İnsanoğlu Tanrı’ya Nasıl Hizmet Etmelidir?
Erken dönemin Batılı Kilise babalarından Büyük Gregorius (540-604) etkinliği itibariyle Augustin’ten hemen sonra gelir. Zengin ve ünlü Romalı bir ailenin çocuğudur. Babası senatör, büyük dedesi Papa’dır (III. Felix). Gregorius devlete hizmet etmek üzere eğitilir. Nitekim 572’de Roma valisi (praefectus), yani şehrin en büyük memuru ve senato başkanı olur. Üç yıl geçmeden bütün bu görevleri bırakır, mallarını dağıtıp evini manastır haline getirir ve altı manastır daha kurarak bir keşiş gibi yaşamaya başlar. 579’da diyakoz1 olarak atanır ve Papa II. Pelagius tarafından papalık elçisi (apocrisarius) olarak İstanbul’a gönderilir. Burada altı yıl kaldıktan sonra İtalya’ya daki manastırına döner. 590’da, Papa Pelagius’un Roma’da başgösteren veba salgını nedeniyle ölümünü takiben, Papa (I. Gregorius) seçilir. Gregorius’un bugüne ulaşan yazılı eserleri arasında, Moral Teşvikler, Piskoposluk Hizmetlerine Dair El Kitabı, İncil Hakkında Söyleşiler, Diyaloglar ve olağanüstü insani ve edebi içeriğe sahip olduğu ifade edilen sekiz yüz altmış sekiz mektup vardır. Bunların arasında kendi devrinde, en çok Göreve Dair Ahlaki Davranış Kuralları’nın okunduğu bilinir. Gregorius’un sadece görüşleriyle değil, Kutsal Yazılar’ın tefsiriyle de Kilise’de bin yıl boyunca kabul görmüş bir din adamı olduğu ifade edilir. Aşağıdaki belgeden de anlaşılacağı üzere, dünyevi yaşam ile riyazetçi yaşam çelişkisi Hıristiyanlıkla başlamadığı gibi, bu çelişkinin üstesinden gelmeye çalışanlar da sadece Hırıstiyanlar değildir. Buna karşın, Gregorius’un riyazet meselesine getirdiği entelektüel çözüm, Hıristiyan akidesine uygun olup insanların davranışları üzerindeki etkisini Orta Çağ süresince sürdürebilmiştir.
Göreve Dair Ahlaki Davranış Kuralları*
Aziz Gregorius (540–604), kendisinden iki yüz yıl önce yaşamış olan Augustin (354–430) gibi, bir piskopos (daha sonra Papa I. Gregorious) ve ilahiyatçıdır; bu mevkii durmaksızın mülke, siyasete ve hukuka ilişkin sorunlarla uğraşması gerektiği anlamına gelmektedir. 590’a kadar papalığın idare meclisinde olduğundan, İtalya’nın bütünü kendisinin yetki alanındaydı, ayrıca Bizans ile ilişkiler de kendisinden sorulmaktaydı. Papalığın Batı Avrupa’da yükseldiği bu dönemde ruhani bir önder olarak, kiliseye düzenli olarak giden Romalılar ve genel olarak Hıristiyanlığın selameti emniyet altına alınmalıydı. Piskoposluk Hizmetlerine Dair El Kitabı, Gregorius’un derin tecrübelerinin ürünü olarak ortaya çıktı ve asırlar boyunca piskoposların davranışlarına yön verdi. Öylesine önemsendi ki, Kral Alfred tarafından Eski İngilizceye dahi çevrildi.
Mezar dediğimiz nedir ki? Tefekkürle geçen bir yaşamda da gözlerimiz dış dünyaya kapanmıyor mu? Böyle bir yaşam bizi her türlü dünyevi arzudan saklı tutmuyor mu? Onlar dış dünyaya gözlerini kapamakla tefekküre gömülmüştü. Pavlus bu yüzden onlara dedi ki, “Tıpkı bir ölü gibi, hayatın, Tanrı’daki Hz. İsa’da saklı.” Dünyevi işlere dönük aktif yaşam da bir mezardır, bizi kötü işlerden alıkoymak için ölünün üstünü örter gibi örter üstümüzü, ama tefekkürle geçen münzevi bir yaşam, bizi dünyevi süreçlerden kopararak daha da iyisini yapar. O halde, bedenin arsızlığını denetim altına alanlara düşen görev bu ilahi yöntemle zihni terbiye etmektir. Bu süreçte zihni açan her ne olursa olsun, içe dönük tefekkürün üstünde ve ötesinde, saklı olana uzanmalıdır. Kendini tefekküre vererek yapılması gereken işleri ihmal eden veya elindeki işlerin aciliyeti nedeniyle tefekkürü bir yana bırakan insan, iyi bir vaiz/hatip değildir. Bundan dolayıdır ki, İbrahim ölen karısını, dünyevi yaşama gözlerini kapayabilen her iyi vaizin/hatibin ruhunu gömdüğü gibi, çift katlı bir mezara gömer. Önceden sürdüğü yaşamın dünyevi arzularına duyarlı o ruhtur ki, nefsaniyetten uzak, ama duyarlılığını kaybetmeden ölümde yaşar. Mesih, zaten bu nedenle, O’nun mucizelerini gündüz vakti şehirde sergileyip gecelerini dağda dua ederek geçirir ki, iyi vaizler hareketli şehir yaşamını terk etmemeyi, tefekkürün verdiği hazla şehirde çalışma azminden vazgeçmemeyi öğrenip tefekkür yoluyla soğurduklarını komşularına aktarsın. Çünkü tefekkür yoluyla Tanrı’ya yükselecek, geri dönünce vaaz vererek insanlara hizmet edeceklerdir. Nitekim Musa, kurbanlık bir buzağı kesilirken, ona iki kez boyanmış mor yün bağlayıp yanına çördük otu ve erz ağacı koyar ve böylelikle bedene eziyet ederken inanç, umut ve iyilik buhuru solumuş olur. Çördük otu iç organlarımızı arındırır. Petrus buna kalbi imanla arındırmak der. Erz ağacı ise asla çürümez ve bu nedenle hiçbir sonun göksel umutları tüketemeyeceğine işaret eder. Petrus bir defasında şunu da söylemiştir: Hz. İsa Mesih’in ölüler arasından çıkıp dirilmesiyle, O, bizi lekesiz, hiç bozulmayacak ve solmayacak bir mirasla yeniden yaratıp umutlandırmıştı. Mor yünün kırmızı alevi, içini iyiliğin doldurduğu kalbi ateşe verir. “Hakikat” de Gospel’de, “Buraya dünyayı ateşe vermek üzere geldim,” der. İki kez boyanmış mor yün sunulur ki, yaptığımız iyilik içsel Yargıç’ın nezdinde Tanrı’nın ve komşularımızın sevgisiyle renklensin; inancını kaybetmiş olan ruh, Tanrı aşkına ne komşularımızı ihmal etsin ne de onlarla huzuru kaçıp içindeki En Yüce sevgiyi söndürünceye kadar uğraşıp onları sevindirsin. O halde kim kendini Tanrı’ya adamışsa, ibadet etmekle kalmayıp tefekkürün doruğuna çıksın.
Her şeyden önce şunu bilmelidir ki, ruhlar çeşit çeşittir. Bazılarının zihni tembeldir; bunlar iş yapmak zorunda kalınca daha baştan vazgeçer. Bazıları o kadar huzursuzdur ki, işlerine ara vererek daha çok çalışmak zorunda kalır, düşünmek için daha çok zamana ve özgürlüğe sahip oldukları halde, düşünemez olurlar. Demek ki, ne huzur içindeki zihin aşırıya kaçıp kendini tamamen işe vermeli, ne de huzursuz olan zihin kendini tefekkürle sınırlamalıdır. Tefekkür ettikleri halde işe boğuldukları için tökezleyenler çalışarak diğer insanlara hizmet ediyor olmanın avantajına sahip olarak yaşadıklarını söyler, ama bu gibiler uyuşukluğun kılıcıyla öldürülmüştür. Bazı huzursuz ruhlar tefekkür ederken akıllarının ermediği şeylere takılıp yanlış doktrinlere sapar ve belirli bir tevazu içinde Hakikat’in müridi olacak kadar kafaları yokken, muvazaa ustası olup çıkarlar. Bundan dolayıdır ki, O, kendi ağzıyla “Sağ gözün seni rahatsız ediyorsa çıkarıp at; çünkü tek gözle yaşamak, iki gözle cehennem ateşinde yanmaktan iyidir,” der. Dünyevi yaşam ile tefekküre dönük yaşamın ruhen birlikte yaşanması yüzümüzdeki iki göz gibidir. Sağ göz tefekkürle geçen yaşam, sol göz dünyevi yaşamdır. Ne var ki, yukarıdaki dünyayı ve ruhani şeyleri sezgi gözüyle göremedikleri halde tefekkürün doruklarına dalan ve bir anlayış hatası yaparak inançsızlık çukuruna düşenler de var. Demek ki, tefekküre dönük bir yaşamı benimsemek insanın gücünü aşabilir ve onu hakikatten uzaklaşmak zorunda bırakabilir. Bu zihinsel zaafla dünyevi yaşamı iffetli bir şekilde yaşayarak güvende olmak mümkündür. Dediğimiz gibi, “Hakikat” bu gibi insanları şöyle uyarıyor: “Sağ gözün seni rahatsız ediyorsa çıkarıp at; çünkü tek gözle yaşamak, iki gözle cehennem ateşinde yanmaktan daha iyidir.” O, açıkça şöyle diyor: “Şayet tefekküre yatkın değilsen sağduyulu davran ve güvenliği dünyevi yaşamda ara. En iyisidir diye yaptığın seçimde başarısız olursan elindekiyle yetin. Tefekküre dönük yaşamda hakikat bilgisinden sapmak zorunda kalırsan, dünyevi yaşamda kal ki, gökyüzü krallığına bari tek gözle girebilesin…”
Şunu anlamak lazım: Çoğu kez bir ve aynı anda, sevgi/aşk hareketsiz ruhları harekete geçirirken, korku/kaygı huzursuz ruhları tefekkürden alıkoyar… Kim ki hevesle tefekkür idmanı yapar, ben ne kadar seviyorum diye, önce kendini sorgulasın. Çünkü sevgi/aşk ruhun motor gücüdür. İnsanı bir yandan bu dünyadan çekip çıkarır, bir yandan da yüceltir/yükseltir. İnsan, ister en çok sevdiği şeyleri araştırıyor, ister korkular/kaygılar besliyor olsun, bilinmeyen gerçekleri sevgiyle nasıl kavrayacağını biliyor mu, yoksa korkularına/kaygılarına mı yeniliyor, önce bunu incelesin. Çünkü şayet zihin tefekkür sırasında sevgiyle/aşkla harekete geçmemişse, bu duygusuzluk onu köreltir… O halde, ruh, öncelikle dünyevi olan şeylere duyduğu sevgiden, bedenî (cinsel) tatminden arınmalı; tefekkür bilgisine sonra yükselmelidir. Bu yüzden bir Yasa indi ve Dağ2 insanlara yasaklandı, çünkü o küçücük akılları hâlâ dünyevi şeylerde olan insanlar, yukarıdakileri görmeye tahammül edemeyebilirdi. Hayvan dağa dokunursa taş olur sözü doğrudur, çünkü anlamsız/mantıksız arzulara kapılmış olan zihin, “hayvan dağa dokununca” kendini tefekkürün doruklarına çıkarır…
O halde, tefekkür kalesini fethetmek isteyen mükemmeliyetin doruğuna çıkmaya gayret ederken, önce kendini sınayıp komşularına zarar verip vermediğini, komşularının zarar vermesi halinde aklıselimle hareket edip etmediğini, önüne çıkan fırsatlardan olunca -çünkü haz zihni asla dağıtmaz- pişmanlık duyup duymadığını düşünsün; ve eğer tekrar ruhani şeyleri keşfetmeye, yani kendi iç dünyasına dönerse, maddi şeylerin gölgesini beraberlerinde getirip getirmediğini, o her şeyi kapsayan ışığı görünce kendi çevresindeki tüm imgeleri yok edip etmediğini veya kendi dışına çıkıp varlığını fethedip edemediğini görsün. Burada, “Mezarına bolluk/bereket içinde gireceksin,” dersek doğru söylemiş oluruz. Çünkü mükemmel insan mezara gerçekten “bolluk/bereket içinde girer”; önce dünyevi yaşamın gereklerini yerine getirmiş, sonra da bedenini o dünyadan saklayıp tefekkür yolunda ölmüştür. Böylece, her şey yerli yerine oturur.
Tıpkı ambara mevsiminde giren mısır hasılatı gibi. Çünkü eylem mevsimi önce gelir, tefekkür en son. Mükemmel insan önce çalışıp iyi alışkanlıklar edinerek zihnini terbiye etmeli, ambarını doldurduktan sonra dinlenmeye çekilmelidir. Tanrı’yı beklerken şeytan alayına terk edilmiş olan insan, O’nun Kurtarıcısı’nın ayaklarının dibine böylece oturup talimat alabilir ve kurtuluşunun Müellifi eşliğinde böylece ülkesinden hevesle ayrılır. Ama “Hakikat”in Kendisi olan O’dur ki, ona iyileşme ihsan etmiş; ona, “Önce kendi evine dön ve Tanrı’nın sana ne büyük şeyler yaptığını göster,” demiştir. Çünkü bizler bahşedilen en küçük Tanrı bilgisine sahip olunca insani/dünyevi işlere dönmek istemez, komşularımızın ihtiyaçlarıyla dertlenmekten kaçınır, huzuru tefekkürde bulup bizi emek harcamadan tazeleyecek şeyleri severiz. Ama Tanrı bizi iyileştikten sonra eve gönderip bizlere yapılanları anlatmamızı emreder ki, ruh önce çalışsın, tefekkürle tazelenmeyi sonraya bıraksın.
Bu nedenledir ki, Yakup, Rahel’e hizmet ettikten sonra Leah’a sahip olur. Ona, “Bizim ülkemizde en genç olanı ilk doğandan önce vermek âdet değildir,” denmiştir. Çünkü Rahel “görünen başlangıç”tır, “Leah” ise, “zahmet çeken”. Rahel tefekküre dönük yaşamdan başka bir şeyi sembolize ediyor olabilir mi? Ya da Leah dünyevi yaşamdan? “Başlangıç” tefekkür yoluyla ulaşmaya çalıştığımız Tanrı’dır, “zahmet” ise bir yığın ihtiyacı karşılamak için harcanan emek. Rahel çok güzel, ama kısır; Leah güçsüz, ama bereketlidir. Zihin, huzuru tefekkürde ararken daha çok görür, ama Tanrı’nın çocuklarına dönük olarak daha az üretkendir; kendini vaaz verme işine adayınca daha çok yüklenir, ama daha az görmeye başlar. Nitekim Yakup Leah’yı kucakladıktan sonra Rahel’i kazanır. Böylelikle herkes önce üretken bir yaşamda el ele vermiş, sonra da huzurlu bir tefekkür yaşamında birleşmiştir. Tefekküre dönük yaşam daha kısa olsa bile dünyevi yaşamdan daha değerlidir. Kutsal Gospel’den anlıyoruz ki, bu iki kadın farklı şekillerde hareket etmek üzere tavsif edilmiştir. Meryem, Kurtarıcı’nın sözlerini duymak için onun ayaklarının dibinde otururken, Marta O’na bedenen hizmet etmekte. Marta, Meryem’in hareketsizliğinden (tembelliğinden) yakınınca şunu duydu: “Marta, Marta sen dikkatli/özenli birisin ve seni birçok şey rahatsız etmekte; ama bunlardan biri önemli: Meryem önemli/güzel olanı seçti, kendisinden koparıp alınamayacak olanı.” Oturduğu yerde Tanrı’nın sözlerine kulak kabartan Meryem’de ifade bulan tefekkür değil de nedir? Ya da dünyevi yaşam gereği dünyevi hizmetlerle meşgul olan Marta’nınki? Marta’nın yaptığı ayıp değildir elbet, ama Meryem’inki övgüye değer. Hareketli dünyevi yaşamının pek çok yararı var, ama tefekküre dönük yaşamınki çok daha iyi. Meryem’inki “ondan koparıp alınamayacak” değerde. Tefekküre dönük yaşamın verdiği haz, sonunda çok daha canlı, çok daha hayat dolu olacakken, dünyevi işler bu dünyadan bedenle birlikte gelip geçecek.
* Gregory I, The Great, Morals on the Book of Job, Oxford, 1844-1850.
Piskoposluk Hizmetlerine Dair El Kitabı*
Yönetici her türlü önyargının üstünde olmalı ve herkese şefkatli davranmalıdır ki, içindeki sevgiyle yanındakilerin (diğer insanların) zaaflarına/kusurlarına anlayış gösterebilsin ve görünmeyene duyduğu özlemi düşünce (tefekkür) gücüyle aşsın. Aksi takdirde, yüce emeller güderken kibre yenik düşecek, yukarıdakine ulaşamaz olacaktır.
(…) Bu yüzden, Musa Mabet’i (Tabernacle4) sık sık ziyaret eder; içerdeyken tefekküre dalar, dışarıdayken kendini fakir fukaraya adar. İçinden, Tanrı’nın gizemlerini düşünür, dışından, şehevi insanın yükünü omuzlar. Bilmediği, kuşku duyduğu konuları Mabet’teki Ahit Sandığı5’nın önünde durarak Tanrı’ya danışır. Böylelikle yöneticilere örnek olmakta; dünyevi konularda nasıl bir eğilim içinde olmaları gerektiği hususunda şüpheye düşünce, düşüncelerini derinleştirmeleri, Ahit Sandığı’nın önündeymişçesine hep Tanrı’ya danışmaları gerektiğine işaret etmektedir.
Hakikat, insanın nezdinde, Kendisi’ni dağda dua ederek, şehirde mucizeler yaratarak gösterdi. Böylece, en yüce şeylere tefekkür yoluyla ulaşılabileceğini sanan iyi yöneticilere yol gösterip zayıf ve güçsüz olanların sorunlarını da paylaşmak zorunda olduklarına işaret etti. O halde, hayırseverlik ulvi bir meşgaledir; yakınlarımızın (komşularımızın) zavallılığının uyandırdığı acıma duygusunu ve tenezzülü aşarak merhamete dönüştüğü oranda artıp en yüksek seviyeye çıkar.
Yöneticiler, yönettikleri insanların sırlarını paylaşabilmeli; yönetilenler sırlarını onlara açmaktan korkmamalıdır. Böylelikle, bu küçük şeyler (insanlar) kendilerini baştan çıkaran dalgalara karşı durmaya çalışırken, rahibin anlayışına bir annenin göğsüne sığınırcasına başvurabilecek; ve onun rahatlatıcı sözlerinde, iman dolu gözyaşlarında teselli bulup helak edici kirli günahlarından arınacaklardır.
Mabet’in ön kapısından içeri girmek isteyenler, girmeden önce ellerini yıkasın diye büyük ve taştan bir havuz vardır. Bunu taşıyan on iki öküzün yüzleri açıktır, ama tersleri görünmez. Bu on iki öküz piskoposluk düzeninden başka neyi simgeliyor olabilir ki? Pavlus’un işaret ettiği gibi, Yasa der ki, “Mısırı ezerek geçen öküzün ağzını bağlamayacaksın.” Yaptıkları işi açıkça görür, ama bunun ötesini, yani mutlak Yargıç’ın (onları bekleyen) saklı yargısını göremeyiz. Oysa yakınındakileri (komşularını) itiraf ettikleri günahlarından arındırmak üzere sabırla, alçakgönüllülükle nöbet tutanlar, tabir yerindeyse, Mabet’in kapısındaki leğeni taşıyanlardır. O halde, sonsuzluk kapısından girmek isteyen herkes günahlarını rahibe/papaza açıklayabilmeli, o da kulak vermelidir. Aynı durum leğen için de söz konusudur, çünkü kirli olan kalabalıkların temizlenmesine yarar. Su, kendisinde yıkananların kiriyle berraklığını kaybeder, ama rahibin/papazın bundan korkmasına hiç gerek yoktur; çünkü o diğerlerinin günahlarıyla dertlendiği için Tanrı’nın şaşmaz terazisinde (kendi) günahlarından daha kolay arınır.
Yönetici, belirli bir tevazu içinde, iyi/doğru yaşayanlarla dost, ahlaksız ve günahkârlar karşısında doğruluk adına amansız olmalıdır. İyi/doğru yaşayanlarla hiçbir şekilde uğraşmamalı; kötülere karşı gücünü gerektiğinde hemen kullanmalıdır. Kendini -mevki ve makamı bir yana bırakıp- iyi/doğru yaşam sürenlerin eşiti olarak görmeli; sapkın insanlar karşısında ahlak yasalarını devreye sokmaktan kaçınmamalıdır. Ahlaki Kurallar’da söylediğim gibi, doğa herkesi eşit yarattı. Ne ki, kabahatler düzeni çerçevesinde işlenen suç, bazılarını daha aşağı bir yere itip eşitliği bozdu. Bu farklılık ki, kötülükten kaynaklanır ve tıpkı birinin bir diğeri tarafından yönetilmesi gibi, ilahi adaletin takdirindedir.
O halde, üstün durumda olanlar kendilerini mevki ve makamın verdiği güç itibariyle değil, doğanın eşitlik ilkesi itibariyle değerlendirmeli; mutluluğu insanları yönetmede değil, onlara hizmet etmede aramalıdır. Çünkü kadim babalarımız kayıtlara krallar olarak değil, sürü çobanları olarak geçmiştir. Tanrı Nuh’a ve oğullarına, “Çoğalın ve yeryüzünü doldurun” dedikten sonra hemen şöyle eklemiştir, “Yeryüzündeki tüm hayvanlar sizden ürksün ve korksun.” Korku, kaygı ve dehşet hayvanlara mahsustur, ama insanlara karşı kullanımı yasaklanmıştır. İnsan, doğası itibariyle diğer insandan değil, hayvandan üstündür. Dolayısıyla ona insanlardan değil, hayvanlardan korkması gerektiği bildirilmiştir. Buradan anlıyoruz ki, eşiti nezdinde korkulur olmak, üstünlük taslamaktır ve doğanın düzenine ters düşer.
Ne var ki, tebaa Tanrı korkusundan yoksun ise, yöneticilerinden korkmalıdır. İlahi adaletten korkmayanlar, hiç olmazsa insana karşı günah işlemekten korkmalıdır. Yöneticilerin korku salması kendini beğenmişliklerinden, kişisel tatmin peşinde olduklarından değil, tebaalarının iyiliği içindir. Aslında, kötü yaşam sürenlere korku salmak, tabir yerindeyse, insanlara değil hayvanlara üstünlük taslamaktır; çünkü tebaa hayvan gibi davrandığı ölçüde korkutulmaya müstahaktır.
Hal böyle iken, yöneticilerin diğerlerinden üstün, seçkin olması sık sık kibre yol verir, çünkü kendisine hizmet edilmektedir, çünkü istediği her şey hemen yerine getirilmektedir, çünkü kendisini eleştirme hakkından yoksun olan tebaası, yaptığı kötü şeyleri bile göklere çıkarır. Yönetici, yönettiği insanlar tarafından işte böyle yoldan çıkarılıp kendini kaybeder. Çevresindekilerce kayırılıp iltifata boğuldukça gerçeklik duygusunu yitirir; ne olduğunu unutur ve başkaları tarafından yönlendirilmeye başlar. Kendisini sorgulayacağı yerde, kendisi hakkında başkalarının söylediklerine inanır. Tebaasını hor görür, onları doğanın düzeninin öngördüğü biçimde eşitleri olarak görmemeye ve şans eseri sahip olduğu gücü hak ettiğine inanmaya başlar. Herkesten daha akıllı olduğunu düşünerek kendini üstün görür ve kendisinin de eksikleri olmasına rağmen çevresindekilerle eşit olduğunu kabul etmekten kaçınır. Kutsal Yazı’nın dediği gibi, “Gözü yükseklerde, kibrin çocuklarının kralı olur.” Münferit üstünlüğe heves eden ve meleklerle birlikte (ortak) yaşamayı küçümseyen insan, şöyle der: “Kendimi Kuzey’e konuşlandırıp En Yüce olan gibi olacağım.” Ne var ki, tam da bu nedenle ve mükemmel bir iradenin eseri olarak kendini gücün şahikasına yükseltirken, içsel olarak kazdığı çukura düşer. İnsanoğlu, diğer insanlar gibi olduğu halde, onları hor görüp aşağıladığı zaman yoldan sapmış melekler gibi olur.
Talut6 alçakgönüllülüğüyle ün yaptığı halde, işte böyle yoldan çıkmış, sahip olduğu güç onun gururunu şişirmişti. Tanrı tanıktır; alçakgönüllülükle yol almış, kibriyle geriye düşüp reddedilmiştir: “Sen kendi gözünde bile küçücükken, seni İsrail’deki kavimlerin başı yapmadım mı?” Talut kendi gözünde bile küçücükken, gelip geçici bir güce dayanarak büyüklük tasladı. Kendini herkesten üstün gördü. Ve muhteşem bir şekilde, kendi gözünde küçücükken Tanrı’nın gözünde büyük, kendi gözünde büyükken Tanrı’nın gözünde küçücük oldu.
O halde, bir insan zihni kalabalıkları yönettiği için şişerse yozlaşır ve kibre kapılır. Kibir zihni ayartır. Oysa böyle bir güç onu nasıl kullanacağı, ona nasıl karşı duracağını bilen biri tarafından, pekâlâ denetim altında tutulabilir. Onu (gücü) iyi denetleyebilen yönetici, onun sayesinde günahlarla başa çıkabilen ve onun sayesinde başkalarıyla eşitlik çerçevesinde ilişki kurabilendir. Çünkü insan zihni güce sahip olmadığı zaman bile kibre eğilimlidir; güç sahibi olunca ne hale gelebileceği açık! Ama o, hem ondan yararlanabilmek hem baştan çıkarmasına izin vermemek için gücünü bilerek, özenle ve doğru kullanandır; güçlü olduğu halde kendini diğerleriyle eşit tutarken, günahkârları cezalandırma azmiyle üstünlüğünü koruyandır.
Bu ayrımı, ilk Rahip (Papaz) örneğinden hareketle daha iyi yapabiliriz. Kutsal Kilise’nin başrahipliğini Tanrı’nın lütfuyla üstlenen Petrus, Kornelius7’un gösterdiği ihtirama -oysa secde etmekle doğru olanı yapmıştı- karşı gelmiş; “Böyle davranma, kalk; ben de bir insanım!” deyip onun eşiti olduğunu göstermiş; ama Kornelius, Annanias ile Sapphira8’nın yaptıklarını ortaya çıkarınca yetkisini/gücünü kullanarak onu diğerlerinden üstün bir konuma getirirken, Annanias ile Sapphira’yı sözleriyle mahvetmiştir. Petrus, Kilise’nin başrahibi olarak günahla mücadelenin kendi görevi olduğunu, yani gücünü hatırlamıştır, oysa içsel olarak güç mevhumundan uzak, namuslu kardeşlerinin nezdinde itibarlıdır. Onun ilahi yönetimi, söz konusu olayların birinde eşitlik, diğerinde otoritenin cezalandırma yetkisi/hakkı olarak tezahür etmiştir…
Dolayısıyla, yüksek makam, insanlarla (kardeşlerle) değil, kötülükle mücadeleye dönükse iyi kullanılmış demektir. Yöneticiler kusurlu tebaanın kusurlarını ihya etmek üzere ceza uygularken çok dikkatli olmak ve karşısındakini eşiti olarak görüp alçakgönüllü davranmakla yükümlüdür. Çalışırken bilinçli bir suskunluk içinde olmayı alışkanlık haline getirmeli, tercihlerimizi kusurlarını tesviye edebildiklerimizden yana yapmalıyız, çünkü bu insanlar kusurlarından bizim sert disiplinimiz sayesinde kurtulmuştur; oysa bizim kusurlarımız sözle bile cezalandırılmamaktadır! Bu yüzden, Tanrı’nın huzurunda daha da sorumluyuz, çünkü işlediğimiz günahlar, çoğu kez cezadan muaftır. Öte yandan, uyguladığımız disiplin, insanları işledikleri günahlar nedeniyle cezalandırılmaktan burada (dünyada) muaf tutmasa bile, ilahi yargıdan azade değildir.
Sonuç olarak, kalpte tevazu, işte disiplin şarttır ve korunmalıdır. Bunları yaparken yönetme hakkını alçakgönüllülük erdemine feda etmemelidir, çünkü yönetici değerinden gereksiz yere kaybederse, tebaasının yaşamını disiplinle dahi dizginleyemez9. Bu yüzden, bırakın yöneticiler hizmet ettikleri insanlar nezdinde dışsal olarak gerektiği gibi dik dursun, içsel olarak kendi kendilerine hesap verme korkusu yaşasın. Bununla beraber, bırakın tebaa, yöneticilerinin -onlara yakışır işaretlerin tezahürüyle- alçakgönüllülüğüne şahit olsun; ve böylelikle neden otoriteden korkmaları ve tevazu bağlamında neye özenmeleri gerektiğini kendileri kavrasın.
… (Diyelim) toplumdan dışlanmış, günahkâr biri piskoposluğun yardımıyla salah bulmuş, bu arada vücudundaki bir kırık/çatlak da kanamadan ölmesin diye telle yerine raptedilmiştir. Ne ki, bu gibi kırıklar/çatlaklar tecrübesiz birinin elinde genellikle iyileşmez ve sıkı bağlandığı için çok acı verir.
Bu nedenle, bir tebaanın günah yarası salah bulsun diye baskı yapılırken çok dikkat edilmelidir ki, uygulanan disiplin şefkatten yoksun kalmasın. Yönetici, tebaasına bir anne gibi sevgiyle ve şefkatle yaklaşmalı, ancak bir baba gibi disiplin uygulamalıdır. Böylesi durumların hepsinde tedavi sıkı bir disiplin içinde ya da sevgi ve şefkatten yoksun bir biçimde değil, ihtiyatlı bir biçimde özenle yapılmalıdır.
(…) Bunların birlikte gözetilmemesi ya biri ya diğerinin eksikliği anlamına gelir. Oysa yöneticiler tebaalarıyla ilişkilerinde ne kadar şefkatli davranırsa, sert bir disiplini de bir o kadar sevgiyle uygulayabilir… Bir diğer ifadeyle, yumuşaklık ve sertlik bir arada olmalı, birbirini tamamlamalıdır ki, tebaa gereğinden fazla sertlik ya da gereğinden fazla şefkate boğulup helak olmasın.
Demek oluyor ki, sevgi güçten düşmemeli, gayret kızdırmamalı, azim aşırılığa kaçmamalı, şefkat esirgenmeyip yeterince verilmelidir. Yönetimde adalet ve merhamet böylece harmanlanırken, yönetici korku saldığı zaman bile kalplere huzur verecek, ama bunu yaparken onları kendisine karşı huşu içinde tutmuş olacaktır.
Yönetici dünyevi işlerle uğraşırken manevi yaşamını asla ihmal etmemeli; manevi yaşama gösterdiği özen de dünyevi görevlerinin ihmaline yol açmamalıdır. Çünkü kendini dışa dönük işlere verirse, manen boşluğa düşer; sadece kendi manevi yaşamıyla ilgilenirse, çevresindekilere (komşularına) gereken özeni gösteremez olur. Bazılarının kendi ruhları pahasına tüm benlikleriyle cismani/dünyevi olana adandıkları bir vakıadır. Bunu gerektiği zaman memnuniyetle yapacaklardır elbet, ama bunu gerekmediği halde yapıyorlarsa onları gece gündüz uyarmalıdır. Bunlar, yaptıkları işlere ara verip soluklandıklarında, soluklandıkları için kendilerini daha da yorgun hissederler, çünkü hareketlilikten zevk alırlar ve dünyevi işlerle meşgul olmamayı yorucu bulurlar. Bunlar, zahmetli dünyevi işleri üstlenmekle içsel olanı göz ardı etmişlerdir ki, başkalarına öğretmeleri gereken aslında tam da budur. Sonuçta tebaaları ruhsuzlaşır, zira bu insanlar manen gelişmeyi arzularken, yöneticilerini taklit ederek, tabir yerindeyse, kütüklere takılıp tökezler.
Baştaki ruhsuzlaşınca, tebaa canlılığını kaybeder. Savaşa giden askerlerin yolunu kaybetmiş bir komutanın ardından koşmaları boşunadır. Hiçbir teşvik onları canlandıramaz, hiçbir kınama onları hatalarından vazgeçiremez. Çünkü ruhani önderler dünyanın yargıçları olarak hizmet veremezlerse, çoban sürüsüne hâkim olamaz, tebaa hakikatin ışığını göremez. Rahibin zihnini dünyevi işler işgal etmişse, kışkırtıcı rüzgârların tozu Kilise’nin gözlerini kör eder…
O halde, adi/süfli işleri tebaa yerine getirmeli, yöneticiler en yüce olana hizmet etmelidir ki, adımlara yön vermek üzere yukarıdan bakan gözün o tozdan rahatsız olup görüşü kararmasın. Her yönetici, tebaasının başı olduğu sürece yukarıdan bakarak yol almalıdır ki, ayaklar düz yolda ilerleyebilsin. Dik duran beden eğilir ve baş öne düşüp toprağa bakmaya başlarsa, gelişme ayak sürer. Ruhların yöneticisi, hangi vicdanla diğerleri nezdinde işgal ettiği piskoposluk makamını, eleştirdiği şeyi yaparak, yani dünyevi işlerle meşgul olarak istismar edebilir? Tanrı, “Ve insanlar gibi rahipler olacak! “derken, Peygamber aracılığıyla tam da bunu cezalandırmakla tehdit etmektedir. Rahip, ruhani bir makamı işgal ederken şehevi şeylerin peşinde olduğuna hükmedilenler gibi davranırsa, gerçekten diğer insanlar gibi olur. Peygamber Yeremya, yaptığı bağışın büyük üzüntüsü içinde -ki Mabet’in yerle bir edilmesinde ifade bulur- bunu düşünür ve kınayarak şöyle der: “Altın nasıl paslanır, en güzel renk nasıl değişir; tapınağın/sığınağın taşları dağılıp her sokağa/yola yayılmış!” Tüm madenlerin en değerlisi olan altından kastı kutsiyet değil de nedir? En güzel renkten kastı insanlığın sevdiği dine gösterdiği derin saygı değil de nedir? Tapınağın/sığınağın taşlarından kastı Kutsal Düzen’in mensupları değil de nedir? Sokaklarla/yolla kastettiği bu engin yaşam değil de nedir? Hakikat’in Kendisi der ki: “Tahribata giden yol geniştir.”
(…) Bazıları sürüyü gütme işini üstlenir, ama ruhani işler öylesine serbestiyet gerektirmektedir ki, dünyevi işlere zaman ayırmaz. Böylesi insanlar bedene dair (dünyevi) işleri tamamen ihmal edince tebaalarına yardım edemez. Verdikleri vaazın büyük ölçüde dikkate alınmamasında şaşılacak bir şey yoktur, çünkü günahkârları azarlar, onların yaşamsal ihtiyaçlarını göz ardı ederken sözlerine kim kulak verir? Tebliğ yoksul ve muhtaç insanların kafalarına girmez, ta ki kalplere seslenen yürek merhametli olsun. Oysa vaizin merhametle suladığı kalplerde sözün özü (tohum) hemen filizlenir. Dolayısıyla, yönetici kalplere tohum ekerken, dünyevi olanın tedbirini kusursuz bir biçimde almalı; rahipler kendilerini tebaalarının manevi yaşamına adarken, dünyevi yaşamlarıyla ilgilenmeyi ihmal etmemelidir.
(…) Eğer rahip dünyevi hizmet/yardım sunmaktan imtina ediyorsa, sürünün aklı vaizin sözlerine karşı gelmekte, ona kulak asmamakta haklıdır. Nitekim ilk Rahip (Papaz) şöyle tembihlemişti: “Aranızda eski olanlar ki, ben de eskilerdenim, Hz. İsa’nın çektiği acılara şahit oldum ve zaman içinde tezahür edecek olan o mutluluğun parçasıyım, Tanrı’nın aranızda bulunan sürüsünü güdün/besleyin!” Burada gütmek/beslemekle kastettiği kalp miydi, beden miydi? Hemen açıkladı: “Zorla değil, hevesle ve kirli akçe’nin hatırına değil, Tanrı aşkına gönüllü olarak.”
Anlaşılacağı üzere, bu sözler, rahiplere tebaalarının ihtiyaçlarını karşılarken, ihtiras bıçağını kendilerine saplamamaları için uyarı mahiyetindedir. Tebaa bedensel/dünyevi ihtiyaçlarının karşılanması suretiyle tazelenirken, rahipler doğruluk lokmasından yoksun kalmamalıdır.
* Gregory I, The Great, Pastoral Care, The Newman Press, 1950.