Siyasi Toplum Nedir, Adil Yönetişim Ne Anlama Gelir?
Salisburyli John’un (1115-1180) kariyerinde, On İkinci yüzyılın hemen hemen tüm önemli ve yapıcı akımlarının izi olduğu kabul edilir. Genç bir öğrenci olarak hocaların hocası Peter Aberland61’ın derslerine katılmış, Paris ve Chartres Katedral Okulu’nda devrin en iyi hocalarıyla çalışmış ve bir yönetici olarak kariyer yapmak üzere hukuk eğitimine ek olarak mantık, özellikle de pagan edebiyatı okumuştur. John’un yaşamı büyük ölçüde Kilise’de yöneticilik yapmakla geçer. İngiliz Papa IV. Hadrian’ın dert ortağı ve müşaviri olarak, hem Roma hem İngiltere’de çalışır, ama hepsi Kilise mensubu (ruhban) oldukları halde, Başpiskopos Theobald ile Başpiskopos Becket kendisinden üstün mevkilerdedir. John, buna rağmen, Becket ile İngiltere kralı II. Henry arasında büyük bir kavga çıkıncaya kadar kralın ve ülkenin iyiliği için her ikisiyle de sorunsuz çalışır.
Orta Çağda âdet yetenekli kilise adamlarının papa, başpiskopos, kral veya şehir konseyinin hizmetinde dönüşümlü olarak çalışmaları şeklindedir. Salisburyli’nin bir tür göçebelik şeklinde sürdürdüğü kariyeri, Chartres62 Başpiskoposluğu ile noktalanır.
Gelmiş geçmiş büyük Latince uzmanlarından olan düşünürün günümüze ulaşan tüm eserlerinde, kadim yazarların çalışmalarını hatmettiğine işaret eden bir üslup kaygısı göze çarpar. Aşağıdaki seçki, onun Plutarkhos63 adlı eserinden alınmıştır ki, On İkinci yüzyılın hukuk, toplum, hükümet ve adalet anlayışını, herhalde en bütünlüklü biçimde ortaya koyan eserdir. Orta Çağda yazılan birçok büyük eser gibi, bu çalışma da sorduğu temel soruları ve bunlara verdiği cevapları klasik modellere dayandırır.
Plutarkhos*
Plutarkhos64’a göre, devlet65, Tanrı’nın inayetiyle hayat bulan, en yüksek öz sermayeyi yönlendirmek üzere hareket eden ve tabir yerindeyse, aklıselimle yönetilen bir organdır. İçimize din ve inanç duygusu yerleştirip bizi imana yönelten şey neyse, devletin bedeni itibariyle de ruhtur. Dolayısıyla dini ibadete nezaret edenlere saygı duymalı, onları bedendeki ruh gibi ululamalıdır. Kutsiyete hizmet ve nezaret edenlerin O’nun vekilleri olduğundan şüphesi olan var mıdır? Dahası, ruh, tabir yerindeyse, bedenin prensi olduğuna ve bütünü yönettiğine göre, yazarımızın “dinin mümessilleri” olarak adlandırdıkları, tüm bedene nezaret ediyorlar demektir… Devletin bedeninde başın bulunduğu yeri -tıpkı insan bedeninde başa ruhun hükmedip onu canlı tuttuğu gibi- sadece Tanrı’ya kulluk eden, O’nun yeryüzündeki vekili olan ve O’na inanlara hizmet eden prens işgal etmektedir… Kalbin bulunduğu yerde, iyiliğin ve kötülüğün neşet ettiği senato vardır. Gözün, kulağın ve dilin işini yargıçlarla bölge valileri yapmaktadır. Memurlarla askerleri eller temsil eder ve prensin maiyetindeki askerlerin elleri iki yanlarına yapışık olarak durur. Mali işler ve muhasebe memurları (…) mideyle bağırsaklara benzetilebilir… Ayaklar çiftçilere tekabül eder, çünkü toprağa bağlıdırlar. Toprakla uğraşırken sık sık taşa takılıp tökezledikleri için yardımı ve korunmayı hak ederler, çünkü bedenin yükünü taşıyan da, onu ayakta tutup, ona hareket kabiliyeti kazandıran da onlardır.
Devlet, ancak ve ancak yukarıdaki uzuvların aşağıdakileri koruduğu, aşağıdaki uzuvların sadakatle mukabele edip yukarıdakilerin taleplerini tam anlamıyla yerine getirdikleri, her birinin diğeriyle mütekabiliyet ilişkisi içinde olduğu ve her birinin kendi çıkarının diğerinin çıkarına hizmet edeceğini idrak etmesiyle sağlıklı olur, gelişir.
Tiran ile prens arasındaki tek ya da en önemli fark prensin kendisini insanların hizmetkârı addederek, onları yasalar uyarınca yönetmesidir66. Çünkü devlet işlerini yönetmek üzere talep ettiği en üst makamın yükünü kaldırıp başarılı olması yasalarla mümkündür. Presin herkesin üstünde olması keyfiyeti, tıpkı sıradan bir insanın kendi özel işlerinden sorumlu tutulması gibi, ona bütün bir toplumun sorumluluğunu yükler. Dolayısıyla elindeki gücü, yani ona haklı olarak tevdi edilmiş olan tebaasını yönetme gücünü -toplumun ortak çıkarlarına hizmet edecek biçimde ve insanların birbirinin birer uzvu olduğunu kabulle- her bir insanın ve bir bütün olarak toplumun yararını gözetmek suretiyle kullanmalıdır. Hepimiz doğaya, yaşamın en iyi kılavuzu olan doğaya tabiyiz, çünkü doğa mikrokozmun ya da küçük dünyanın tüm sans’larını insanda, insan beyninde toplamış ve tüm diğer uzuvları ona öylesine tabi kılmıştır ki, ona uydukları sürece her şey gerektiği gibi işlesin ve akıl, kendi sağlığını koruyabilsin. Dolayısıyla, prens, ululanan, onun için gerekli olduğu varsayılan ayrıcalıklarla donatılarak yüceltilmiş bir zirvede oturur. İnsanlar için hiçbir şey prensin ihtiyaçlarının tam manasıyla karşılanması kadar önemli değildir, çünkü asla adaletsiz davranmayacaktır. Prens, alışılagelmiş tabirle, kamusal güç ve dünya üzerinde bir tür tanrısal/ilahi ihtişamdır. Kuşkusuz, prensler bu ilahi gücün önemli bir kısmına sahiptir, çünkü onun küçücük bir hareketiyle başlar eğilir, boyunlar bükülür, kafalar kesilir ve sanki ilahi bir dürtüyle nezdinde bir korku unsuru olarak konumlandığı herkes ondan korkar. Tanrı böyle istememiş olsaydı, bu olamazdı diye düşünüyorum. Zira tüm güç evvel ezel Efendimiz’in olmuştur, dolayısıyla prensin gücü de O’ndan kaynaklanır. Tanrı gücünü kaybetmeyeceği gibi, gücünden alınamaz. O, bu gücü sadece emrindekilerin eliyle kullanır ki, rahmeti ve adaleti herkesçe bilinsin. Dolayısıyla yönetici güce direnen, Tanrı’nın yazgısına da karşı çıkmış olur, çünkü gücü O tevdi eder; istediğine verir, istediğinden alır. Prens tebaasına acımasızca davranıyorsa, bu onun değil, cezalandırmak veya ıslah etmek isteyen Tanrı’nın takdiri ve emridir. Nitekim Hun mezalimi sırasında Atilla, kendisine saygın bir piskopos tarafından sorulunca, “Ben Atilla’yım, Tanrı’nın belasıyım,” diye cevap vermiş; bunu duyan piskopos, ilahi haşmeti temsil ettiği için ona perestiş edip “Tanrı’nın elçisi hoş geldin. Efendimiz namına gelen mübarektir,” demiş ve inleye inleye kilisenin demir çubuklu kapısını açıp zalimi içeri alarak onun sayesinde şehitlik mertebesine ermiştir. Tanrı’nın hışmına karşı çıkıp onu dışarıda bırakmaya cesaret edemezdi, çünkü aynı hışmın O’nun Oğlu’nun da başına geldiğini ve kendi başına gelen bu felaketin Tanrı’nın takdiri olduğunu biliyordu. Eğer iyi insanlar güce -seçilmişleri/seçkinleri vuran bir salgın hastalık olarak kendini gösterse bile- böyle saygı duymayacaksa, Tanrı’nın yasaya uymalarını sağlamak üzere kötüleri cezalandırmak, iyileri ödüllendirmek için kullandığı güce nasıl saygı duymazlar? İmparator67’un dediği gibi, “kraliyete yakışan, prensin yaslara bağlı olduğunu kabul ederek bunu açıklamasıdır”. Zira prensin otoritesi adalet ve yasadan kaynaklanır; yasalar çerçevesinde hükümet etmesi, ona imparatorluk gücünden de büyük bir güç verir ki, bu hakkaniyetten uzaklaşmayacağı anlamına gelir.
Prens, Tanrı’nın ebedi adalet ve hakkaniyetini kendi yasalarına tercihle saygınlığından kaybedeceğini düşünmemelidir. Hakkaniyet, hukukçuların dediği gibi, her şeyi akılcı bir biçimde kıyaslamanın/tartmanın yerindeliğidir; benzer davalarda benzer doğru-yanlış kurallarını uygulamak, taraflara eşit mesafede durarak hüküm vermektir. Yasa, işte bu hakkaniyetin yorumlayıcısıdır/mütercimidir, irade ve niyet bildirir. Chryippus68 yasa gücünün, ilahi veya beşeri her şeyin üstünde olduğunu, bu çerçevede bütün kötülük ve iyilikleri yönettiğini, insanlar kadar maddi şeylerin de kılavuzu ve yöneticisi olduğunu ileri sürmüştü. Buna karşın, ünlü Romalı hukukçu Papinianus ve büyük hatip Demosthenes69 yasaya herkesin itaat etmesi gerektiğine, yasa Tanrı’nın lütfu, akil adamın emri, aşırılıkların törpüleyicisi, devlet kumaşının dokuyucusu ve suçun defedicisi olduğu için razıymış gibi görünürler ve politik bir yapıda birlikte yaşayan insanların bu yüzden yasa uyarınca davranmalarının uygun olduğunu savunurlar. Herkes yasaya uymak zorundadır, ta ki içlerinden biri, şans eseri yanlış davranma, hata yapma ehliyetini haiz olsun! Prensin yasanın bağlayıcı yükümlülüğünden azade olduğu söylenir, ama bu doğru değildir. Şöyle ki, prens yasal olarak hakkaniyet gözetmeme hakkını haizdir, ama ancak ve ancak hakkaniyet gözeten bir kişiliğe sahip olması ve hakkaniyeti yasanın öngördüğü cezadan korktuğu için değil, sevdiği/benimsediği için seçen biri olması halinde. Prens devletin çıkarlarını da bu anlayışla koruyup geliştirmeli; her şeyde kendi istek ve çıkarlarından önce tebaasının yararını gözetmelidir. Zaten kamunun söz konusu olduğu yerde, kim prensin kendi istek ve çıkarlarından bahsedebilir ki? Ta ki yasayla tanımlanmış veya ortak çıkara da hizmet edecek olsun, bu yasal olarak mümkün değildir. Bu gibi şeyler söz konusu olduğunda (prensin) sergilediği irade hüküm gücünde, aynı konuda onu hakkıyla hoşnut eden hususlar ise yasa gücünde olmalıdır,70 çünkü bu koşullar altında verdiği karar hakkaniyeten uzak olmayabilir. “Yüzünden,” der Efendimiz, “benim hükmüm olduğu belli olsun, gözlerin yalnız hakkaniyet gözetsin”; çünkü o saf/bozulmamış yargıcın adaletli kararı en doğru olandır. Dolayısıyla, prens ortak çıkarların gözeticisi ve adaletin esiridir; sıradan insan adına üstlendiği sorumlulukla, yanlış yapan, zarar veren herkesi adaletiyle cezalandırır. İtidalle yönettiği maiyeti gibi, değneği de hakkaniyetten sapanları doğru yola sokar ki, Kutsal Ruh onu kutlayıp “Asan da maiyetin de beni rahatlattı,” desin. Prensin kalkanı da güçlüdür, ama bu kalkan zayıf olanları kötülerin yönelttiği oklardan koruyan bir kalkandır. İcraatından en büyük faydayı sağlayanlar aciz olanlardır, çünkü prens sahip olduğu gücü öncelikle onlara zarar verenlere karşı kullanır. Kılıç taşıması, kana susamış biri olmaksızın kan dökmesi ve sık sık insanları ölüme mahkûm ettiği halde, bir cani olarak vasıflandırılmaması bundandır. Şayet büyük Augustin’e inanıyorsak, Davut Peygamber çok savaştığı için değil, Uriya uğruna kan döktüğü için kana susamış biri olarak anılır. Oysa Samuel, Amalech’in şişman kralı Agag’ı katlettiği halde, hiçbir yerde kana susamış bir cani olarak anılmaz. Gerçekten de prenslik kılıcı bir güvercinin kılıcı gibidir, hasmıyla yaralamaksızın mücadele eder, öfkelenmeksizin darbe indirir ve savaştığı zaman bile acı vermeyi düşünmez. Nasıl ki, yasa, suçun peşinde insanlara nefret beslemeksizin düşer, prens de suç işleyeni öfkeyle değil, soğukkanlı yasa uyarınca, emre binaen cezalandırır. Prensin maiyetinde lictor71’lar da vardır, ama baş ya da tek lictor kendisidir, bunu böyle görmeliyiz, çünkü yasa ona lictor’un eliyle vurup öldürme ayrıcalığı tanır. Stoacı görüşü benimseyecek olursak ki, sürekli belirli sözcüklerin ardındaki anlamları araştırırlar, legis lictor “adaletin tokmağı” anlamına gelir. Nitekim yasanın öngördüğü suçu infaz etmek lictor’un görevidir. Antik dönemde, bu görevlinin kılıcı/baltası suçlunun başının üstünde asılı beklerken vur emrini yargıcın vermesi adettendi. Yargıcın “yasanın hükmünü yerine getir” veya “yasaya uy” emrini duyan kurbanın ıstırabı, bu makul sözcüklerin serinkanlılığıyla hafifletilmeye çalışılırdı.
O halde, prens bu kılıca Kilise eliyle sahip olur. O Kilise ki, kendi bünyesinde kanlı bir kılıç barındırmaz, ama yine de bu kılıcın sahibidir. Onu, kendisine fiziksel cebir uygulama gücü tevdi ettiği prensin eliyle kullanırken, rahipler eliyle kullandığı ruhani otoritesini saklı tutar. Dolayısıyla, prens, bir bakıma ruhani gücün icra vekilidir ve kilisenin rahipler eliyle yerine getirmekten imtina ettiği bir görevi yapar. Kutsal yasaları uygulamakla görevli her makam, aslında dinsel bir makamdır, ama suçu cezalandıran makam daha aşağı seviyededir, çünkü bu makamı işgal eden kişi cellatla özdeşleştirilir. Nitekim Romalıların takva sahibi imparatoru olan Konstantin, tüm piskoposları davet etmek suretiyle topladığı İznik Konsili’nde başköşede değil, en arka sırada oturmuş; dahası, piskoposların onayladıkları kararnameleri ilahi hükümdarın ağzından çıkmışçasına saygıyla karşılamış; kendisine sunulan sayısız şikâyet dilekçesini (piskoposların birbirini suçlayan dilekçeleri) açıp okumamıştır bile. İmparator, söz konusu dilekçeleri göğsüne yerleştirip herkesi sükûnete davet ettikten sonra, piskoposların hükmüne tabi bir insan olarak, tanrılarla ilgili davalara bakamayacağını beyan etmiştir…72
Edilen yemini hatırlarsanız, silahlı askerliğin en az “ruhani askerler” kadar, kutsal kilisenin gereksinimlerine hizmetle yükümlü olduklarını anlarsınız, zira kamunun ortak çıkarlarını, sadakatla ve Tanrı’nın hükmü uyarınca gözeten prensin emrindedirler. Dolayısıyla, yukarıda ifade ettiğim gibi, seçime tabi tutulmamış ve ant içmemiş olanlara “asker” dense de, bunlar Kilise tarafından görevlendirilmeyen rahiplerden farklı değildirler. Çünkü askerlik onur demektir, meşakkat demektir ve Tanrı’dan başka kimse onur tevdi edemez.
Musa ve iman sahibi diğer önderler ne zaman savaşmak zorunda kalsa, savaşmak üzere aralarından en cesur ve en talimli olanları seçerlerdi. Bu nitelikleri haiz olmak seçilmenin ön şartıydı. Ne ki, seçilmemiş olduğu halde kendini zorla kabul ettirenler, düşüncesizce gasp ettikleri kılıcın kendilerine karşı kullanılmasına yol açar, “kılıca sarılanı kılıç katleder” hükmünü doğrulamış olurlar. Cicero’ya soracak olursak, böyle bir adam asker değil, katildir. Nitekim eskiden, yasal olmayan silahın yasaya karşı kullanılacağı düşünülerek, yasa dışı silah kullananlara katil veya haydut denirmiş.
Kutsal İncil, Hıristiyan egemenliğinin tesisi için iki kılıcın yeterli olduğunu söyler; diğer tüm kılıç sahipleri Hz. İsa Mesih’i esir alıp O’nun adını yok etmeye hazırdır. Yasa uyarınca görevlendirilmiş olsalar bile, yeminlerine sadık kalmayan, askerlik hizmetinin ruhbanlığı aşağılamak ve Kilise’nin otoritesini sarsmak suretiyle zafer kazanmak olduğunu sanan, beşeri krallığı büyütürken Hz. İsa Mesih’in imparatorluğunu daraltan, kendilerine methiyeler düzerek boş yere övünen, haydut gibi davranıp herkesi kendilerine güldürenlere sahi asker demek mümkün müdür? Bütün yaptıkları kiliseye ve onun silahsız askerlerine kılıç çekmek veya dil uzatmaktır. Askerlik, Kilise’yi savunarak, hıyanete aman vermeyerek, ruhbanlığa saygı göstererek, fakir fukarayı gözeterek, asayiş sağlayarak, edilen yemine sadık kalıp kardeşler için kan dökerek ve gereğinde can vererek yapılırsa layıkıyla yapılmış olur.73 Diğerleri ise ellerinde iki ucu keskin kılıç, dilerinde Tanrı’ya övgü, insanları cezalandırır, krallarına zincir, soylulara demir kelepçe vururlar. Neye hizmetle? Budalalığa, çılgınlığa, kibre, tamah veya öz çıkara hizmetle! Olmaz. Amaç öz çıkara hizmet değil, Tanrı’nın, meleklerin ve insanların kararlarını hakkaniyetle gözetmek suretiyle yargı hükmünü toplum yararına yerine getirmek olmalıdır. Onlardan yargıçların verdiği hükmü hakkıyla yerine getirmeleri beklenir. Gerçekten de, “bu şeref O’nun azizlerine aittir”, çünkü böyle davranan askerler birer “aziz” dir ve prenslerine olan sadakatleri, Tanrı’ya iman ettikleri oranda artar…
* The Statesman’s Book of John Salisbury, Alfred A. Knopf, Inc. 1927 Türkçe çeviri: Şükran Ünser.