündeki kalp

Ani bir öfkeyle parladı. Kendini öylesine kaybetti ki,

Yerinde duramaz oldu ve haykırdı: “Senden nefret

Ediyorum Roland, nefret ediyorum. Bu zalim seçimi

Sen, sadece sen önüme koydun.

Frankların Kralı

Emrinizdeyim.”

Blanchadrin, Müslüman hükümdara gitmek üzere yola çıkılınca, Ganelon’un Roland’a duyduğu bu nefretten yararlanır. Onu öldürmek için bir komplo kurarlar. Komplo’ya Marsilya da katılır ve Charlamagne’nın artçı müfrezesine -ki Ganelon, Roland’ın komuta etmesini istemektedir- saldırmayı kabul eder. Hainin komplosu başarılı olur. Müslüman güçler saldırmak üzere toplanırken, Roland ile sadık dostu Oliver ve Başpiskopos Turpin, yirmi bin kişilik artçı müfrezenin komutasını üstlenir.

Kâfirler halkalı zırhlarını omuzlarına geçirdi.

Başlarında süslü Zaragoza miğferleri,

İki yanlarında altın kaplı, Viyana’da su verilmiş

Pırıl pırıl çelik kılıçları vardı. Derken kalkanlarını

Sonra da Valencia mamulü mızraklarını alıp

Mavi ve beyaz ve kırmızı bayraklarla akıp

Savaş naralarıyla küheylanlara atlayıp korkunç

Bir güruh halinde saf tuttular. Berrak bir gündü.

Güneşin parıltısı zırhları ateşe verdi.

Düşman borazanları çaldı; borazanların sesi

Batı rüzgârına binip Ronceval’in tek sıra halindeki

Atlılarını buldu… Ve Oliver konuştu, dedi ki:

“Roland, dostum, bu sesleri biliriz! Sarazenler13

Yakında!” Ama Roland güldü ve şöyle cevap

Verdi: “Tanrı seni doğrulasın! O halde burada bekler,

Kralımız için kahramanca savaşırız, çünkü O’nun

Maiyetindeki bir şövalye yakıcı güneşe veya

Kışın soğuğuna bakmadan, ölüm kalım demeden

Seve seve acıya katlanmalıdır. Fransız askerleri

Savaşçıdır. Dolayısıyla şarkı başladığında, bugün

Burada olacakları küçümsemeyeceğiz. Bizler

Hak için savaşırız, paynimler ise yanlışa hizmet eder.

Ne olursa olsun, baş eğmeyeceğiz!”

Yine de, Oliver yüksekçe bir tepeye tırmanıp

Oradan İspanya’ya baktı. Uzaklarda, çok uzaklarda

Atlı paynim ordusunu gördü. Roland’a seslenip

“İşte, korkunç bir parıltı yaklaşıyor İspanya’dan

Göz kamaştırıcı bir parıltı! Beyaz yelekler, güneşte

Pırıl pırıl yanan miğferler. Heyhat, Ganelon

Hepimize ihanet etti. Bizi burada bıraksın diye

Kral’a yalvardı” dedi, ama Roland şöyle cevap verdi:

“Budalaca konuşuyorsun dostum, olamaz!”

Ama Oliver İspanya’ya bakan daha da yüksek

Bir kayaya çıktı. İşte oradaydı paynim ordusu!

Uzakta, altın ve mücevher kakmalı sayısız miğfer,

Parlak kalkanlar, halkalı zırhlar, dizi dizi titreşen

Üç dilli mızraklar gördü. Düşman sayısızdı. Safları

Saymaya çalıştı, ama sayamadı. Kayaların arasından

Aceleyle aşağı inip arkadaşlarına katıldı.

Ve haykırdı: “Şuradaki sivri kayalıklardan gördüm.

Paynimler at üstünde yaklaşmakta. Kimse bu kadar

Çoğunu görmemiştir. Keşif kolunda bile en az

Yüz bin atlı var! Kalkanlar göz alabildiğine

Dalga dalga kabarıyor. Üstlerinde zırh, başlarında

Miğfer var ve uçları pırıl pırıl parlayan mızrakları

Göğü deliyor! Fransa’nın Frankları, görülmemiş bir

Savaş yaşayacaksınız. İmanınızı kaybetmeyin!

Mızrakların boyuna bakıp yılmayın!” Ve Franklar

Hep bir ağızdan haykırdı: “Kaçana lanet olsun!

Bu saatten sonra, içimizden kimse seni

Hayal kırıklığına uğratmayacaktır!”

Ve Oliver, Roland’a feryat etti: “Siyah ordu sayısız,

Oysa biz az sayıdayız. Dostum, borazanı üfle ki,

Kral duysun ve İspanya’ya dönüp bize yardım etsin.”

Roland ona cevap verdi: “Dostum, sana

Kulak asmayarak hata ettim. Güzel Fransa’daki itibarımı

Sonsuza dek kaybedeceğim.Yo, hayır, kılıcımı çekip

Sapına kadar paynim kanına daldıracağım. İleri! İleri!

Paynimler Ronceval kanıyla beslenmeyecek!

Sana söz veriyorum dostum, bugün hepsi ölecek!”

“Roland, sevgili yoldaşım, fildişi boynuzuna (borazan)

Üfle! Uzakta, Fransa’da Charles bu sesi duyacak,

Ordusuyla yardımımıza koşacaktır.” Ama Roland

Şöyle cevap verdi: “Tanrı beni soyumu küçük

Düşürmek veya sevgili ülkemin şerefini lekelemekten

Korusun. Kılıcımı çektiğimde kanla kaplı

Olduğunu göreceksin benim güvenilir dostum Durendal.

Paynimlerin sonu, burada, Ronceval ile gelecek!”

“Roland, sevgili yoldaşım, üfle boynuzuna, üfle!

Kral duyacak, sana söz veriyorum, kalkıp gelecektir.”

Ama Roland şöyle cevap verir: “Tanrı korusun! Kimse

Benim için paynimler yüzünde, boynuza üfledi diyemez!

Böylesi onur kırıcı bir davranışla yakınlarıma saygısızlık

Edemem! Hayır, savaş başlayınca yorgunluk nedir

Bilmeyeceğim. Durendal çeliğinden kan damladığını

Göreceksin. Franklar iyi ve sadık askerlerdir;

Düşmanlarının vay haline! Evet, burada,

Ronceval’de ölecekler!”

Ama Oliver bir kez daha uyardı: “Öyle olsun dostum,

Ama ben paynimleri gördüm. Tepenin ardındaki

Düzlükte arı kovanı gibi kaynıyorlar. Düşman ordusu

Çok büyük, bizimki ise küçük.” Roland cevap verdi:

“Bu durum iştihamı iyice kabartıyor. Fransa benim

Yüzümden itibar (toprak) kaybetmesin diye dua ediyorum.

Evet, ölüm bile Kral’ın sevgisinden yoksun, utanç içinde

Uzun yaşamaktan iyidir. O (Kral) kavi darbeler

İndirenleri sever.”

Roland cesurdur. Dostu cesurdur ve akıllı. İkisi de

İyi birer şövalyedir, dürüst ve sadık. Oliver dostuna

Karşı koymayacak, ölse de savaşacaktır. Böyle

Konuşurlarken iki dost, paynim ordusunun

Saldırıya geçtiği duyulur. Savaş naraları çok yakından

Gelmektedir. Oliver, “İşte, mağrur dostum, buradalar,

Ama Charles çok uzaklarda. Dualarımızı duyup

Borazanı çalmadın, yalnız kaldık, öleceğiz.

Adamlarımız biraz ötedeki geçitte savaşa hazır, ama

Bir daha savaşamayacakları için üzüntü içindeler.”

Roland cevap verdi: “Yeter! Korkuya kapılmadığını

Biliyorum. Yan yana olalım, Kılıçlarımızı iyi kullanalım,

Bırak ne olursa olsun!”14

Ve Roland, bir aslan veya köşeye sıkıştırılmış

Bir pars gibi korkusuz, Fransız askerlerine

Cesaretlendirici sözlerle hitap etti. Sonra dönüp

Oliver’a, “Dostum, artık yeter! Burada, Ronceval’de

Yirmi bin Frank var, ama tek bir korkak yok. Frank Yasaları

İyi günde, kötü günde, karda kışta veya ateşte

Bey (derebeyi) uğruna mücadeleyi, her şeye

Katlanmayı, evet, ölmekten veya yaralanmaktan

Kaçınmamayı emreder. Hadi yoldaş, mızrağını al.

Bu görev bana Kral tarafından bahşedildi sevgili dostum!

Bu eldiveni benden sonra her kim takarsa,

“Bu ölümüne savaşan birinin kılıcıydı” diyecek.

Bu arada, Rheimslı Başpiskopos Turpin, atını

Mahmuzlayarak tepeye, bir kayanın üstüne çıkıp

Minberden konuşurcasına Franklara seslendi:

“Fransa’nın askerleri, Kral Charles bizi burada

Bırakırken sonuna kadar seve seve savaşacağımızı,

Gerekirse onun uğruna öleceğimizi biliyordu. Dahası,

Bizlerin Tanrı uğruna ölmeye hazır Hıristiyan

Askerleri olduğumuzu varsaydı. İspat etme zamanıdır.

Charles ve Tanrı’nın düşmanları işte tam karşınızda.

Şimdi günah çıkarın ve Tanrı’nın merhametine

Sığının ki, sizleri bağışlayabileyim. Ölecek olursanız

Şehitlik tacı ve Cennet sizlerin olacaktır.”

Franklar atlarından inip yere diz çöktü, Turpin

Haç çıkararak onları kutsadı ve günahlarının

Kefaretini (düşmana) sağlam darbeler indirmek

Suretiyle ödeyeceklerini bildirdi.

Franklar yüreklenmişti, ayağa kalktılar. Turpin’in

Hakiki haçıyla günahları aklanmıştı. Savaş atlarına

Bindiler. İyi huylu şövalyelerdi. Bir şövalyenin

Teçhiz olması gerektiği gibi silahlandırılmışlardı ve

Savaşa susamıştılar! Derken, Roland sevgili arkadaşına

Dönüp dedi ki: “Ah yoldaş, şu bir gerçek ki,

Üvey kardeşim artçı müfrezeyi altın ve gümüşe sattı. Evet,

İspanya Kralıyla bizim kanımız üzerinden pazarlık yaptı.

Gel! Bunu onlara kılıcımızla ödetelim! Ölecek olursak

Charles intikamımızı alacaktır.”

Ve Ronad küheylanını mahmuzlayıp Ronceval safları

Boyunca dörtnala at sürdü. Üstündeki zırh bedenine

İyi oturmuştu. Demir pençesinde gökyüzüne uzanan

Muhteşem bir mızrak vardı. Bembeyaz bayrağın

Mızrağın sapından aşağıya doğru sarkan altın püskülü

Elinin üstüne düşmüştü. Sanki ölüme değil de

Dansa gidiyormuş gibi gülüyordu yüzü. Ve Franklar

Önderlerini coşkuyla selamladı. Roland da onları

Selamladı ve paynimlere duyduğu korkunç nefret

İyilik dolu bakışlarında parlayıp sönerek dedi ki:

“Yavaş ilerleyin, çünkü düşman yeterince hızla koşuyor

Ölüme. Mızraklarından tırsmayın, çünkü birazdan

hepsi sizin olacak!” Tam da bu sırada düşman ordusu

Ölümcül bir darbe indirmek üzereydi.

Oliver dedi ki: “Boynuzuna üflemedin, çaresiz son

Kez savaşacağız, ama bu ne Kral’ın ne de onunla

birlikte Fransa’ya giden maiyetinin suçu. İleri, beyler!

Çaresizliğin verdiği güçle savaşın ve savaşın

Darbelerine cesaretle karşı durup büyük

Fransa Kralı’nın sloganını haykırın!” Ve haykırdılar: “Montjoy!”

Ah, keşke duyabilseydiniz! Duyabilseydiniz de

Kahramanlığın ne olduğunu görüp unutmasaydınız.

Ve saldırıya geçtiler. Tanrım! Nasıl da mağrur ve hiddetli!

Atların böğrüne çılgınca vurarak ölüme koşmaktalar.

Kahraman şövalyeler başka nasıl davranabilir ki?

Paynim ordusu da hız kesmiyor. Paynimler ve Franklar…

İşte savaşmaktalar!

Şair bu noktadan itibaren Frenk savaşçılarının yiğitliğinden bahseder.

Franklar yüz bin düşmanın saldırısına uğramış,

Tüm güçleriyle dayanmışlardı. Yüz bin düşmanın

İki bini kaçtı. Roland dedi ki: “Bu mücadeleyi

Savaşarak verenler, iyi ve sadık adamlar.

Dünyada hiçbir kral böyle askerlere sahip değildir.

Tarih bu yüzden Kralımızın en büyük olduğunu

yazmakta.” O konuşur, Franklar savaş alanında

Gözyaşları içinde ölülerini veya ölmek üzere olan

Askerleri ararken, paynim kralının komutasında

Yeni bir paynim güruhu göründü.

Paynim kralı askerlerinin katledildiğini görmüş ve

İntikam almak üzere hızla yeni bir ordunun başına

Geçip davul ve zurna eşliğinde gelmişti. Önce

Zifir gibi bir siyahi, üstünde bir sürü işaret,

Dörtnala yaklaştı, en az diğerleri kadar meşumdu.

Ne Tanrı’ya ne de Meryem’in Oğlu’na inancı vardı.

Onun için vatana ihanet ve insanoğlunun katli

Galiçya altınından bile daha değerliydi. Kimse onu

Gülerken veya eğlenirken görmemişti, ama gözü pek

Olduğu için Marsila tarafından seviliyordu ki,

Elindeki ejderha nakışlı bayrak, onun bayrağıydı.

Onu gören başpiskopos, onu Hıristiyanca bir

Sevgiyle sevemedi; onu yakalayıp yok etmek için

Can atıyor, içinden şöyle diyordu: “Kâfirin en kötüsü

çaresiz olanıdır. Evet. Onu katledersem yanlış olmaz.

Ne olursa olsun, korkakları hiç sevmem.”

Başpiskopos Turpin, Frankları paynim ordusunun

Üstüne işte böyle gönderdi. Altında bir zamanlar

Danimarka’da katletmiş olduğu büyük bir kralın

Atı vardı. Rüzgâr gibi koşan bu atın ayakları küçük,

Bacakları ince, ama kalçaları dar ve güçlü,

Sağrısı geniş, sırtı yüksek, yelesi sarıydı. Başının

Üstünde iki küçük kulak arsızca oturuyordu.

Başpiskopos, işte bu atın üstünde gitti paynim

Kralı ile görüşmeye. Kralın kolunda uzaklarda

Kim bilir hangi şeytanın ıssız, karanlık

Bir mağarada şekil verdiği, mücevherle bezeli,

Pırıl pırıl parlayan yuvarlak bir kalkan vardı.

Ama Turpin onu bir darbede indirdi. Muhteşem

Kalkan parçalanarak değerini kaybetti, esmer

Paynim ise düşüp öldü. Franklar haykırdı:

“İşte gerçek bir şövalye! Elindeki Haç güvende!”

Ama çevredeki otların arasına saklanmış

Olan paynim ordusunu gören Franklar dehşetle

Roland, Oliver ve Peers’e nefret kustu. Turpin

onlara korkmamalarını, kıpkırmızı savaş alanından

Utanç verici şarkılar yükselmediği sürece, bir adım bile

Uzaklaşmamalarını söyledi. Dedi ki: “Savaşarak ölmek

Daha iyidir, gerekirse öleceğiz. Bugün son günümüz

Olabilir, ama Cennet’e gideceğiz.

Cennet’in kapıları sizler için sonuna kadar açık.

Orada azizlerle birlikte güneş battı diye şarkı

Söyleyeceksiniz.” Bu sözleri duyan Frenklerde

Ölüm korkusu kalmadı. “Montjoy!” diye haykırdılar.

Ve Roland, Oliver’a seslendi: “Baksana, Başpiskopos

Kılıçla kalkanı içi boş bir asa gibi kullanmakta.”

Dostu cevap verdi: “Tanrı’nın adamı savaşın adamlarını

Yatıştırıyor.” Ve Franklar yaralı oldukları halde

Savaşı sürdürdü. Görmeliydiniz! Kont Roland ve

Arkadaşının kılıçları ve mızraklarının ucuyla

Düşmanı nasıl katlettiklerini görmeliydiniz!

Şerefli Başpiskopos! Binlercesini katlettiler, diye yazıyor

Fransa’nın Kitabı. Dört mukateleyi kazandılar,

Ama beşincisi o kadar iyi gitmedi. Heyhat! Onca

Askerden, Tanrı’nın inayetiyle,

Sadece altmışı hayatta kaldı.

Roland, Oliver’ın isteğini sonunda kabul edip Frankların neredeyse tümü öldükten sonra Charlamagne’ı çağırmak üzere meşhur borazanını üfledi.

“Neden bana kızgınsın?” diye sordu Roland. Diğeri

Cevap verdi: “Yoldaş, hepsi senin hatan. Şövalyeliği

Sağduyuyla ıslah etmek yanlış değildir; yiğitlik

İtidalle değer kazanır. Senin budalaca kibrin nedeniyle

Franklar öldü. Bir daha asla Charles için savaşamayacaklar.

Beni dinleseydin Kral çoktan buradaydı. Savaşmalı,

Kazanmalıydık. Marsila çoktan katledilmiş olurdu.

Roland, senin düşüncesiz inatçılığın bizlere acı verdi.

Kral seni de kaybetmiş olacak ve senin gibiler bir daha

Asla olamayacak. Öleceksin ve Fransa sahipsiz,

Umutsuz kalacak. Dostluğumuz bu korkunç günle

Son bulacak ve karanlık gece bizi sonsuza dek ayıracak!”

Onları duyan Başpiskopos som altından mahmuzlarını

Küheylanının böğrüne vura vura bulundukları yere

Geldi ve onları kınayıp azarladı: “Sör Roland ve

sen, Roland’ın yoldaşı, tartışmayın, Tanrı aşkına!

Doğru, boruyu üflemek bizi kurtaramaz, çünkü

Artık çok geç, ama yine de iyi olur. Kral gelir ve

İntikamımızı alır. Paynim ordusunun İspanya’ya

Sevinçle dönmesine izin vermez. Franklarımız buraya

Gelince bizi paramparça bulacak, ama kurda

Kuşa yem olmayalım diye şefkatle kaldırıp

Adımızı anarak yük beygirleriyle eve götürecek,

Fransız kiliselerinden birinde gömecek.”

Yaralı olan Roland sonunda borazanı çalar. Charlamagne’nın ordusu Oliver ölmek üzereyken yardıma gelir.

Yaralı şövalye ölümün yaklaştığını hisseder.

Görmüyor, duymuyordur. Başpiskopos attan iner

Ve yanına diz çökerek yüksek sesle onun adına

Günah çıkarır; ellerini birleştirip Cennet’le

Ödüllendirilmesi için Tanrı’ya yakarır, şanlı Kral Charles

Ve Güzel Fransa için, en çok da dostu Roland için dua eder.

Oliver’ın kalbi tekler, miğferli başı göğsüne gömülür,

Bedeni usulca ruhunu teslim ederken, Kutsal Ruh

Oyalanmaz. Bunu gören Roland haykıra haykıra ağlar.

Bir faninin kalbinden böylesi korkunç bir feryadın

Koptuğu duyulmamıştır.

Onları kurtarmak üzere yaklaşan Fransız ordusunun sesini duyan paynimler kaçar, Roland ölüme hazırlanır.

Roland’ın yaraları kıpkırmızı kanamakta, ölümün

Yakın olduğunu bildirmektedir. Büyük Peers için

Tanrı’ya, kendi ruhu için Cebrail’e ve baş meleğe

Dua eder. Sonra, sol elinde borusu, sağ elinde kılıcı

Olduğu halde ki, kimse onu sonradan suçlamasın,

Yeşil tarlayı aşıp kâfir İspanya’ya doğru bir ok mesafesi kadar

Yürüyerek bir tepeye tırmanır; tepede

İki ağacın gökyüzüne uzanan dallarının gölgelediği

Dört mermer parçasının dibine, yumuşak çimenlerin

Üstünde düşüp uzanır. Ölmek üzeredir.

Tepe yüksek, dört beyaz taşı ve yeşil otları gölgeleyen

İki ağaç daha da yüksektir. Derken, yüzü gözü kan içinde

Bir ceset yığınının üstüne atılmış, ölü taklidi yapan

Bir kâfir tüm heybetiyle dikilir ve ona doğru koşarak,

Haykırır: “Büyük Charles’ın yeğeni işte şimdi teslim

olacak! Kılıcını alıp eve, Arabistan’a götüreceğim!”

Elini uzatıp kılıca dokunur dokunmaz Roland kendine gelir.

Roland, yabancı bir elin Durendal’ına uzandığını

Hisseder etmez gözlerini açmış, “Dur! Dost değilsin sen!”

Diye bağırarak elinin altındaki borazanı kâfirin miğferli

Başına indirip miğferi de, başını da ezer. “Seni korkak!

Doğru veya yanlış, bana dokunmaya nasıl cüret

edersin? Zavallı şey! Duyanlar delirmiş olduğuna

hükmedecek, ama fildişi boynuzum paramparça oldu,

altın ağızlığı kırıldı.”

Ölmek üzere olan Roland’ın gözleri kararmıştı, ama

Gücünü toplayıp tekrar ayağa kalktı. Korkunç bir

öfkeyle pırıl pırıl parlayan Durendal’ini önündeki

Taşa vurdu. Titreşen çelikten büyük ses çıktı, ama

Ne kırıldı ne çizildi. Roland haykırdı: “Aziz Meryem,

yardım et bana! Kılıcım Durendal, senin çeliğin

Uğursuz bir saatte çekilmiş. Senden vazgeçmek, seni

Aziz bilmemek zorundayım. Oysa ne çok savaşmış,

Artık o beyaz sakallıya ait olan ne çok yer fethetmiştik!

Tanrı seni korku nedir bilmeyene bahşetsin. Güzel kılıç,

Seni cesur ve gerçek bir şövalye kullandı. Belki de

Fransa’nın en iyisi!”

Ve Roland kılıcını tekrar mermere vurdu. Çelik çınladı,

Ama kırılmadı. Roland çeliği kıramayacağını anlayınca,

Haykırdı: “Ah Durendal, parlak güneşin altında ne kadar

Parlak, ne kadar aksın! Diyorlar ki, Kral maiyetini

Morianne’de toplamış. Tanrı müjdeledi, seni, büyük

Komutanlarından birine verecekmiş. O halde beni ışığınla sar.

Britanya’yı seninle birlikte Kral için fethettim; ve

Normandiya’yı ve Akitanya’yı ve Lombardiya’yı ve

Romanya’yı. Bavyera, büyük Flander, Burgonya, Polonya ve

Efendime daima hizmet edeceğine yemin edip onun

İradesinin sarışın Saksonlar için kanun olduğunu teslim eden

Uzak İstanbul’u da seninle birlikte kazandık. İskoçya’yı,

vahşi Galler’i ve İrlanda’yı da onun için seninle birlikte

Aldık. İngiltere de onun nüfuzu altında. Beyaz sakallı

Charles’ın elindeki tüm diyarların üstesinden

Seninle birlikte geldik, ama senin için üzülüyorum,

Sevgili Durendal. Senin İspanya’da Sarazenlerin eline

Düşmenden korkuyorum. Buna izin verme Tanrım!”

Roland kılıcını tekrar mermere vurdu ve bu kez küçük

Bir parçasını yonttu. Çelik çın çın çınladı, ama kırılmadı,

Gökyüzüne fırladı. Roland ne kadar uğraşırsa uğraşsın

Onu kıramayacağını anlayıp ona şefkatle hitap etti:

“Ah Durendal, ne kadar güzelsin ve kutsal. Kabzanda

kutsal emanetler saklı, evet, Petrus’un dişi, şehit Basil’in kanı

Aziz Dennis’in saçı ve Kutsal Meryem’in giysisinden

Bir parça saklı. Seni bir Hıristiyan kullanmalı. Tanrı

Seni Sarazenlerin eline düşmekten korusun. Ah tatlı

Durendal, Roland seninle ne çok diyar fethetti. Artık

Hepsi sakalı beyazlaşmış olan Frankların hükümdarı

Büyük Charles’ın emrinde.”

Derken, ölümün bedenini baştan kalbe ele geçirmek üzere

Olduğunu hissetti. Onu (bedenini) yere yatırıp borazanıyla

Kılıcını altına yerleştirdi, yüzünü korkak kâfirlerin kaçtığı

Cihete çevirdi ki, Kral onun bir fatih olarak öldüğünü anlasın.

Sonra sesini gökyüzüne çevirip onun sadık kulu olduğunu

Teyit ederek sağ elindeki eldivenle ona sevgisini sundu.

Evet, Roland ölmek üzere olduğunu biliyordu. Yüksek

bir tepede, kâfir İspanya’ya bakarak uzanmış yatıyordu.

Göğsüne vurup haykırdı: “Affet, Tanrım! Hatalarımı bağışla.

Doğduğum günden bugüne işlediğim günahları bağışla.”

Çelik eldivenini yukarıya, mavi gökyüzüne kaldırdı ki,

Altın kanatlı melekler gelip ruhunu Tanrı katına götürsünler.

Yüksek bir çamın altında uzanmış yatıyordu. Yüzünü

İspanya’ya dönüp anılarını yad etti: Fethettiği diyarları,

Güzel Fransa’yı, akrabalarını, onu kendi oğlu gibi seven

Büyük Charles’ı. Tüm üzüntüsüne rağmen, bir şövalyenin

Nasıl dua etmesi gerektiğini hatırlayıp dedi ki: “Sözü

Hakikatin kendisi olan Baba, sen ki Lazarus’u fidye

Karşılığı mezarından, Daniel’i yırtıcı aslanlardan kurtardın,

ruhumu hayatım boyunca işlediğim günahlardan kurtar.” Ve

Başı usulca omzuna düştü. Ellerini birleştirip dua ederken

öldü. Ve altın kanatlı bir ruh yanında Aziz Michael15 ve

Cebrail olduğu halde gelip ruhunu gökyüzüne,

Tanrı katına taşıdı.

* The Song of Roland, The Macmillen Company, 1952.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.