Hıristiyanın En Büyük Kahramanı Kimdir?
Yüzyıllar boyunca savaşı ululamış olan Alman kavimlerini barışçıl ve daha huzurlu bir yaşam için dine davet etmeye çalışan misyonerler, bu amaçla Hıristiyan öğretisi kadar Latin dili ve edebiyatına da başvurmuştur. Nitekim keşişler, Hz. İsa’nın ya da O’nun seçtiklerinin gücünü tasvir etmek veya Hıristiyanlığın ilkelerini kolay anlaşılabilir bir dille aktarmak için, binlerce azizin örnek alınacak yaşamlarını kaleme almıştır. Hıristiyan azizlerinin, Alman efsanelerindeki kahramanların muadili olduğu söylenir. Hıristiyanların vermek istedikleri mesajları, basit bir dille yazılan biyografiler aracılığıyla yaymalarının nedeni hedefledikleri okurların sade insanlar olmalarıdır.
Batı manastır sisteminin kurucusu Aziz Benedikt (480-543) iyilik ve fedakârlığa dayalı örnek yaşamıyla hatırlanır. Hayırsever kişiliğinin insanları zor manastır koşullarında yaşamaya teşvik ettiği anlatılır. Aziz Benedikt’in yaşam hikâyesinin, ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra Aziz Gregorius tarafından kaleme alınmış olmasının bir nedeni yazarın kendisine duyulan saygı, diğeri de Benedikt’in manastır yaşamının Hıristiyanlığa geçmeyi düşünenlere örnek teşkil edebileceğine dair inancıdır.
Aziz Gregorius gibi, Aziz Benedikt de iyi bir ailenin çocuğu olarak zamanının mümkün olan en iyi eğitimini almış olmasına rağmen, Beşinci yüzyılda onun sınıfından biri için hâlâ iyi bir kariyer olarak görülen devlet memuriyetini reddedip erken yaşta Alp Dağları’nda Subiako yakınlarındaki bir mağaraya çekilir. Burada iffet ve liderlik yetisiyle tebarüz eden Aziz Benedikt, cezbettiği müritlerini on iki cemaat halinde örgütler. Benedikt’in cemaatleri için kaleme aldığı Kural,10 ibadete ve çalışmaya adanmış keşişler için günümüzde bile rehber niteliğindedir. (PR)
Aziz Benedikt’in Yaşamı*
Bir zamanlar, Benedictus veya Bennet adında biri ve Tanrı’nın lütfuyla kutsanmış saygıdeğer bir yaşamı vardı. Ona gençliğinden itibaren yaşlı bir adamın aklı bahşedilmişti; sahip olduğu erdemler itibariyle hep yaşından büyüktü. Bu dünyada yaşadığı ve önüne çıkan fırsatlardan özgürce nasibini alabileceği halde, bunlara itibar etmedi, hep küçümsedi. Nursia’da saygın bir aileye doğdu, Roma’da beşeri bilimler eğitimi alarak yetişti. Bu süreçte uçarı, sefih bir yaşam süren insanları gördükçe geri çekildi, çünkü o da dünyevi yaşama adım atmak üzereydi ve onlarla ilişki kurarsa, onlar gibi Tanrısız, tehlikeli bir girdaba kapılmaktan korktu. Bu nedenle kitaplarını kapayıp baba evine ve aile servetine sırt çevirerek, kararlılıkla, sadece Tanrı’ya hizmet etmek üzere ilahi amacına uygun bir yer aramaya başladı. Öğrenilmiş cehalet ve eğitimsiz bilgelikle11 donanımlı olarak yola çıkmıştı. Hayatına dair kayda değer her olayı öğrenemedim, ama dört müridinden öğrenebildiklerimi burada anlatmak isterim.
Bennet, okulunu bırakıp vahşi doğada yaşamak üzere ayrılırken, kendisine, onu asla yalnız bırakmayacak kadar çok seven dadısı eşlik etti. Önce Enside adlı bir yere geldi ve burada, kendisi gibi hayırsever bir adamla birlikte, Aziz Petrus Kilisesi’nde kaldı. Öylesine yokluk içindeydiler ki, dadı masanın üstündeki buğday artıklarını toplayıp yıkamak üzere komşudan bir kevgir ödünç aldı. Kevgir kazaen kırılınca dadı ağlamaya başladı, çünkü ödünç almıştı. Dadısının ağlaması takva sahibi Bennet’in içine dokundu. Kevgirin kırık parçalarını aldı ve yaşlı gözlerle dua etmeye başladı. Duadan kalktığında kevgirin parçaları, kırık belli olmayacak şekilde bir araya gelmişti. Dadısına koştu. Kevgiri verip onu güzel sözlerle teselli etti. Bu mucizevi olayı çevredeki herkes duydu. O kadar etkilenmişlerdi ki, sonsuza dek unutulmasın ve ölünce Tanrı tarafından nasıl ödüllendirildiği bilinsin diye, kevgiri kilisenin kapısına astılar. Kevgir yıllarca kilise kapısına asılı kaldı.
Ne var ki, Bennet, insanların övgüsünden ziyade onların çektikleri ıstırabın peşinde, gelip geçici saygınlık yerine Tanrı’ya hizmet yolunda yorulmayı seçti ve dadısından habersiz kaçıp Roma’dan yaklaşık altmış beş kilometre uzaklıkta, Subiacum adlı ıssız bir yere gitti. Burada serin sularının önce bir göl, oradan da gürül gürül akan bir nehir oluşturduğu tertemiz bir kaynak vardı. Yolda Romanus adlı bir keşişle karşılaşmıştı. Keşiş nereye gittiğini sordu. Bennet’in amacını anlayınca ona yaklaştı ve alışkanlık icabı onu ilahi sözlerle donatıp yüreklendirerek, ona hizmet edebileceğini söyledi.
Tanrı’nın adamı Bennet söz konusu yere varınca, yerini Romanus’tan başka kimsenin bilmediği dar bir mağaraya çekildi ve burada üç yıl yaşadı. Romanus, biraz ötedeki erkekler manastırının başkeşişi Theodakus’un yanında yaşamaktaydı. Dolayısıyla, erdem sahibi bir insan olarak, icabında buradaki mesaisinden çalıp ekmeğini Bennet ile paylaştı. Bennet’in yaşadığı mağaraya -üstünde yüksek bir kaya vardı- girmek mümkün değildi. Romanus getirdiği ekmeği uzun bir ipin ucuna bağlayıp yukarıdan sarkıtır, Tanrı’nın adamını uyarmak için ipin ucuna ekmeğin yanı sıra bir de çıngırak bağlardı. Ne var ki, birinin iyiliğinin diğerinin iyileşmesine yol açtığı bu durumu kıskanan insanlık düşmanları, ekmeğin belirli günlerde sarkıtıldığını görüp çıngırağı kırdılar. Romanus vazgeçmedi ve Bennet’e elinden geldiğince hizmet etmeyi sürdürdü.
Bir gün, Bennet yine yalnızken, kara tavuk veya ardıçkuşu denilen küçük, siyah bir kuş etrafında uçmaya başladı. O kadar yakından uçuyordu ki, elini uzatsa tutabilirdi. Ama Bennet haç çıkartmak suretiyle onu takdis etti ve kuş uçup gitti; oysa hayatında hiç çekmediği kadar büyük bir açlık çekiyordu. Derken, çevrede zaman zaman gördüğü bir kadın, kötü ruhlar aracılığıyla aklına düştü ve giderek artan öylesi bir bedensel arzuya kapıldı ki, bulunduğu ortamı bile terk edebilirdi. Derken, Tanrı’nın yardımıyla birden kendine geldi. Üstündekileri çıkarıp çevresini kaplayan ısırgan otu ve dikenli çalıların ortasına kendini attı. Ve o kadar uzun bir süre bu otların arasında yuvarlanıp debelendi ki, ayağa kalktığında vücudu paramparçaydı. Tanrı’nın adamı, böylece ruh yarasını, vücudunda açtığı yaralarla iyileştirmiş; hazzı (cefa çekerek) acıya dönüştürmüş; şehveti körükleyen yangını (düşünce) ruhuna sıçratmadan bedeniyle söndürmüştü. Bu, günahla yangın yerini değiştirmek suretiyle baş ettiği anlamına gelir. Daha sonraları müritlerine de aktardığı üzere, bedensel arzularını o günden itibaren baskı altına alıp hissetmez olmuştu. Bu olaydan sonra pek çok müridi oldu. Bennet baştan çıkarılmanın yol açtığı kötülüklerden arınmış bir insan olarak, erdemin efendisi olmayı hak eder, çünkü buna değerdir.
(…) Tanrı’nın adamı, kendisini baştan çıkarmak üzere olan bu büyük olayı atlattıktan sonra, iffet tohumu, iyi sürülmüş toprağa ekilmişçesine büyüdü ve bol meyve verdi; ve bu harikulade ilahi yaşam çevrede duyuldukça ünlendi. Yaşadığı mağaranın yakınlarındaki manastırın başkeşişi ölünce, keşişler bu muhterem insandan, lütfedip ölen başkeşişin yerine geçmesini istedi. Bennet onlara hal ve hareket tarzlarının kendisinden farklı olduğunu, dolayısıyla anlaşamayacaklarını söyleyip teklifi uzun süre kabul etmedi; ama o kadar üstelediler ki, sonunda kabul etmek zorunda kaldı. Manastırın sorumluluğunu üstlenince düzgün, düzenli bir yaşam sürülmesini, önceden olduğu gibi, yasaya uymayan davranışlarla ilahi sözden şu veya bu şekilde çıkmamalarını emretti. Bunu duyan bazı keşişler çok öfkelendi ve onu başkeşiş yaptıklarına pişman olup kendilerini suçladılar, çünkü böylesi erdemli bir yönetime tahammül edemeyeceklerdi. Onun yönetimi altında yasadışı şeyler yapamayacaklarını anlayıp eski hal ve hareket tarzlarından vazgeçmek, kafalarını yeni şeylerle yormak istemediler. Çünkü erdemli bir insanın yaşamı, kötülük peşinde olanlara acı/ağır gelir. Nitekim içlerinden bazıları ondan nasıl kurtulabileceklerini düşünmeye başlayıp şarabına zehir koymaya karar verdi. Zehirli şarap bardağa kondu ve geleneğe uygun bir şekilde kutsanmak üzere başkeşişe sunuldu. Bennet daha bardağı almadan elini uzatıp haç işareti yapınca, bardak bir taş atılmışçasına paramparça oldu. Tanrı’nın adamı bardağın içindekinin yaşam işaretine (haç) dayanamayan bir ölüm içkisi olduğunu anladı. Yerinden kalktı, keşişleri toplayıp sakin bir zihin ve huzurlu bir yüz ifadesiyle şöyle konuştu: “Yüce Tanrı sizi affetsin, merhameti üstünüzde olsun; bana neden böyle davrandınız? Size yaşam tarzlarımızın asla uyuşmayacağını söylememiş miydim? Gidip kendinize uygun bir baba bulun, çünkü artık aranızda kalmayacağım.” Böylece Bennet, tekrar o çok sevdiği mağaranın ıssız doğasına döndü ve herkesi gözeten Yaradan’nın gözetiminde yalnız yaşadı. (…)
Oralarda, inşa ettiği manastırlardan birinde, duaya katılamayan bir keşiş vardı. Diğer keşişler diz çöküp otururken o, kafası bir karış havada, gelip geçici dünyevi işlerle oyalanırdı. Başkeşiş tarafından sık sık uyarılmış, sonunda Tanrı’nın adamına gönderilmişti. O da uyardı, azarladı, ama keşiş daha üç gün geçmeden eski haline dönmüş, yine duaya katılmaz olmuştu. Manastırın babası -Tanrı’nın adamı onu bu göreve atamıştı- tekrar haber gönderdi. Tanrı’nın adamı keşişi bizzat ıslah edeceğini bildirdi ve öyle yaptı. Sena sona erip keşişler dua etmeye başlayınca, Tanrı’nın adamı söz konusu keşişin eteği sıyrıldığı için onun küçük bir siyahi çocuk olduğunu fark etti ve Maurus ile manastırın babası Pompeianus ile gizlice konuşup sordu: “Onu duadan alıkoyanın ne olduğunu gördünüz mü?” Görmediklerini söylediler, “O halde dua edelim,” dedi Tanrı’nın adamı; “dua edelim ki sizler de bu keşişin kim olduğunu görün.” Maurus iki gün sonra görmüş, ama Pompeianus görememişti. Tanrı’nın adamı, bir başka gün ibadetini bitirdikten sonra, küçük mabede gitti ve söz konusu keşişin orada boş boş oturmakta olduğunu görünce gözünü karartıp ona değneğiyle vurdu. O günden sonra, küçük siyahinin cazibesinden öylesine kurtulmuştu ki, küçük siyahi keşiş, tıpkı diğerleri gibi, onun da dualarından eksik olmadı. Çünkü o eski düşman korkmuş, böylesi düşünceler, sanki keşişe değil de kendisine indirdiği darbeyle yok olmuştu.
(…) Tanrı’nın adamı yer değiştirse bile, düşmanı değişmedi. Çünkü sonraları çok daha acı mücadelelerde kendisine açıkça meydan okuyan kötülüğün efendisiyle tüm varlığıyla savaştı. Cassino şehri, yüksek bir dağın eteklerinde, tabir yerindeyse, kucağında kuruluydu. Mezkur şehir zamanla beş kilometre yükseldi ve başı göğe değer gibi oldu. Bu şehirde yaşayan birtakım akılsız ve basit köylülerin, eski dinsizler gibi, Apollo adlı bir ilaha tapındığı, eski bir tapınak vardı. Tapınağın etrafında, içinde şeytana hizmet eden ve inançsız kalabalıkların en kötüsünden kurbanlar sunduğu bir koruluk vardı. Bunları gören Tanrı’nın adamı putları kırdı, sunağı devirdi, koruluğu ateşe verdi; ve Apollo tapınağını Aziz Martin, Apollo sunağını Aziz John (Hz. Yahya) mabedi haline getirip vaazlarıyla çevre halkının Hz. İsa’nın inancını benimsemesini sağladı. Bu, insanlığın o eski düşmanın hoşuna gitmedi. Ve Tanrı’nın adamına, bu kez gizlice veya bir düş aracılığıyla değil, açıkça görünerek vahşete maruz kaldığını haykırdı. Keşişler sesi duymuş, ama sesin sahibini görmemişlerdi. Tanrı’nın adamı, onlara, onun kendisine göründüğünü, ağzından ve gözlerinden ateş fışkıran acımasız, aşağılık biri olduğunu ve kendisini yok etmek istediğini söyledi. Keşişler şeytanın ona neler söylediğini öğrendi. Tanrı’nın adamına önce adıyla hitap etmiş, ondan cevap alamayınca sövüp saymış; sonra “Kutsal Bennet” diye seslenmiş ve yine cevap alamayınca, “Lanet olası adam, benden ne istiyorsun? Neden benden davacısın?“ diye bağırmıştı. Eski düşmanın Tanrı’nın hizmetkârına yeni savaşlar açacağı böylece belli olmuş, ama savaşacağı şey onun iradesi olduğu için, kayda değer bir zafer beklenmemişti.
Keşişler, ihtiyaç hasıl olduğu için, her zamankinden yüksek bir duvar inşa etmekteydi. Hücresinde dua etmekte olan Tanrı’nın adamına görünen eski düşman, hakaretamiz bir üslupla, ona keşişlerin yanına gideceğini bildirdi. Tanrı’nın adamı keşişlerini uyarmak, şeytanın aralarında olduğunu söylemek için davrandı, ama kötü ruh duvarı yerle bir etmişti bile. Saray mensubu bir adamın oğlu olan çocuk yaşta bir keşiş duvarın altında kalıp ezildi. Keşişler, duvarın yıkılmış olması bir yana, genç biraderlerinin ölümüne fazlasıyla üzüldü ve hemen Bennet’e haber verdiler. Bennet çocuğun kendisinin getirilmesini emretti. Çocuk öylesine ezilmiş ve sakatlanmıştı ki, onu torbayla taşımak zorunda kaldılar, çünkü kemikleri de kırılmıştı. Tanrı’nın adamı çocuğun hücrenin zeminine, duaya durduğu yere yatırılmasını söyledikten sonra herkesi hücreden çıkardı ve kapıyı arkalarından kapattı. Ah o tuhaf mucize! Onun bir saat içinde kendine gelip sağ salim işine dönmesini sağlamıştı ki, duvar inşaatı tamamlansın ve eski yılan Bennet’e karşı muzaffer olmasın.
(…) Bu muhterem baba hakkında sizlere daha pek çok şey anlatmak isterdim, ama diğer kutsal şahsiyetlerden de bahsetmeliyim. Şunu da bilmenizi isterim ki, mucizeleriyle maruf bu insan (Tanrı’nın adamı), ilahiyat konusuna da vakıftı. Nitekim keşişleri için yazdığı Kural, sağduyulu olduğu kadar yazım dili itibariyle de etkileyici ve güzeldir. Onu daha iyi tanımak isteyenler bu kitapçıktan yararlanabilir, çünkü nasıl yaşamışsa öyle öğretmektedir.
* Gregory I, The Great, The Dialogues, P.L. Warner, 1911.
Roland’ın Şarkısı*
Her ne kadar, şimdiye dek sunulan belgeler, aksini ima ediyor olsa da, Erken Orta Çağ, herkesin sevip saydığı kilise adamlarının Avrupa’da Hıristiyanlığı, Hıristiyan öğretisini ve adaleti tesis etmiş oldukları, aydınlık ve huzur dolu bir dönem değildi. Savaş ve vahşetin olağan olduğu gibi, pek çok misyonerin vahşice katledikleri de doğrudur.
Erken Orta Çağ’ın Batı Avrupalı savaşçı önderleri, okuryazarlıkları olmayan, muharebe meydanlarından ya da avlanmaktan aldıkları zevki hiçbir iyi kitabın karşılayamayacağı bir güruhtu. Güya Hıristiyandılar, ama Hıristiyanlığın barış mesajını anlamlandırmaları asırlar sürer. 1100’lü yıllar itibariyle Avrupa genelinde hüküm sürmeye başlayan kısmi huzur, çok sayıda etmenin bileşkesi olup Kilise’nin kardeşlik öğretisi bu etmenlerden sadece birisiydi.
Aynı yıllarda, bir takım anonim kalemlerin feodal döneme dair epik şiirler (chansons de geste) yazdıkları da görüldü. Charlamagne (742-814) ve onun büyük şövalyeleri, bu şiirlerin asli temalarıydı. Kâğıda dökülmüş olan ilk şiirlerden ve bunların arasında en iyi olanlarından biri de Roland’ın Şarkısı’dır. Sekizinci yüzyıldan çok, On İkinci yüzyılın başlarına dair ipuçları veriyor olması ve feodal Avrupa’nın ahlak anlayışını yansıtması itibariyle Roland’ın Şarkısı’nın tarihsel belge niteliği taşıdığı kabul edilir.
Şarkının ilk dizelerinden anlaşılacağı gibi, Müslümanlar, ordusu İspanya’daki Müslüman yerleşimlerini talan eden Charlamagne’ı kandırmaya karar verir. Müslümanların elçisi, Blanchandrin önderliğinde, Charlamagne’a, ateşkese razı olması halinde, Marsilya Kralı’nın kendisini Fransa’ya kadar izleyeceğini, orada vaftiz olacağına dair söz verir. Charlamagne’ın şüphelenmesini önlemek için de kendisine yirmi tane soylu rehine teslim eder.
* Peter Reisenberg, The Traditions of the Western World, Rand McNally&Co., Chicago, 1967.
Çam ağacının altında, altın tahtta oturmuş,
En cesur şövalyelerini yanına çağırmıştı.
İlkin Başpiskopos Turpin geldi ve sonra
Gerin ile Gerier ve Rheimslı Tybalt. Sonra da
Onlar kadar akıllı ve cesur diğerleri; ve tabii
Roland, yanında can dostu Oliver. Hey
Diğerleriyle birlikte Ganelon da geldi, o hain!
Ve böylece başladı Fransa için
Endişe yüklü o meşum şura.
Ve Kral konuştu. Dedi ki: “Adil beyler,
Paynim12 bize Arabistan’dan elli yük arabasıyla
Bile taşıyamayacağımız kadar çok
Değerli hediyeler, aslanlar, kaba tüylü ayılar,
Develer ve şahinler, altın yüklü katırlarla
Haberciler gönderiyor. Ama bizim tekrar
Kendi ülkemize dönmemizi talep ediyor.
Dönersek bizi hemen takip edeceğini ve
Orada yasalarımıza ve muhteşem dinimize
Hıristiyanlığa döneceğini, benim kölem
Olacağını söylüyor. Gelin görün ki,
Niyetinden kuşkum var.” Franklar hep bir
ağızdan bağırdı: “Dikkat! Bu bir tuzak.”
Soylular ayağa fırlayıp Kral’a düşüncelerini söyler. Charlamagne’nın yeğeni Roland savaşı sürdürmek ister, ama Ganelon, yaşlı Naimon ve diğerleri barıştan yanadır. Çoğu Ganelon’a katılır. Konuyu değiştirip Marsilya Kralı’na gönderilecek olan Frank elçisinin kim olacağını tartışmaya başlarlar.
Ama Başpiskopos, Rheimslı Turpin
Ayağa kalktı ve “Akranlarınızdan biri olsun.
Çünkü lanetli topraklarda yeterince çalışıp
Yoruldular. Bana maiyetinizi ve eldiveninizi
Verin ki, Paynim Kralı’na gideyim. Belki
Kurnazca kalbini okuyabilir, niyetini anlarım”
Dedi, ama Charles yeniden öfkelenip
Karşılık verdi: “Hayır, gitmeyeceksin!”
“Beyler,” dedi Kral, “bana aranızdan korkusuz
Ve sadık birini seçin.” Ve Roland ünledi:
“Ganelon gitsin! O yiğittir, ve evet, sadık!”
Tüm Franklar bağrışıp anında onayladı, ama
Ganelon öfkeyle ayağa fırlamıştı.
Üstündeki pelerinini çıkarıp attı, ipek
Gömleğiyle bir adım öne çıkıp güzel gri gözleri
Nefret saçarak, Roland’a bağırdı: “Ahmak!
Amacını saklayabileceğini sanma! Buradaki
Herkes senin üvey kardeşin olduğumu, sırf
Bu yüzden, benden nefret ettiğin için İspanya’ya
Gitmemi istediğini bilir. Dönmek nasip olursa
Seni o süfli hayatın boyunca bedbaht edeceğime
Yemin ederim.” Roland şöyle cevap verdi:
“Sen çıldırmışsın! Buradakiler esas şunu bilir ki,
Ben tehdide gelmem. Ama dur hele! Kral akıllı,
Basiretli birini göndermeli. Geri bas! Bırak da
Kral maiyetiyle eldivenini bana versin.”
Ve Ganelon konuştu: “Bunlar boş sözler Roland.
Ne ben sana efendi, ne de sen bana kölesin.
Marsilya’nın o iğrenç sarayına benim yerime
Sen gidemezsin. Charles söyleyeceğini söyledi.
Zaragoza’ya ben gitmeliyim. Evet, doğru, öfkemi
Dindirmek için seve seve bu çılgınlığı yapacağım.”
Bunları duyan Roland kahkahayla güldü.
O güledursun, Ganelon’un göğsündeki kalp
Ani bir öfkeyle parladı. Kendini öylesine kaybetti ki,
Yerinde duramaz oldu ve haykırdı: “Senden nefret
Ediyorum Roland, nefret ediyorum. Bu zalim seçimi
Sen, sadece sen önüme koydun.
Frankların Kralı
Emrinizdeyim.”
Blanchadrin, Müslüman hükümdara gitmek üzere yola çıkılınca, Ganelon’un Roland’a duyduğu bu nefretten yararlanır. Onu öldürmek için bir komplo kurarlar. Komplo’ya Marsilya da katılır ve Charlamagne’nın artçı müfrezesine -ki Ganelon, Roland’ın komuta etmesini istemektedir- saldırmayı kabul eder. Hainin komplosu başarılı olur. Müslüman güçler saldırmak üzere toplanırken, Roland ile sadık dostu Oliver ve Başpiskopos Turpin, yirmi bin kişilik artçı müfrezenin komutasını üstlenir.
Kâfirler halkalı zırhlarını omuzlarına geçirdi.
Başlarında süslü Zaragoza miğferleri,
İki yanlarında altın kaplı, Viyana’da su verilmiş
Pırıl pırıl çelik kılıçları vardı. Derken kalkanlarını
Sonra da Valencia mamulü mızraklarını alıp
Mavi ve beyaz ve kırmızı bayraklarla akıp
Savaş naralarıyla küheylanlara atlayıp korkunç
Bir güruh halinde saf tuttular. Berrak bir gündü.
Güneşin parıltısı zırhları ateşe verdi.
Düşman borazanları çaldı; borazanların sesi
Batı rüzgârına binip Ronceval’in tek sıra halindeki
Atlılarını buldu… Ve Oliver konuştu, dedi ki:
“Roland, dostum, bu sesleri biliriz! Sarazenler13
Yakında!” Ama Roland güldü ve şöyle cevap
Verdi: “Tanrı seni doğrulasın! O halde burada bekler,
Kralımız için kahramanca savaşırız, çünkü O’nun
Maiyetindeki bir şövalye yakıcı güneşe veya
Kışın soğuğuna bakmadan, ölüm kalım demeden
Seve seve acıya katlanmalıdır. Fransız askerleri
Savaşçıdır. Dolayısıyla şarkı başladığında, bugün
Burada olacakları küçümsemeyeceğiz. Bizler
Hak için savaşırız, paynimler ise yanlışa hizmet eder.
Ne olursa olsun, baş eğmeyeceğiz!”
Yine de, Oliver yüksekçe bir tepeye tırmanıp
Oradan İspanya’ya baktı. Uzaklarda, çok uzaklarda
Atlı paynim ordusunu gördü. Roland’a seslenip
“İşte, korkunç bir parıltı yaklaşıyor İspanya’dan
Göz kamaştırıcı bir parıltı! Beyaz yelekler, güneşte
Pırıl pırıl yanan miğferler. Heyhat, Ganelon
Hepimize ihanet etti. Bizi burada bıraksın diye
Kral’a yalvardı” dedi, ama Roland şöyle cevap verdi:
“Budalaca konuşuyorsun dostum, olamaz!”
Ama Oliver İspanya’ya bakan daha da yüksek
Bir kayaya çıktı. İşte oradaydı paynim ordusu!
Uzakta, altın ve mücevher kakmalı sayısız miğfer,
Parlak kalkanlar, halkalı zırhlar, dizi dizi titreşen
Üç dilli mızraklar gördü. Düşman sayısızdı. Safları
Saymaya çalıştı, ama sayamadı. Kayaların arasından
Aceleyle aşağı inip arkadaşlarına katıldı.
Ve haykırdı: “Şuradaki sivri kayalıklardan gördüm.
Paynimler at üstünde yaklaşmakta. Kimse bu kadar
Çoğunu görmemiştir. Keşif kolunda bile en az
Yüz bin atlı var! Kalkanlar göz alabildiğine
Dalga dalga kabarıyor. Üstlerinde zırh, başlarında
Miğfer var ve uçları pırıl pırıl parlayan mızrakları
Göğü deliyor! Fransa’nın Frankları, görülmemiş bir
Savaş yaşayacaksınız. İmanınızı kaybetmeyin!
Mızrakların boyuna bakıp yılmayın!” Ve Franklar
Hep bir ağızdan haykırdı: “Kaçana lanet olsun!
Bu saatten sonra, içimizden kimse seni
Hayal kırıklığına uğratmayacaktır!”
Ve Oliver, Roland’a feryat etti: “Siyah ordu sayısız,
Oysa biz az sayıdayız. Dostum, borazanı üfle ki,
Kral duysun ve İspanya’ya dönüp bize yardım etsin.”
Roland ona cevap verdi: “Dostum, sana
Kulak asmayarak hata ettim. Güzel Fransa’daki itibarımı
Sonsuza dek kaybedeceğim.Yo, hayır, kılıcımı çekip
Sapına kadar paynim kanına daldıracağım. İleri! İleri!
Paynimler Ronceval kanıyla beslenmeyecek!
Sana söz veriyorum dostum, bugün hepsi ölecek!”
“Roland, sevgili yoldaşım, fildişi boynuzuna (borazan)
Üfle! Uzakta, Fransa’da Charles bu sesi duyacak,
Ordusuyla yardımımıza koşacaktır.” Ama Roland
Şöyle cevap verdi: “Tanrı beni soyumu küçük
Düşürmek veya sevgili ülkemin şerefini lekelemekten
Korusun. Kılıcımı çektiğimde kanla kaplı
Olduğunu göreceksin benim güvenilir dostum Durendal.
Paynimlerin sonu, burada, Ronceval ile gelecek!”
“Roland, sevgili yoldaşım, üfle boynuzuna, üfle!
Kral duyacak, sana söz veriyorum, kalkıp gelecektir.”
Ama Roland şöyle cevap verir: “Tanrı korusun! Kimse
Benim için paynimler yüzünde, boynuza üfledi diyemez!
Böylesi onur kırıcı bir davranışla yakınlarıma saygısızlık
Edemem! Hayır, savaş başlayınca yorgunluk nedir
Bilmeyeceğim. Durendal çeliğinden kan damladığını
Göreceksin. Franklar iyi ve sadık askerlerdir;
Düşmanlarının vay haline! Evet, burada,
Ronceval’de ölecekler!”
Ama Oliver bir kez daha uyardı: “Öyle olsun dostum,
Ama ben paynimleri gördüm. Tepenin ardındaki
Düzlükte arı kovanı gibi kaynıyorlar. Düşman ordusu
Çok büyük, bizimki ise küçük.” Roland cevap verdi:
“Bu durum iştihamı iyice kabartıyor. Fransa benim
Yüzümden itibar (toprak) kaybetmesin diye dua ediyorum.
Evet, ölüm bile Kral’ın sevgisinden yoksun, utanç içinde
Uzun yaşamaktan iyidir. O (Kral) kavi darbeler
İndirenleri sever.”
Roland cesurdur. Dostu cesurdur ve akıllı. İkisi de
İyi birer şövalyedir, dürüst ve sadık. Oliver dostuna
Karşı koymayacak, ölse de savaşacaktır. Böyle
Konuşurlarken iki dost, paynim ordusunun
Saldırıya geçtiği duyulur. Savaş naraları çok yakından
Gelmektedir. Oliver, “İşte, mağrur dostum, buradalar,
Ama Charles çok uzaklarda. Dualarımızı duyup
Borazanı çalmadın, yalnız kaldık, öleceğiz.
Adamlarımız biraz ötedeki geçitte savaşa hazır, ama
Bir daha savaşamayacakları için üzüntü içindeler.”
Roland cevap verdi: “Yeter! Korkuya kapılmadığını
Biliyorum. Yan yana olalım, Kılıçlarımızı iyi kullanalım,
Bırak ne olursa olsun!”14
Ve Roland, bir aslan veya köşeye sıkıştırılmış
Bir pars gibi korkusuz, Fransız askerlerine
Cesaretlendirici sözlerle hitap etti. Sonra dönüp
Oliver’a, “Dostum, artık yeter! Burada, Ronceval’de
Yirmi bin Frank var, ama tek bir korkak yok. Frank Yasaları
İyi günde, kötü günde, karda kışta veya ateşte
Bey (derebeyi) uğruna mücadeleyi, her şeye
Katlanmayı, evet, ölmekten veya yaralanmaktan
Kaçınmamayı emreder. Hadi yoldaş, mızrağını al.
Bu görev bana Kral tarafından bahşedildi sevgili dostum!
Bu eldiveni benden sonra her kim takarsa,
“Bu ölümüne savaşan birinin kılıcıydı” diyecek.
Bu arada, Rheimslı Başpiskopos Turpin, atını
Mahmuzlayarak tepeye, bir kayanın üstüne çıkıp
Minberden konuşurcasına Franklara seslendi:
“Fransa’nın askerleri, Kral Charles bizi burada
Bırakırken sonuna kadar seve seve savaşacağımızı,
Gerekirse onun uğruna öleceğimizi biliyordu. Dahası,
Bizlerin Tanrı uğruna ölmeye hazır Hıristiyan
Askerleri olduğumuzu varsaydı. İspat etme zamanıdır.
Charles ve Tanrı’nın düşmanları işte tam karşınızda.
Şimdi günah çıkarın ve Tanrı’nın merhametine
Sığının ki, sizleri bağışlayabileyim. Ölecek olursanız
Şehitlik tacı ve Cennet sizlerin olacaktır.”
Franklar atlarından inip yere diz çöktü, Turpin
Haç çıkararak onları kutsadı ve günahlarının
Kefaretini (düşmana) sağlam darbeler indirmek
Suretiyle ödeyeceklerini bildirdi.
Franklar yüreklenmişti, ayağa kalktılar. Turpin’in
Hakiki haçıyla günahları aklanmıştı. Savaş atlarına
Bindiler. İyi huylu şövalyelerdi. Bir şövalyenin
Teçhiz olması gerektiği gibi silahlandırılmışlardı ve
Savaşa susamıştılar! Derken, Roland sevgili arkadaşına
Dönüp dedi ki: “Ah yoldaş, şu bir gerçek ki,
Üvey kardeşim artçı müfrezeyi altın ve gümüşe sattı. Evet,
İspanya Kralıyla bizim kanımız üzerinden pazarlık yaptı.
Gel! Bunu onlara kılıcımızla ödetelim! Ölecek olursak
Charles intikamımızı alacaktır.”
Ve Ronad küheylanını mahmuzlayıp Ronceval safları
Boyunca dörtnala at sürdü. Üstündeki zırh bedenine
İyi oturmuştu. Demir pençesinde gökyüzüne uzanan
Muhteşem bir mızrak vardı. Bembeyaz bayrağın
Mızrağın sapından aşağıya doğru sarkan altın püskülü
Elinin üstüne düşmüştü. Sanki ölüme değil de
Dansa gidiyormuş gibi gülüyordu yüzü. Ve Franklar
Önderlerini coşkuyla selamladı. Roland da onları
Selamladı ve paynimlere duyduğu korkunç nefret
İyilik dolu bakışlarında parlayıp sönerek dedi ki:
“Yavaş ilerleyin, çünkü düşman yeterince hızla koşuyor
Ölüme. Mızraklarından tırsmayın, çünkü birazdan
hepsi sizin olacak!” Tam da bu sırada düşman ordusu
Ölümcül bir darbe indirmek üzereydi.
Oliver dedi ki: “Boynuzuna üflemedin, çaresiz son
Kez savaşacağız, ama bu ne Kral’ın ne de onunla
birlikte Fransa’ya giden maiyetinin suçu. İleri, beyler!
Çaresizliğin verdiği güçle savaşın ve savaşın
Darbelerine cesaretle karşı durup büyük
Fransa Kralı’nın sloganını haykırın!” Ve haykırdılar: “Montjoy!”
Ah, keşke duyabilseydiniz! Duyabilseydiniz de
Kahramanlığın ne olduğunu görüp unutmasaydınız.
Ve saldırıya geçtiler. Tanrım! Nasıl da mağrur ve hiddetli!
Atların böğrüne çılgınca vurarak ölüme koşmaktalar.
Kahraman şövalyeler başka nasıl davranabilir ki?
Paynim ordusu da hız kesmiyor. Paynimler ve Franklar…
İşte savaşmaktalar!
Şair bu noktadan itibaren Frenk savaşçılarının yiğitliğinden bahseder.
Franklar yüz bin düşmanın saldırısına uğramış,
Tüm güçleriyle dayanmışlardı. Yüz bin düşmanın
İki bini kaçtı. Roland dedi ki: “Bu mücadeleyi
Savaşarak verenler, iyi ve sadık adamlar.
Dünyada hiçbir kral böyle askerlere sahip değildir.
Tarih bu yüzden Kralımızın en büyük olduğunu
yazmakta.” O konuşur, Franklar savaş alanında
Gözyaşları içinde ölülerini veya ölmek üzere olan
Askerleri ararken, paynim kralının komutasında
Yeni bir paynim güruhu göründü.
Paynim kralı askerlerinin katledildiğini görmüş ve
İntikam almak üzere hızla yeni bir ordunun başına
Geçip davul ve zurna eşliğinde gelmişti. Önce
Zifir gibi bir siyahi, üstünde bir sürü işaret,
Dörtnala yaklaştı, en az diğerleri kadar meşumdu.
Ne Tanrı’ya ne de Meryem’in Oğlu’na inancı vardı.
Onun için vatana ihanet ve insanoğlunun katli
Galiçya altınından bile daha değerliydi. Kimse onu
Gülerken veya eğlenirken görmemişti, ama gözü pek
Olduğu için Marsila tarafından seviliyordu ki,
Elindeki ejderha nakışlı bayrak, onun bayrağıydı.
Onu gören başpiskopos, onu Hıristiyanca bir
Sevgiyle sevemedi; onu yakalayıp yok etmek için
Can atıyor, içinden şöyle diyordu: “Kâfirin en kötüsü
çaresiz olanıdır. Evet. Onu katledersem yanlış olmaz.
Ne olursa olsun, korkakları hiç sevmem.”
Başpiskopos Turpin, Frankları paynim ordusunun
Üstüne işte böyle gönderdi. Altında bir zamanlar
Danimarka’da katletmiş olduğu büyük bir kralın
Atı vardı. Rüzgâr gibi koşan bu atın ayakları küçük,
Bacakları ince, ama kalçaları dar ve güçlü,
Sağrısı geniş, sırtı yüksek, yelesi sarıydı. Başının
Üstünde iki küçük kulak arsızca oturuyordu.
Başpiskopos, işte bu atın üstünde gitti paynim
Kralı ile görüşmeye. Kralın kolunda uzaklarda
Kim bilir hangi şeytanın ıssız, karanlık
Bir mağarada şekil verdiği, mücevherle bezeli,
Pırıl pırıl parlayan yuvarlak bir kalkan vardı.
Ama Turpin onu bir darbede indirdi. Muhteşem
Kalkan parçalanarak değerini kaybetti, esmer
Paynim ise düşüp öldü. Franklar haykırdı:
“İşte gerçek bir şövalye! Elindeki Haç güvende!”
Ama çevredeki otların arasına saklanmış
Olan paynim ordusunu gören Franklar dehşetle
Roland, Oliver ve Peers’e nefret kustu. Turpin
onlara korkmamalarını, kıpkırmızı savaş alanından
Utanç verici şarkılar yükselmediği sürece, bir adım bile
Uzaklaşmamalarını söyledi. Dedi ki: “Savaşarak ölmek
Daha iyidir, gerekirse öleceğiz. Bugün son günümüz
Olabilir, ama Cennet’e gideceğiz.
Cennet’in kapıları sizler için sonuna kadar açık.
Orada azizlerle birlikte güneş battı diye şarkı
Söyleyeceksiniz.” Bu sözleri duyan Frenklerde
Ölüm korkusu kalmadı. “Montjoy!” diye haykırdılar.
Ve Roland, Oliver’a seslendi: “Baksana, Başpiskopos
Kılıçla kalkanı içi boş bir asa gibi kullanmakta.”
Dostu cevap verdi: “Tanrı’nın adamı savaşın adamlarını
Yatıştırıyor.” Ve Franklar yaralı oldukları halde
Savaşı sürdürdü. Görmeliydiniz! Kont Roland ve
Arkadaşının kılıçları ve mızraklarının ucuyla
Düşmanı nasıl katlettiklerini görmeliydiniz!
Şerefli Başpiskopos! Binlercesini katlettiler, diye yazıyor
Fransa’nın Kitabı. Dört mukateleyi kazandılar,
Ama beşincisi o kadar iyi gitmedi. Heyhat! Onca
Askerden, Tanrı’nın inayetiyle,
Sadece altmışı hayatta kaldı.
Roland, Oliver’ın isteğini sonunda kabul edip Frankların neredeyse tümü öldükten sonra Charlamagne’ı çağırmak üzere meşhur borazanını üfledi.
“Neden bana kızgınsın?” diye sordu Roland. Diğeri
Cevap verdi: “Yoldaş, hepsi senin hatan. Şövalyeliği
Sağduyuyla ıslah etmek yanlış değildir; yiğitlik
İtidalle değer kazanır. Senin budalaca kibrin nedeniyle
Franklar öldü. Bir daha asla Charles için savaşamayacaklar.
Beni dinleseydin Kral çoktan buradaydı. Savaşmalı,
Kazanmalıydık. Marsila çoktan katledilmiş olurdu.
Roland, senin düşüncesiz inatçılığın bizlere acı verdi.
Kral seni de kaybetmiş olacak ve senin gibiler bir daha
Asla olamayacak. Öleceksin ve Fransa sahipsiz,
Umutsuz kalacak. Dostluğumuz bu korkunç günle
Son bulacak ve karanlık gece bizi sonsuza dek ayıracak!”
Onları duyan Başpiskopos som altından mahmuzlarını
Küheylanının böğrüne vura vura bulundukları yere
Geldi ve onları kınayıp azarladı: “Sör Roland ve
sen, Roland’ın yoldaşı, tartışmayın, Tanrı aşkına!
Doğru, boruyu üflemek bizi kurtaramaz, çünkü
Artık çok geç, ama yine de iyi olur. Kral gelir ve
İntikamımızı alır. Paynim ordusunun İspanya’ya
Sevinçle dönmesine izin vermez. Franklarımız buraya
Gelince bizi paramparça bulacak, ama kurda
Kuşa yem olmayalım diye şefkatle kaldırıp
Adımızı anarak yük beygirleriyle eve götürecek,
Fransız kiliselerinden birinde gömecek.”
Yaralı olan Roland sonunda borazanı çalar. Charlamagne’nın ordusu Oliver ölmek üzereyken yardıma gelir.
Yaralı şövalye ölümün yaklaştığını hisseder.
Görmüyor, duymuyordur. Başpiskopos attan iner
Ve yanına diz çökerek yüksek sesle onun adına
Günah çıkarır; ellerini birleştirip Cennet’le
Ödüllendirilmesi için Tanrı’ya yakarır, şanlı Kral Charles
Ve Güzel Fransa için, en çok da dostu Roland için dua eder.
Oliver’ın kalbi tekler, miğferli başı göğsüne gömülür,
Bedeni usulca ruhunu teslim ederken, Kutsal Ruh
Oyalanmaz. Bunu gören Roland haykıra haykıra ağlar.
Bir faninin kalbinden böylesi korkunç bir feryadın
Koptuğu duyulmamıştır.
Onları kurtarmak üzere yaklaşan Fransız ordusunun sesini duyan paynimler kaçar, Roland ölüme hazırlanır.
Roland’ın yaraları kıpkırmızı kanamakta, ölümün
Yakın olduğunu bildirmektedir. Büyük Peers için
Tanrı’ya, kendi ruhu için Cebrail’e ve baş meleğe
Dua eder. Sonra, sol elinde borusu, sağ elinde kılıcı
Olduğu halde ki, kimse onu sonradan suçlamasın,
Yeşil tarlayı aşıp kâfir İspanya’ya doğru bir ok mesafesi kadar
Yürüyerek bir tepeye tırmanır; tepede
İki ağacın gökyüzüne uzanan dallarının gölgelediği
Dört mermer parçasının dibine, yumuşak çimenlerin
Üstünde düşüp uzanır. Ölmek üzeredir.
Tepe yüksek, dört beyaz taşı ve yeşil otları gölgeleyen
İki ağaç daha da yüksektir. Derken, yüzü gözü kan içinde
Bir ceset yığınının üstüne atılmış, ölü taklidi yapan
Bir kâfir tüm heybetiyle dikilir ve ona doğru koşarak,
Haykırır: “Büyük Charles’ın yeğeni işte şimdi teslim
olacak! Kılıcını alıp eve, Arabistan’a götüreceğim!”
Elini uzatıp kılıca dokunur dokunmaz Roland kendine gelir.
Roland, yabancı bir elin Durendal’ına uzandığını
Hisseder etmez gözlerini açmış, “Dur! Dost değilsin sen!”
Diye bağırarak elinin altındaki borazanı kâfirin miğferli
Başına indirip miğferi de, başını da ezer. “Seni korkak!
Doğru veya yanlış, bana dokunmaya nasıl cüret
edersin? Zavallı şey! Duyanlar delirmiş olduğuna
hükmedecek, ama fildişi boynuzum paramparça oldu,
altın ağızlığı kırıldı.”
Ölmek üzere olan Roland’ın gözleri kararmıştı, ama
Gücünü toplayıp tekrar ayağa kalktı. Korkunç bir
öfkeyle pırıl pırıl parlayan Durendal’ini önündeki
Taşa vurdu. Titreşen çelikten büyük ses çıktı, ama
Ne kırıldı ne çizildi. Roland haykırdı: “Aziz Meryem,
yardım et bana! Kılıcım Durendal, senin çeliğin
Uğursuz bir saatte çekilmiş. Senden vazgeçmek, seni
Aziz bilmemek zorundayım. Oysa ne çok savaşmış,
Artık o beyaz sakallıya ait olan ne çok yer fethetmiştik!
Tanrı seni korku nedir bilmeyene bahşetsin. Güzel kılıç,
Seni cesur ve gerçek bir şövalye kullandı. Belki de
Fransa’nın en iyisi!”
Ve Roland kılıcını tekrar mermere vurdu. Çelik çınladı,
Ama kırılmadı. Roland çeliği kıramayacağını anlayınca,
Haykırdı: “Ah Durendal, parlak güneşin altında ne kadar
Parlak, ne kadar aksın! Diyorlar ki, Kral maiyetini
Morianne’de toplamış. Tanrı müjdeledi, seni, büyük
Komutanlarından birine verecekmiş. O halde beni ışığınla sar.
Britanya’yı seninle birlikte Kral için fethettim; ve
Normandiya’yı ve Akitanya’yı ve Lombardiya’yı ve
Romanya’yı. Bavyera, büyük Flander, Burgonya, Polonya ve
Efendime daima hizmet edeceğine yemin edip onun
İradesinin sarışın Saksonlar için kanun olduğunu teslim eden
Uzak İstanbul’u da seninle birlikte kazandık. İskoçya’yı,
vahşi Galler’i ve İrlanda’yı da onun için seninle birlikte
Aldık. İngiltere de onun nüfuzu altında. Beyaz sakallı
Charles’ın elindeki tüm diyarların üstesinden
Seninle birlikte geldik, ama senin için üzülüyorum,
Sevgili Durendal. Senin İspanya’da Sarazenlerin eline
Düşmenden korkuyorum. Buna izin verme Tanrım!”
Roland kılıcını tekrar mermere vurdu ve bu kez küçük
Bir parçasını yonttu. Çelik çın çın çınladı, ama kırılmadı,
Gökyüzüne fırladı. Roland ne kadar uğraşırsa uğraşsın
Onu kıramayacağını anlayıp ona şefkatle hitap etti:
“Ah Durendal, ne kadar güzelsin ve kutsal. Kabzanda
kutsal emanetler saklı, evet, Petrus’un dişi, şehit Basil’in kanı
Aziz Dennis’in saçı ve Kutsal Meryem’in giysisinden
Bir parça saklı. Seni bir Hıristiyan kullanmalı. Tanrı
Seni Sarazenlerin eline düşmekten korusun. Ah tatlı
Durendal, Roland seninle ne çok diyar fethetti. Artık
Hepsi sakalı beyazlaşmış olan Frankların hükümdarı
Büyük Charles’ın emrinde.”
Derken, ölümün bedenini baştan kalbe ele geçirmek üzere
Olduğunu hissetti. Onu (bedenini) yere yatırıp borazanıyla
Kılıcını altına yerleştirdi, yüzünü korkak kâfirlerin kaçtığı
Cihete çevirdi ki, Kral onun bir fatih olarak öldüğünü anlasın.
Sonra sesini gökyüzüne çevirip onun sadık kulu olduğunu
Teyit ederek sağ elindeki eldivenle ona sevgisini sundu.
Evet, Roland ölmek üzere olduğunu biliyordu. Yüksek
bir tepede, kâfir İspanya’ya bakarak uzanmış yatıyordu.
Göğsüne vurup haykırdı: “Affet, Tanrım! Hatalarımı bağışla.
Doğduğum günden bugüne işlediğim günahları bağışla.”
Çelik eldivenini yukarıya, mavi gökyüzüne kaldırdı ki,
Altın kanatlı melekler gelip ruhunu Tanrı katına götürsünler.
Yüksek bir çamın altında uzanmış yatıyordu. Yüzünü
İspanya’ya dönüp anılarını yad etti: Fethettiği diyarları,
Güzel Fransa’yı, akrabalarını, onu kendi oğlu gibi seven
Büyük Charles’ı. Tüm üzüntüsüne rağmen, bir şövalyenin
Nasıl dua etmesi gerektiğini hatırlayıp dedi ki: “Sözü
Hakikatin kendisi olan Baba, sen ki Lazarus’u fidye
Karşılığı mezarından, Daniel’i yırtıcı aslanlardan kurtardın,
ruhumu hayatım boyunca işlediğim günahlardan kurtar.” Ve
Başı usulca omzuna düştü. Ellerini birleştirip dua ederken
öldü. Ve altın kanatlı bir ruh yanında Aziz Michael15 ve
Cebrail olduğu halde gelip ruhunu gökyüzüne,
Tanrı katına taşıdı.
* The Song of Roland, The Macmillen Company, 1952.