Batı Avrupa’da 400 ila 1100 yılları arasında yaşananlar, tek bir olumsuz tamlama ile, yani “Karanlık Çağ” olarak adlandırılamaz. Hiç kuşkusuz, bu dönemde yaşamı sadeleştirmeye, basitleştirmeye dönük birçok değişim de yaşandı. Bazı Roma şehirleri terk edildi; şehirlerde yaşamayı sürdürenler, güvenliği, güçlü geçmişlerinin taş duvarları arasında aradı; imparatorluğun bir zamanlar işlek olan ticaret yolları kullanılmaz oldu ve Avrupalıların önemli bir bölümü kırsalda yaşamaya başlayıp toprağın (doğanın) yasalarına tabi oldu. Ve bütün bunların vuku bulduğu yüzyıllar boyunca, eşdeğer önemi haiz iki siyasi gelişme/değişim gerçekleşti: 1) Örgütçü ve merkeziyetçi Roma bürokrasisinin yerini, iptidai yerel yönetimler aldı; 2) Kilise yetkilileri veya piskoposlar pek çok yerde yönetim sorumluluğu üstlendi.
Kilise dönemin üretici gücüydü. Nitekim, Batı dünyasının belli başlı tüm kurumları Kilise’den neşet etti. Roma Başpiskoposu, kendini tüm Hıristiyanların ruhani lideri ilan etmiş; Papalığı On Birinci yüzyılın sonlarında, Orta ve Batı Avrupa genelinde de kabul görür olmuştu. Piskoposlar, yüzlerce yıl boyunca, pek çok bölgede yerel halka hem vali hem rahip olarak hizmet etmiş, sevgi ve saygı odağı haline gelmişlerdi. Her yerde manastırlar açılmıştı. Şiddetin hüküm sürdüğü yüzyıllar boyunca keşişler bu manastırlarda fakir fukarayı himaye etmiş, muhteşem kiliseler kurmuş ve ilmi (dinsel öğretiyi) koruyarak sürdürmüşlerdi. Aynı süreçte, daha sofu olanları Almanya, İngiltere, İrlanda ve İskandinavya’nın vahşi doğasına girip buralarda yaşayan dinsizleri barışçıl mesajlarla Hıristiyanlığa kazandırma gayretine düşmüştü. Bu Hıristiyanlar ki, çoğu Alman kökenliydi, daha baştan itibaren Akdeniz havzasındaki Roma medeniyetinin “Avrupa’ya yayılmasında öncü rol oynadılar”. Çalışmaları medeniyetin barbar halklara nüfuz etmesinde o kadar başarılı oldu ki, söz konusu dönemi “Karanlık Çağ” olarak adlandırmak, kanaatimce haksızlık olur.
Kilise mensupları hükümet etme ve sömürgeleştirme faaliyetlerinin yanı sıra, eğitim sorunuyla da uğraştı. Bunlar Beşinci yüzyılın sonlarında Batı’daki Roma kökenli yöneticilerin çoğunun yerini alan savaşçı Almanları ıslah edip onlara söz geçirmeye çalıştılar. Dönemin Almanlar tarafından itibar gören değerler sistemi Nibelungen veya Roland’ın Şarkısı gibi epik şiirlerde gözlenir. Bu şiirler vuku bulduğunu iddia ettikleri olaylardan yüzlerce yıl sonra yazılmış olsa da söz konusu değerler sisteminin baskın biçimde savaşçı olduğuna işaret ediyor olmaları itibariyle değer taşır. Nitekim Hıristiyanlığın barış ahlakının/ilkesinin açıkça anlaşılması için -eğer anlaşıldıysa- aradan yüzyıllar geçmesi gerekmiştir.
Her şeye rağmen, Roland’ın önderi Charlemagne (742-814), bir cihanşümul Hıristiyan krallığı kurma girişiminde bulundu. Kilise’nin etkisiyle şekillenen politikaları ve tutumu, Hıristiyan yaşamının birlik ve beraberlik anlayışını benimsediğinin göstergesidir. Charlemagne, tebaasının zihinsel potansiyelinin geliştirilmesini amaçlayan temel bir eğitim emretti; hiçbir Hıristiyanın mağduriyet içindeki bir diğer Hıristiyanı istismar etmesine imkân vermeyecek nitelikte ve sağlıklı bir ekonominin maddi ön şartı olan yatırımlar yaptı, yollar ve köprüler inşa ettirdi. Charlamagne’ın hükümet etme anlayışı halkın selameti için çalışmak olsa da ona ve onun kadar başarılı olmayan haleflerinin hizmetindeki toprak düşkünü süvarileri/şövalyeleri için aynı şey söz konusu değildi. Ne ki, imparatorluk hayalinden hiç vazgeçilmedi.
Charlamagne’nın ölümünden iki yüz elli yıl sonra, Avrupa dikkate değer bir gelişim sürecine girdi. On Birinci yüzyılın son çeyreğinde, birkaç asırlık feodal mücadeleden sonra, Fransa ve Almanya’nın büyük bir kısmında barış ve bu barışı koruyabilecek nitelikte yöneticiler baş gösterdi. Aynı süreçte Kilise de telkinlerini ve dolayısıyla etkinliğini sürdürmüştü. Bunun sonucu olarak, Birinci yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa büyük bir dinsel canlanışa sahne oldu. Buna katılanlar kendilerini Kilise’ye adayıp kiliseler, manastırlar yaptırdılar, din uğruna savaştılar ve Roma’daki papanın sözünü dinlediler.
Ne var ki, Roma İmparatorluğu döneminden beri ilk kez bu kadar barışçıl bir süreç yaşayan Avrupa’da Kilise’nin yüksek idealler olarak telkin ettiği iç gözlem, teslimiyet ve tefekkür öğretisiyle, dünyevi (seküler) toplum önderlerinin, savaşçı soyluların, tüccarların ve prensin ululadığı güçlü olmak, çalışkanlık gibi erdemler arasında müthiş bir gerilim yaşanacaktı.
* Peter Reisenberg, The Traditions of the Western World, Rand McNally&Co., Chicago 1967.