Kurtarıcı Gerçeğin Kaynağı ve Özü Nedir?
Başta, Cluny’liler, Fransiskenler, Ortak Yaşam Biraderleri olmak üzere, manastır çıkışlı tarikatlar reform çağrılarını Orta Çağ boyunca sürdürmüşlerdir. Kısmen dahil olmakla birlikte, Martin Luther (1483-1546) bu geleneğin çok ötesine geçer. Gençliğinde Augustinci bir tarikata giren Luther, kısa süre sonra insanın ölüm sonrası mukadderatına ilişkin dehşet verici bir korkuya kapılır. İnsancı ve lükse düşkün Papalığı tanıma imkânı bulduğu Roma yolculuğu, genç adamın endişelerini giderecek, Tanrı ile arasında hissettiği uçurumu kapatmaya yardımcı olacağı yerde, büsbütün korkutur. Büyüklerinin gözetiminde İncil incelemelerine başlar, zaman içinde de Yeni Ahit’in Erasmus versiyonunda rastladığı Aziz Pavlus mektuplarında teselli bulmuştur.
1517 yılına gelindiğinde, Luther, bütün bunları geride bırakmış, günahkâr ruhlara birkaç florin karşılığı Araf’tan kurtuluş vaat ettiği için adı “ilahi af tezgâhtarı”na çıkan Dominikan tarikatı vaizi Johann Tetzel’e (1465-1519) alenen karşı çıkmış, Wittenburg’daki kilisenin kapısına Doksan Beş Tez (Disputatio pro declaratione virtutis indulgentiarum) olarak bilinen bildiriyi asmıştır. Luther’in bizzat kaleme aldığı bildiri, ruhbanların özellikle de düşkünlüklere ilişkin suiistimallerini protesto eder ve Protestan Reformu’nun temelini oluşturan belgelerinden biri sayılır.
Sonraki dört yıl boyunca Luther’ın atacağı kararlı adımlar, Avrupa’nın ibadet biçimleri farklılaşan çok sayıda cemaate bölünmesiyle sonuçlanır. Luther, kendi ilahiyatını geliştirmiş ve bunu Katolik ilahiyatçılarla giriştiği bir dizi münazarada savunmuştur. Seküler destek elde etmeyi de başaran Luther, böylece kendi kilisesini örgütlemeye başlar. Öte yandan, her ne kadar derin bir inanç sahibi olduğu tartışılmasa da, desteklerini almak için Alman prenslerine körü körüne itaat etmekle suçlanacaktır.
Aşağıda göreceğiniz Alman Milletinin Hıristiyan Asillerine Söylev [An den christlichen Adel deutscher Nation] başlıklı ilk metin, Luther’in sivil otoritenin gerçek doğası konusundaki görüşlerinin bir ifadesidir. Hıristiyan Özgürlüğüne Dair [Von der Freiheit eines Christenmenschen] adlı risalede Lutherciliğin ve aslında Reform hareketinin temel dini fikirleri geliştirilir.
Hıristiyan Asillerine Söylev*
Tanrı’nın lütfu ve kudreti üzerinize olsun, ey Adil Majesteleri! Siz nazik ve aziz beyler!
Benim gibi zavallı ve tek başına bir adamın siz Efendilerimize hitap etmesinin sebebi küstahlık ve ahlaksızlık değildir. Tüm Hıristiyan devletlerini, özellikle de Almanya’yı kasıp kavuran acılar ve sefalet sadece beni değil, herkesi niyaza ve yardım istemeye yöneltti; şimdi ben de yalvarıyorum ve eğer Tanrı ruhunu birilerine bahşetmişse, O’nun perişan halkına yardım eli uzatmasını rica ediyorum. Konseyler sık sık bazı çözümler ortaya atıyorlar ama bazı kişilerin kurnazlığı yüzünden bu çözümler ustalıkla baltalanıyor ve kötülük artıyor; Tanrı’nın yardımıyla şimdi bunların ihanetlerini ve ahlaksızlıklarını ifşa edeceğim – böylece umarım engelleyici ve yaralayıcı faaliyetlerine bir son verirler. Tanrı bize genç ve asil bir hükümdar verdi ve bir çok kalpte umut arttı. Şimdi bizim de elimizden geleni yapmamız ve bu zamandan ve lütuftan faydalanmamız en doğrusu olacaktır.
Yapmamız gereken ilk şey, meseleyi büyük bir ciddiyetle ele almaktır ve neye kalkışırsak kalkışalım, dünyadaki bütün güç elimizde olsa bile sadece kendi gücümüze ve bilgeliğimize güvenmeyelim, çünkü Tanrı iyi bir işe kendi gücümüz ve bilgeliğimize güvenerek başlamamıza tahammül etmez. Bu girişimi yok eder, işe yaramaz hale getirir, 33. Mezmur’da bunu görebiliriz: “Ne büyük ordularıyla zafer kazanan kral var, ne de büyük gücüyle kurtulan yiğit” (33:16). Korkarım bu sebeple bu sevilen hükümdarlar, Birinci ve İkinci Frederick7 ve diğer birçok Alman imparatoru tarih boyunca tüm dünyaya korku salmalarına rağmen papalar karşısında acıklı biçimde geri çevrilip ezildi. Muhtemelen Tanrı’nın gücü yerine kendi güçlerine güvendiler; bu yüzden başarısız oldular. Günümüzde o zalim tiran II. Julius’un bu kadar yükselmesinin sebebi de, korkarak söylüyorum, Fransa’nın, Almanların ve Venedik’in kendilerine bu kadar çok güvenmesi değil midir? Benjamin’in çocukları da kendi güçlerine çok güvenen kırk iki bin İsrailoğlu’nu bu sayede katletmişti (bkz. Tevrat, Hâkimler 20).
Aynısı bize ve asil İmparatorumuz Charles’a da olabileceği için şunu asla unutmamalıyız ki, bu meselede et ve kana karşı değil, dünyayı savaşa boğup kan gölüne dönüştürebilecek ama bu şekilde yenilmeyecek olan bu dünyanın karanlıklarının efendilerine karşı mücadele ediyoruz. Doğal gücümüze olan tüm güveni reddetmeli ve meseleyi mütevazı Tanrı inancımızla ele almalıyız; samimi dualarımızla Tanrı’dan yardım istemeliyiz ve kötülerin hak ettikleri cezayı düşünmeden sadece Hıristiyanlığın sefaletini ve perişanlığını düşünmeliyiz... Düşmanın gücü ne kadar büyükse, biz Tanrı korkusuyla ve tevazuyla hareket etmediğimiz takdirde karşılaşacağımız afet de o kadar büyük olacaktır. Papa ve Romanistler8 bugüne kadar şeytanın yardımıyla kralları kargaşaya ittiyse, meseleyi Tanrı’nın yardımı olmaksızın kendi gücümüz ve yeteneğimizle çözmeyi denersek, buna yine devam edeceklerdir.
Romanistler büyük bir beceriklilikle kendi etraflarına üç duvar ördü ve bugüne kadar kendilerini bu duvarlarla korudular; tüm Hıristiyanlar çok kötü bir duruma düşmüşken kimse bir reforma girişemedi.
İlki, dünyevi güç tarafından baskı altına alındıklarında dünyevi güçlerin kendileri üzerinde hiçbir yargı hakkına sahip olmadığını, aksine, ruhsal gücün dünyevi güçten üstün olduğunu iddia edip savundular.
İkincisi, Kutsal Kitap’taki sözlerle uyarıldıklarında papadan başka hiç kimsenin Kutsal Kitap’ı yorumlayamayacağını söyleyerek itiraz ettiler.
Üçüncüsü, bir konsül toplamakla tehdit edildiklerinde papadan başka kimsenin konsül toplayamayacağını iddia ettiler…
Gelin ilk olarak birinci duvara saldıralım.
Papa, piskoposlar, rahipler ve keşişler Ruhsal Sınıf olarak; prensler, lortlar, sanatkârlar ve köylüler ise Dünyevi Sınıf olarak adlandırılmıştır; bu gayet ince ve ikiyüzlü bir düzendir. Ama kimse bundan korkmasın, çünkü tüm Hıristiyanlar Ruhsal Sınıf’a dahildir ve görev açısından da aralarında hiçbir fark yoktur. Aziz Pavlus’un dediği gibi, biz tek bir vücuduz, her üye diğerlerine hizmet etmek için kendi görevini yapmalıdır. Çünkü tek bir vaftize, tek bir İncil’e, tek bir inanca sahibiz ve tüm Hıristiyanlar aynıyız; vaftiz, İncil ve inanç bizi Ruhsal ve Hıristiyan insanlar haline getiriyor.9
Papa veya bir piskopos tarafından kutsal yağ sürülmesine, başın tepesini kazıtmaya, papazlığa atanmaya, takdis edilmeye, sivillerden farklı elbiseler giymeye gelince – bunlar sadece kişiyi bir riyakâr veya yağlanmış bir kukla yapar ama asla bir Hıristiyan veya ruhani insan haline getirmez. Bu nedenle, Aziz Petrus’un dediği gibi, hepimiz vaftiz edilerek papazlığa atanmış sayılırız: “Siz Tanrı’nın rahipleri, kutsal ulussunuz” (1. Petrus 2:19, ç.n.) ve Vahiy kitabında şöyle yazar: “Onları Tanrımızın hizmetinde krallar ve rahipler yaptın” (Vahiy 2:10). Çünkü eğer içimizde papanın veya piskoposun verebileceğinden daha yüksek bir adanmışlık yoksa hiçbir papa veya piskopos kimseyi takdis ve tahsis töreniyle rahipliğe tayin edemez; hiçbir rahip de ayin yönetemez, vaaz veremez veya günahları bağışlayamaz. Bu yüzden piskoposun takdis ve tahsisi sadece tüm cemaat adına, tüm üyeleri eşit güce sahip bir cemaatten alıp ona diğerleri üzerinde gücünü icra etmesini emretmesi gibidir; aynen bir kralın oğulları olarak onun veliahtı olan on erkek kardeşin içlerinden birini kendi miraslarını yönetmek üzere seçmeleri gibi; hepsi kraldır ve eşit güce sahiptir ama birine yönetmesi emredilmiştir.
Meseleyi daha da basitleştirmek için şu örneği düşünelim: Ruhban sınıfından olmayan birkaç dindar Hıristiyan esir alınsa ve çöle götürülse ve yanlarında bir piskopos tarafından takdis ve tahsis edilmiş bir rahip olmasa, içlerinden evli veya bekâr birini seçseler ve ona vaftizleri yürütmesini, ayinleri yapmasını, günahlarını affetmesini ve vaaz vermesini söyleseler, bu adam tüm piskoposlar ve papalar tarafından takdis ve tahsis edilmiş kadar gerçek bir rahip olur.10 Gerektiği durumlarda herkesin vaftiz edebilmesi ve günahları affedebilmesinin sebebi budur, hepimiz rahip olmasaydık, bu imkânsız olurdu. Dini kanunları sayesinde vaftizin ve Hıristiyan sınıfının bu büyük lütfu ve erdemini neredeyse tamamen yok ettiler ve unutturdular. Hıristiyanlar kendi rahiplerini ve piskoposlarını eskiden cemaat içinden kendileri seçiyorlardı; bu seçimler de daha sonra diğer piskoposlar tarafından teyit ediliyordu, şimdiki gibi azametli değillerdi. Aziz Augustine, Ambrose ve Cypian da böylece piskopos olmuştu.
Dünyevi güç de bizim gibi vaftiz edildiğine, aynı İncil’e ve inanca sahip olduğuna göre onların da rahip ve piskopos olmasına izin vermeli ve onların görevlerini de Hıristiyan cemaati için doğru ve gerekli görevler olarak saymalıyız. Hepimiz rahip olduğumuza göre hiç kimse kendisini öne çıkartmamalı veya bizim onayımız ve seçimimiz olmadan hepimizin yapmaya muktedir olduğu şeyleri yapmayı üstlenmemelidir. Çünkü bir şey herkeste varsa, hiç kimse cemaatin isteği ve emri olmadan o şeyi kendisine saklayamaz. Eğer bir kişi bu görevlere atanırsa ve suiistimaller yüzünden görevden alınırsa, eski haline dönmüş olur. Bu nedenle, rahipler Hıristiyanlıkta bir memurdan başka bir şey olmamalıdır; görevde olduğu sürece önceliği vardır; bu görevden mahrum edildiğinde diğer herkes gibi bir köylü ve vatandaştır. Bu nedenle, bir rahip görevden alındığında artık bir rahip değildir. Ama şimdi characters indelebiles11 diye bir şey icat ettiler; görevden alınan bir ruhbanın yine de ruhban sınıfından olmayan bir kişiden farklı olacağını iddia ediyorlar. Hatta bir rahibin asla rahipten başka bir şey olmayacağını, sade bir vatandaş olamayacağını hayal ediyorlar. Bunların tümü sadece laftır ve insanların icat ettiği kurallardır.
Neticede sade vatandaşlarla rahipler, prenslerle piskoposlar veya onların deyişiyle, ruhani ve dünyevi kişiler arasındaki tek gerçek fark üstlendikleri görev ve işlevdir, ait oldukları sınıf değil. Çünkü gerçek rahipler, piskoposlar ve papalar, hepsi aynı Ruhani Sınıf’tandır ama işlevleri farklıdır, tıpkı rahipler ve keşişler arasında herkesin işlevinin aynı olmadığı gibi. Aynısını Aziz Pavlus ve Aziz Petrus da söyler: “Çok sayıda olan bizler Mesih’te tek bedeniz ve birbirimizin üyeleriyiz” (Romalılar 12:5). Mesih’in bedeni çift veya ikili değildir, bir dünyevi, bir ruhani bedeni yoktur. Tek bir baştan ve tek bir gövdeden oluşur.
Ruhani veya rahipler, piskoposlar ve papalar olarak adlandırdığımız kişilerin diğer Hıristiyanlardan farklı veya yüksek bir seviyede olmadıklarını ama aynı dünyevi otoritelerin kılıcı ve asayı ellerinde tutarak kötüleri cezalandırıp iyileri korudukları gibi, onların da Tanrı’nın sözüyle ve -işleri ve görevleri olduğundan dolayı- dinsel törenlerle daha fazla ilgili olduklarını gördük. Bir ayakkabıcı, bir demirci, bir köylü, hepsi kendi görevini yapar ve mesleğini icra eder, kendini Tanrı’ya adayan rahipler ve piskoposlar da öyle ama herkes kendi görevini yaparken diğer insanlar için faydalı olmalıdır; böylece çeşitli işlerdeki insanlar birleşerek bir cemaat oluşturur, aynen vücudun üyelerinin birbirine yardım etmesi gibi.
Şimdi dünyevi otoritenin ruhbanların üzerinde olmadığını ve onları cezalandıramayacağını söyleyen Hıristiyan doktrinini görelim. Bu, göz büyük acılar çekerken elin yardım etmemesi gibi bir durumdur. Hıristiyanlığa aykırılığını bir kenara bırakalım, bir üyenin diğerine yardım etmemesi veya onu zarar görmekten korumaması doğaya aykırı değil midir? Hayır, diyor daha asil olan üye, geriye kalanlar daha fazla yardım etmek zorundadır. Bu nedenle şöyle diyorum: Dünyevi güç, Tanrı tarafından kötüleri cezalandırmakla ve iyileri korumakla görevlendirilmişse, bırakalım görevini kişilerden bağımsız olarak tüm Hıristiyan vücudu içinde yerine getirsin - karşısındaki isterse papalar, piskoposlar, rahipler, keşişler veya rahibeler olsun.12 Hıristiyanlık görevleri içinde dünyevi gücün görevlerinin rahiplerin veya günah çıkartan papazların görevlerinden veya Ruhani Sınıfın görevlerinden daha aşağı olduğunu gösteren yeterli sebep olsaydı – eğer böyle olsaydı terzilerin, ayakkabıcıların, duvarcıların, marangozların, aşçıların, uşakların, köylülerin ve tüm diğer seküler çalışanların papaya veya piskoposlara, rahiplere ve keşişlere ayakkabı, kıyafet, ev veya yiyecek tedarik etmelerini veya öşür vergisi vermelerini kısıtlamamız gerekirdi. Ama eğer bu çalışanların hiçbir kısıtlama olmaksızın işlerini yapmalarına izin veriliyorsa, Romanist kâtiplerin yazdıkları ne anlama geliyor? Onların dünyevi Hıristiyan gücünün işlerinden çekilmelerinin basit bir sebebi var. Böylece kötülük yapmak için daha özgür olacaklar ve Aziz Petrus’un sözlerini doğru çıkaracaklar: “Sizin de aranızda yanlış öğreti yayanlar olacak... Bunlar aranıza gizlice yıkıcı öğretiler sokacaklar” (2. Petrus 2:1).
Bu yüzden dünyevi Hıristiyan güç görevini hiçbir engel veya engelleme olmaksızın, ister papa, ister piskopos, ister rahip olsun, karşısında kim olduğuna bakmadan yerine getirmelidir; suçlu olan cezasını çekmelidir. Dini kanunların bunun aksini iddia eden tüm sözleri sadece Romanist küstahlığının icatlarıdır. Bu yüzden Aziz Pavlus tüm Hıristiyanlara şöyle demiştir: Herkes (sanırım bu, papaları da içerir) baştaki yönetime bağlı olsun: Yönetim kılıcı boş yere taşımıyor, kötülük yapanın üzerine Tanrı’nın gazabını salan öç alıcı olarak Tanrı’ya hizmet ediyor,” (Romalılar 13:1-4). Ayrıca, Aziz Petrus da şöyle der: “İnsanlar arasında yetkili kılınmış her kuruma Tanrı adına bağımlı olun... Çünkü Tanrı’nın isteği böyledir” (1. Petrus 2:13). Petrus ayrıca, hükümeti küçümseyebilecek kişilerin de geleceğini söylemiştir, aynı şimdi dini yasalarla yaptıkları gibi...
İkinci duvar daha da fazla sallanıyor ve çok zayıf: Sadece kendilerinin İncil’in efendileri olduğunu iddia ediyorlar, tüm hayatları boyunca İncil’den hiçbir şey öğrenmedikleri halde otoriteye sahip olduklarını varsayıyorlar ve önümüzde küstahça sözlerle hokkabazlık yaparak, papanın iyi biri de olsa, kötü biri de olsa inançla ilgili meselelerde hata yapamayacağını söylüyorlar ama bunu tek bir harfle bile kanıtlayamıyorlar. Bu nedenle, dini kanunlar bu kadar çok sapkınca ve Hıristiyanca olmayan, hatta doğal olmayan kanun içeriyor ama bunlardan bahsetmemize gerek yok. Kutsal Ruh’un her zaman yanlarında olduğuna inanmalarına rağmen, ne kadar cahil ve kötü niyetli olsalar da istedikleri şeyi emredecek kadar cesur davranabiliyorlar. Ama bu doğruysa kutsal kitaplara ne gerek var? Onları yakalım gitsin, sonra da Roma’daki ancak dindar ruhları mesken tutan Kutsal Ruh’un mesken tuttuğu cahil beyefendilerle yetinelim. Eğer kendim okumamış olsaydım, Şeytanın Roma’da böylesi ahmaklıkları ortaya attığına ve onu izleyenler olduğuna asla inanmazdım.
Ancak onlarla kendi sözlerimizle savaşmayalım, İncil’den alıntı yapalım. Aziz Pavlus şöyle der: “Toplantıda oturanlardan birine vahiy gelirse konuşmakta olan sussun” (1. Korintliler 14:30). Sadece bize ders veren veya en yüksek koltukta oturan kişiye inanacaksak, bu emrin ne faydası kalır? Mesih kendisi şöyle der: “Tanrı onların hepsine kendi yollarını öğretecektir” (Yuhanna 6:45). Papa ve takipçileri kötücül olabilir ve hatta gerçek Hıristiyan olmayabilirler, Tanrı onlara bir şey öğretmemiş ama sıradan birine öğretmiş olabilir. Bu durumda neden bu adamı takip etmeyelim? Papa birçok defa hata yapmadı mı? Eğer İncil’i anlayan başka birine inanmayacaksak, Papa hata yaptığında Hıristiyanlığa kim yardım edebilir?
Bu yüzden bu kötü tasarlanmış bir masaldır ve sadece papanın İncil’i yorumlayabileceğini veya yorumları teyit edebileceğini ispatlayacak tek bir harf bile gösteremezler: bu otoriteyi kendi kendilerine vermişlerdir. Anahtarlar Aziz Petrus’a verildiğinde bu otoritenin de kendisine verildiğini söyleseler de anahtarların sadece Aziz Petrus’a değil, tüm cemaate verildiği açıkça ortadadır. Ayrıca anahtarlar doktrin veya otoriteye değil, günahı bağlamak veya çözmek içindir;13 bunun dışında iddia ettikleri her şey kendi icatlarıdır. Ama Mesih’in Aziz Petrus’a söylediği, “İnancını yitirmeyesin diye senin için dua ettim,” (Luka 22:32) sözleri, geçmişte kendisi de bunu kabul etmek zorunda kalan birçok inançsız papa olsa da papayla ilgili değildir. Ayrıca Mesih sadece Petrus için dua etmemiştir, tüm havariler ve tüm Hıristiyanlar için dua etmiştir, çünkü “Yalnız onlar için değil, onların sözüyle bana inananlar için de dua ediyorum” (Yuhanna 17:20). Bu yeterince basit değil mi?
İlk ikisi yıkıldığında üçüncü duvar da kendiliğinden yıkılacaktır, çünkü eğer papa İncil’e aykırı hareket ediyorsa, Mesih’in emirleri uyarınca biz İncil’in tarafını tutmak ve onu cezalandırmak ve kısıtlamak zorundayız demektir: “Eğer kardeşin sana karşı günah işlerse, ona git, suçunu kendisine göster. Her şey yalnız ikinizin arasında kalsın. Kardeşin seni dinlerse, onu kazanmış olursun. Ama dinlemezse, yanına bir ya da iki kişi daha al ki, söylenen her şey iki ya da üç tanığın sözüyle doğrulansın. Onları da dinlemezse durumu kiliseye bildir. Kiliseyi de dinlemezse onu putperest veya vergi görevlisi say” (Matta 18:15-17). (...) Ayrıca İncil’de konsül toplama ve onları onaylamaya dair sadece papaya yetki verildiğine dair hiçbir şey gösteremezler; bu konuda kendi kanunlarından başka ellerinde hiçbir şey yoktur; ancak bu kanunlar Hıristiyanlık ve Tanrı’nın kanunlarına ters olmadığı sürece geçerlidir. Bu nedenle eğer papa cezayı hak ediyorsa, bir konsül tarafından cezalandırılmazsa Hıristiyanlık zarar göreceğinden, bu kanunlar bizi bağlamaz. Okuduğumuz gibi, Havarileri konsülün toplanmasına Aziz Petrus değil, tüm Havariler ve yaşlılar çağırabiliyordu.... Ayrıca, papanın çağırdığı konsülleri düşünürsek bunlar dikkate değer bir sonuca ulaşacaklarını da sanmıyorum.
Bu nedenle, ihtiyaç hasıl olduğunda ve papa Hıristiyanlığa karşı bir suç işlerse, bu durumlarda vücudun bir parçası olarak bu işi en iyi yapabilecek inançlı bir kişi gerçek ve özgür bir konsül toplamak için elinden geleni yapmalıdır. Bu işi kimse dünyevi otorite sahipleri kadar iyi yapamaz, özellikle her şeyde tek ruhu ve tek gücü paylaşan yoldaş Hıristiyanlar ve yoldaş rahipler olduklarından, yürütülmesi gerekli ve faydalı olduğu zaman Tanrı’dan aldıkları görevi engellenmeden yürütmeleri gerektiğinden bunu beceremezler...
Ama kimsenin karşı çıkmaması gereken otoriteleriyle övündükleri için bunu konuşmak boştur. Hıristiyanlıkta kimsenin zarar vermeye veya diğerlerinin zarar verilmesini engelleme çabalarını yasaklamaya yetkisi yoktur. Kilisede reformu engellemek için yetki yoktur. Bu nedenle, eğer papa özgür bir konsülün toplanmasını engellemek için güçlerini kullanmak isterse ona veya gücüne saygı göstermek zorunda değiliz; eğer aforoz etmeye ve öfke saçmaya başlarsa, bunları bir delinin hezeyanları olarak küçümsememiz ve Tanrı’ya güvenmemiz, onu aforoz etmemiz ve defetmemiz en iyi çözüm olacaktır. Çünkü gasp ettiği gücün hiçbir anlamı yoktur, o güce sahip değildir ve İncil’deki bir metin sayesinde hemen devrilmesi gerekir. Çünkü Aziz Pavlus Korintlilere, “Tanrı bize yıkmak değil, geliştirmek için yetki verdi,” (2. Korintliler 13:10) demiştir. Kim bu metne başkaldıracaktır?
Umarım şimdi Romanistlerin uzun süre vicdanlarımızı korkutmak ve aptallaştırmak için kullandığı o yalan yanlış hortlakları ortaya çıkartmışızdır. Onlarında diğer herkes gibi dünyevi kılıca tabi olduğunu,yetenek olmadan sadece güçle İncil’i yorumlayamayacaklarını, bir konsülü engelleyemeyeceklerini veya konsüle kendi keyiflerine göre ipotek koyamayacaklarını, önceden sonuçlarını belirleyemeyeceklerini ve özgürlüğünü kısıtlayamayacaklarını ve eğer bunları yaparlarsa Deccal’in ve Şeytan’ın yoldaşı olacaklarını ve Mesih’le tek bağlarının adları olacağını (Christ Mesih, Christian Hıristiyan demektir, bu anlamda sadece adlarında Mesih olacak denmektedir) göstermiş olduk.
* Reform Hareketinin İlk Prensipleri adlı eserden yeniden basılmıştır, çeviren ve editör H. Wace ve C. A. Buchheim, Londra: John Murray, 1883, s. 617-626.
Hıristiyan Özgürlüğüne Dair*
Hıristiyan inancı çoğu kişiye basit bir şey gibi geldi; hayır, çoğu bu inancı, gerçekte olduğu gibi, sosyal erdemlerden biri olarak gördü ve bunu yaparken deneylerle ispatlamadıkları için etkisinin tadını asla bilemediler.14 Herhangi bir insanın, bir zaman üzüntülerin baskısı altındayken bu inancın ruhunu deneyimlememişse, bunu tam olarak anlatması veya doğru biçimde anlatılmış halini tam olarak anlaması mümkün değildir. Ancak bu ruhu çok az da olsa deneyimleyen kişi bu konuyu yazmaya, konuşmaya veya dinlemeye doyamaz. Çünkü Mesih’in Yuhanna İncili’nin 4. bölümünde bahsettiği ebedi hayatın fışkırdığı pınar budur.
İnancımın zenginliğiyle övünebilecek olmasam da, bu konuda yeterli donanımım olmadığını bilsem de, birçok defa kötülüğün ayartmalarına maruz kaldıktan sonra bir damla da olsa inanca eriştim ve bugüne kadar kendi sözlerini bile anlamadan ders veren okumuşların ve kurnaz tartışmacıların hepsinden daha zarifçe olmasa da daha sağlam biçimde bu konudan söz edebilirim. Bu yüzden cahillerin -zaten sadece onlara hizmet etmeye çalışıyorum- daha rahat anlayabilmesi için öncelikle ruhsal özgürlüğe ve kulluğa ilişkin iki önerme ile sağlam bir temel oluşturmaya çalışacağım.
Bir Hıristiyan en bağımsız efendidir ve kimseye tabi değildir; Bir Hıristiyan herkesin en itaatkâr hizmetkârıdır ve herkese tabidir.
Bu ifadeler çelişkili gibi görünse de birbirlerine uydukları anlaşıldığında benim amacıma ne kadar büyük bir hizmet edecekleri anlaşılacaktır. Bunların ikisi de Pavlus’un ifadeleridir, mektuplarında şöyle demiştir: “Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum” (1. Korintliler 9:19) ve “Birbirinizi sevmekten başka hiç kimseye bir şey borçlu olmayın,” (Romalılar 13:8). Sevgi, kendi doğası gereği itaatkârdır ve sevilen nesneye itaat eder. Bu yüzden Mesih bile her şeyin efendisi olmasına rağmen bir kadından doğmuştur, yasaya göre yaratılmıştır, hem özgür hem de hizmetkâr olmuştur; hem Tanrı hem de bir hizmetkâr biçimine girmiştir.
Gelin bu konuyu daha derin ve daha karmaşık bir örnekte inceleyelim. İnsanın iki yönlü bir doğası vardır: Ruhani ve bedeni. Ruh adını verdiğimiz ruhani doğası bakımından ruhsal, iç varlığa sahip ve yeni bir insandır; et adını verdiğimiz bedeni doğası bakımından bedensel, dış varlığa sahip ve eski bir insandır. Havari bu konudan bahsetmiştir: “Her ne kadar dış varlığımız harap oluyorsa da iç varlığımız günden güne yenileniyor” (2. Korintliler 4:16). Bu farkın sonucu olarak İncil’de aslında tek bir varlık olan insanla ilgili birbirine ters ifadeler yer alır; bunun sebebi aynı insan içinde birbirine karşıt iki farklı insan olmasıdır; etin şehveti ruha karşı çıkar, ruh da ete karşıdır.
Önce iç varlık olan insana bakarak bir insanın nasıl aklanmış, özgür ve gerçek bir Hıristiyan, yani ruhani, yeni ve iç varlık olan bir insan olduğunu görelim. Hangi ad altında bilinseler de dış varlıkların hiçbiri kesinlikle bir aklanma durumu ve Hıristiyan özgürlüğünü oluşturma konusunda bir ağırlığa sahip değildir, ama haksız bir durum veya kölelik oluşturma konusunda da ağırlıkları yoktur. Bunu basit bir argüman yoluyla göstermek mümkündür.
Vücudun iyi durumda, serbest ve hayat dolu olması, kendi zevkine göre yiyip içmesi ve kendi zevkine göre hareket etmesi; her türlü ahlaksızlığa sahip en dinsiz köleler bile bu açılardan yeterince zengin olduğuna göre, ruha nasıl bir fayda sağlar? En dindar insanların ve temiz bir vicdana sahip en özgür kişilerin bile hastalıklar, esaret, açlık, susuzluk ve diğer dış varlıkların kötülüğü tarafından rahatsız edilmesi ruhlarına nasıl bir kötülük yapabilir? Bu durumların ikisi de ruhun özgürlüğü veya köleliği ile tamamen ilgisizdir…
Her şeyi bir kenara bırakalım, ruhun kendi çabasıyla gerçekleştirilebilecek olan düşünme, meditasyon ve diğer tüm şeyler hiçbir fayda getirmez. Hayat için aklanma ve Hıristiyan özgürlüğü için sadece tek bir şey lazımdır; o da Tanrı’nın en kutsal sözüdür, Mesih’in İncili’dir, çünkü Mesih şöyle der: “Diriliş ve yaşam benim” (Yuhanna 11:225) ve ayrıca “Oğul sizi özgür kılarsa gerçekten özgür olursunuz” (Yuhanna 8:36) ve “İnsan yalnız ekmekle yaşamaz, Tanrı’nın ağzından çıkan her sözle yaşar” (Matta 4:4 ve Luka 4:4)
Bu nedenle, gelin şunu kesinleştirelim: Ruh, yaşamak için Tanrı’nın sözü dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymaz; Tanrı’nın sözü olmadan ihtiyaçlarından hiçbiri karşılanmış olmaz. Ama söz olduğunda zenginleşir ve başka bir ihtiyaç duymaz, çünkü bu söz hayatın, gerçeğin, ışığın, barışın, aklanmanın, kurtuluşun, neşenin, özgürlüğün, bilgeliğin, erdemin, lütfun, görkemin ve iyi olan her şeyin sözüdür. Peygamberin bir mezmur boyunca ve birçok farklı yerde, inleyerek ve birçok başka söz ederek, iç geçirerek özlediği ve çağırdığı Tanrı’nın sözü budur…
Ama şunu soracaksınız: “Bu söz nedir ve Tanrı’nın bu kadar çok sözü olduğuna göre, bu sözler hangi vasıtalarla kullanılacaktır?” Buna şöyle cevap verebilirim: Havari Pavlus bunun ne olduğunu açıklar, bu Tanrı’nın Oğlu’nun nasıl vücut bulduğunu, çektiği acıları, yükselişini ve Kutsal Ruh tarafından takdis edilmesini anlatan Tanrı’nın Müjdesi’dir (İncili’dir). Vaaz vermek için Mesih’in ruhu beslemesi, aklaması, serbest bırakması ve eğer vaaza inanırsa kurtarması gerekir. Çünkü sadece inanç ve Tanrı kelimesinin faydalı biçimde kullanılması kurtuluşu sağlar. “Hz. İsa’nın Tanrı olduğunu ağzınla açıkça söyler ve Tanrı’nın O’nu ölümden dirilttiğine yürekten iman edersen, kurtulacaksın” (Romalılar 10:9). Sonra da: “Her iman edenin aklanması için Mesih Kutsal Yasa’nın sonudur.” (Romalılar 10:4) ve “İmanla aklanan yaşayacaktır” (Romalılar 1:17). Çünkü Tanrı’nın sözü başka hiçbir çabayla değil, sadece inançla alınabilir ve onurlandırılabilir. Bu nedenle, nasıl ruh yaşamak ve aklanmak için sadece söze ihtiyaç duyuyorsa, başka hiçbir çabayla değil, sadece inançla aklanabileceği de açıktır. Çünkü eğer başka bir vasıta ile aklanmak mümkün olsaydı, söze ve neticede inanca gerek kalmazdı…
Luther daha sonra insanı aklamak için gösterilen çabaların yetersizliğini ve günahkâr insanların kurtuluş için Mesih’in kurban edilmesine muhtaç olduğunu vurguluyor.
Bu nedenle, bu inanç sadece iç varlık olan insanda hâkimiyet kurabilir: “Çünkü insan yürekten iman ederek aklanır” (Romalılar 10:10) ve tek başına aklandığı için hiçbir dış çaba ile iç varlık olan insanın aklanamayacağı, özgürleşemeyeceği ve kurtulamayacağı ve hiçbir çabanın bununla ilgili olmadığı açıktır. Diğer yandan, suçlu olmasının, günaha köle olmasının ve mahkûm edilmesinin tek sebebi de kalbinin küfre sapması ve şüpheye düşmesidir; dış varlıkla ilgili günahlar veya işler değildir. Bu nedenle, her Hıristiyan’ın birincil endişesi çabalarına güvenmeyi bir kenara bırakıp sadece inancını gitgide kuvvetlendirmek olmalıdır; Petrus’un öğrettiği gibi Hıristiyan olmak için başka bir çabaya gerek olmadığını bilerek, yaptığı işleri değil, büyük ıstıraplar çeken ve yeniden insanlar için yükselen Hz. İsa hakkındaki bilgisini artırmalıdır. Bu nedenle, Yahudiler kendisine Tanrı’nın işlerini işlemek için ne yapmaları gerektiğini sorduklarında Mesih yapılacak işlerin birden çok olmadığını söylemiş, onların şişindiğini görünce onlara tek bir şey emretmiştir: “Tanrı’nın işi, O’nun gönderdiği kişiye iman etmenizdir. Çünkü Baba Tanrı O’na bu onayı vermiştir” (Yuhanna 6:27-29)...
Ama İncil’de bu kadar çok iş, seremoni ve yasa tanımlanmışken nasıl olup da inancın tek başına aklanma sağlayacağını ve hiç çabalamadan iyi şeylerden oluşan böylesi bir hazineyi nasıl elde edeceğini soracaksınız. Cevabım şudur: Her şeyden önce şunu aklınızda tutun, aşağıda daha açık biçimde göstereceğim gibi sadece inanç aklanma sağlar, özgürleştirir ve kurtarır.
Bu arada Tanrı’nın Kutsal Kitap’ının emirler ve vaatler olarak iki bölüme ayrıldığı akılda tutulmalıdır. Emirler bize neyin iyi olduğunu öğretir ama öğretisi hemen tamamlanmaz. Çünkü ne yapmamız gerektiğini gösterir ama bize bunları yapacak gücü vermez. Ancak bu emirler insana kendi kendisini tanıtmak için takdir edilmiştir; bunlar sayesinde insanlar iyilik konusundaki güçsüzlüğünü öğrenir ve kendi gücünden dolayı umutsuzluğa düşer. Bu sebepten dolayı bunlara Eski Ahit denir…
Bunun ardından Kutsal Kitap’ın diğer bölümü gelir, Tanrı’nın vaatlerini içeren ve Tanrı’nın görkemini ilan eden bu bölümde şu söylenmiştir: “Yasa’yı yerine getirmek istiyorsan ve yasanın gerektirdiği gibi açgözlülükten uzak durmak istiyorsan, Mesih’e inan, senin için ona lütuf, aklanma, barış ve özgürlük vaat edilmiştir.” Eğer inanırsanız bunların hepsine sahip olabilirsiniz ve eğer inanmazsanız bunlara asla ulaşamazsınız. Çünkü çok sayıda olsa da faydasız olan yasanın tüm işlerini yapmak sizin için imkânsızdır ama inanç ile basit ve kısa bir yoldan yasayı yerine getirmiş olursunuz; çünkü Baba olan Tanrı her şeyi inanca bağlamıştır; inancı olan hepsine sahiptir, inancı olmayan ise hiçbirine. “Tanrı merhametini herkese göstermek için herkesi söz dinlemezliğin tutsağı kıldı” (Romalılar 11:32). Bu nedenle, Tanrı’nın vaatleri, emirlerin mecbur tuttuğu şeyleri verir ve yasanın emrettiklerini tamamlar; böylece her şey sadece Tanrı’dan gelir, hem emirler hem de emirlerin nasıl yerine getirileceğini Tanrı söyler. Sadece O emreder. Sadece O yerine getirir. Bu nedenle, Tanrı’nın vaatleri Yeni Ahit’e aittir; hayır, Yeni Ahit’in kendisidir.
Madem Tanrı’nın bu vaatleri kutsallığa, gerçeğe, dürüstlüğe, özgürlüğe ve barışa ilişkin sözlerdir ve evrensel iyilikle doludur; güçlü bir inançla bunlara bağlanan ruh bunlarla öyle birleşir ki, hayır, onlar tarafından öyle özümsenir ki, sadece onlara dahil olmaz, onlardaki erdemler de ruha nüfuZ eder ve bu erdemlerle dolar. Çünkü eğer Mesih’in dokunuşu iyileştiriyorsa, ondan çok daha yumuşak olan ruhani dokunuş, hayır, sözün içselleştirilmesi, ruhla iletişim kurarak söze ait olan her şeyi aktarır. Böylece ruh sadece inanç yoluyla, hiçbir iş yapmadan, Tanrı’nın sözü sayesinde aklanır, kutsanır, gerçekle, barışla ve özgürlükle ödüllendirilir ve iyi olan her şeyle doldurulur ve gerçekten Tanrı’nın çocuğu haline gelir, çünkü şöyle söylenmiştir: “Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı’nın çocukları olma hakkını verdi.” (Yuhanna 1:12)
Tüm bunlardan inancın neden büyük bir güce sahip olduğunu ve neden iyi işlerin, hatta tüm iyi işlerin bile onunla kıyaslanamayacağını anlamak kolaydır, çünkü hiçbir iş Tanrı’nın sözünü bölemez veya ruhun içine giremez. Ruha sadece inanç ve söz hükmeder; söz nasılsa ruh da ondan yaratılmıştır; ateşe maruz kalan demirin ateşle birleşmesini göstermek için ateş gibi parlaması gibi. Bir Hıristiyan’a sadece inancı yeter, aklanmak için iş yapmasına gerek yoktur. Ama bu işlere ihtiyacı yoksa yasaya da ihtiyacı yok demektir; yasaya ihtiyacı yoksa yasadan azadedir, aynı o ünlü söz gibi: “Yasa doğru kişiler için değildir,” (1. Timoteos 1:9). Hıristiyan özgürlüğü budur, inancımızın etkisi dikkatsiz olmamız veya kötü bir hayat sürmemiz değil, aklanmak ve kurtulmak için hiçbirimizin yasalara veya işlere ihtiyaç duymamamızdır.
Bunu inancın ilk erdemi olarak düşünmeliyiz; gelin şimdi de ikincisine bakalım. Bu da inancın görevlerinden biridir; dürüst ve inançlı olduğuna inandığı kişinin büyük saygı görmesini ve büyük üne sahip olmasını sağlayarak onları onurlandırır. İnandığımız kişiyi onurlandırdığımız gerçeklik ve dürüstlük konusunda ün sahibi olmak en büyük onurdur. Bir insana atfedebileceğimiz, doğruluk ve dürüstlükten ve mutlak iyilikten daha yüksek ne vardır? Diğer yandan, yanlışlık veya haksızlık konusunda üne sahip olmak veya inanmadığımız bir kişiye yaptığımız gibi, bu konuda şüpheli hale getirmek, bir insanın ününe yapılacak en büyük bir hakarettir…
Bu nedenle, Tanrı’nın vaatlerine sağlam biçimde inanan bir ruh O’nu doğru ve dürüst olarak görür; Tanrı’ya atfedebileceği bundan daha yüksek bir ün olamaz. Tanrı’ya yapılacak en yüksek ibadet O’nu doğruluk, dürüstlük ve inandığımız birine atfedebileceğimiz bütün güzel niteliklerle tanımlamaktır. Böyle yaparak ruh O’nun tüm isteklerini yerine getirmeye hazır olduğunu gösterir; böyle yaparak O’nun adını kutsar ve kendisini Tanrı’nın isteğine teslim eder. Çünkü O’nun vaatlerine bağlanmıştır ve O’nun doğruluğundan, adaletinden ve bilgeliğinden ve her şeyi en iyi şekilde yapacağından, harcayacağından ve sağlayacağından asla şüphelenmez. Böyle bir inanca sahip bir ruh Tanrı’ya her şeyde tamamen itaatkâr olmaz mı? Böylesi bir itaat tarafından fazlasıyla yerine getirilmeyen bir emir kalır mı? Evrensel itaatten daha eksiksiz bir yerine getirme olabilir mi? İşte bu iş ile değil, sadece inanç ile başarılabilir…
Karıyı kocayla birleştirir gibi ruhu Mesih’le birleştiren, inancın benzersiz (bir) lütfudur bu; Havarilerin de öğrettiği gibi bu gizemle Mesih ve ruh tek vücut haline gelir. Artık tek vücut oldularsa ve aralarından gerçek bir evlilik -hayır, tüm evliliklerin en mükemmeli- oluştuysa (bu büyük evliliğin yanında insan evlilikleri çok daha zayıftır), ortaya çıkan şeyler, hem iyi hem de kötü şeyler, ikisinin ortak malı olur; böylece Mesih nelere sahipse inanan bir ruh bunları kendine alabilir ve bunlar kendisininmiş gibi övünebilir ve ruha ait olan ne varsa Mesih onların kendisinin olduğunu iddia edebilir.
Sahip olunan şeyleri karşılaştırdığımızda kazancın ne kadar paha biçilmez olduğunu görebiliriz. Mesih lütufla, hayatla ve kurtuluşla doludur; ruh ise günahla, ölümle ve mahkûmiyetle doludur. İnanç devreye girdiğinde günah, ölüm ve cehennem Mesih’e ait olacak ve lütuf, hayat ve kurtuluş ruha verilecektir. Çünkü eğer koca ise, karısına ait olanları kendisine alması ve kendisine ait olanları da karısına vermesi gerekir. Çünkü karısına kendisini ve vücudunu vermezse, kendisine ait olan her şeyi nasıl vermiş olabilir? Karısının vücudunu kendisine alırken karısının her şeyini nasıl olur da almaz?
Bu yüzden inançlı ruh Mesih’e olan inancını taahhüt ettiğinde tüm günahlardan arınır, ölüm korkusundan ve cehennemden kurtulur ve kocası olan Mesih onu ebedi dürüstlükle, yaşamla ve kurtuluşla donatır. Böylece ona muhteşem bir gelin gibi sunar kendisini, lekesiz ve kırışıksız; sözün sularında yıkanıp temizlenmiştir; yani hayat, dürüstlük ve kurtuluş sözüne inanarak. Bu yüzden ruhla nişanlanması “sadakatle, dürüstlükle, adaletle, sevgiyle ve merhametle” olur...
Tüm bunlar sayesinde neden inanca bu kadar büyük bir önem atfedildiğini anlayabilirsiniz, çünkü sadece inanç ile yasayı yerine getirebilir ve çabalamadan aklanabilirsiniz. Çünkü, “Sadece tek bir tanrıya ibadet edeceksin,” diyen on emrin ilki de sadece inanç ile yerine getirilebilir. Ayaklarınızın tabanından başınızdaki taca kadar iyi işlerle dolu olsanız bile ne Tanrı’ya ibadet etmiş ne de ilk emri yerine getirmiş olursunuz, çünkü O’na gerçekten de yüklemeniz gereken gerçeğin şanını ve evrensel iyiliği yüklemeden Tanrı’ya ibadet etmek imkânsızdır. Bu işlerle yapılamaz, sadece kalbin inanması ile mümkündür. Tanrı’yı övmek ve O’nun gerçek olduğunu itiraf etmek çalışarak değil, inanarak olur. Bu nedenle, inanç bir Hıristiyan’ın tek dürüstlüğüdür ve tüm emirleri uygulama biçimidir. İlkini yerine getiren için diğerlerini yerine getirmek basittir.
İşler, akıldışı şeyler oldukları için Tanrı’yı övmezler ama inanç varsa Tanrı’nın şanı için yapılmaları mümkündür. Ama biz bugün yapılan işlerin niteliğini değil, işleri yaparak Tanrı’yı öveni ve iyi işleri yerine getireni sorguluyoruz. Bu kalbin inancıdır, dürüstlüğümüzün başı ve özüdür. Bu nedenle, emirlerin ancak işlerle yerine getirileceğini öğreten doktrin kördür ve tehlikelidir. Emirler iyi işler yapmadan önce yerine getirilmiş olmalıdır ve aşağıda göreceğiniz gibi, bunun ardından iyi işler gelmelidir...
Luther bunun ardından Roma Kilisesi’nin Kutsal Kitap’ın öğretisinden sapma olarak değerlendirdiği şeylerin, özellikle aracılık eden ayrı bir rahipler düzeni oluşturmasının etkilerini tartışıyor. Bunun sonucunda, “Hıristiyan lütfuna, inanca ve... Mesih’e ait bilgi tamamen yok olmuştur.” Böyle olduğu için vaazlar Mesih’e olan inancı canlandırmak ve artırmak yolunda çabalamalı ve başka bir amaca yönelmemelidir.
Haydi gelin şimdi (...) dış varlık olan insanla ilgilenelim. Burada, inanç kelimesinden ve iddialarımdan rahatsız olanların şu sorusuna cevap vermeliyiz: “Eğer inanç her şeyi hallediyorsa ve tek başına aklanmak için yeterliyse, neden iyi işler yapmak emredildi? Öyleyse sadece inançla yetinip iyi işler yapmak konusunda rahat mı olmalıyız?” Ey saygısız insanlar, öyle değildir diye cevaplıyorum, öyle değildir. Tamamen içsel ve ruhsal kişiler olsaydık durum gerçekten de bu olurdu, ancak ölülerin dirileceği son güne kadar bu doğru olmayacaktır. Etin içinde yaşadığımız sürece gelecek yaşamda tamamlanacak şeylere başlıyoruz ve bu şeylerde ilerleme kaydediyoruz. Bu nedenle, Havari bu hayatta sahip olduklarımızı Kutsal Ruh’un ilk meyveleri olarak adlandırır. Gelecekte onuncu meyvelere ve Kutsal Ruh’un bütünlüğüne sahip olacağız. Hıristiyan’ın herkesin hizmetkârı ve herkese tabi olduğuna dair daha önce söylediğim ifade de bu bölüme ait bir olgudur. Özgür olduğu bölüm için hiçbir şey yapması gerekmez ama hizmetkâr olduğu bölümde tüm işler ona aittir. Gelin bunun hangi prensibe göre böyle olduğunu görelim.
Daha önce söylediğim gibi, içsel olarak ve ruh açısından insan sadece inanç ile aklanabilirken, gelecekteki yaşama kadar her gün bu inancı ve bereketi artırmak şartıyla sadece inanca sahip olması yeterliyken, yine de yeryüzü üzerinde diğer insanlarla ilişki kuracağı ve kendi vücuduna hükmetmesini gerektiren ölümlü bir yaşam sürmektedir. İşte işler burada başlar, burada rahatına bakamaz, burada oruç tutarak, izleyerek, çabalayarak ve diğer ölçülü disiplinlerle vücuduna talimler yaptırmayı önemsemelidir; böylece vücudu ruhuna boyun eğebilir ve içsel insana ve inanca itaat edebilir ve uyabilir; kontrol edilmediği takdirde doğası gereği yapacağı şeyleri yapmaz, yani ne bu duruma karşı isyan eder ne de karşı koyar. Çünkü Tanrı’ya uyan ve inanç sayesinde Tanrı’nın görüntüsüne göre yaratılmış olan içsel insan kendi mutluluğunu ve neşesini böylesi nimetlerin ihsan edildiği Mesih’te bulur ve bu yüzden sadece bir görevi vardır: Sınırsız bir sevgiyle ve neşeyle Tanrı’ya hizmet etmek...
Ancak bu işler insanın Tanrı önünde aklanmasını sağlayacağı düşüncesiyle değil -çünkü Tanrı önünde tek dürüstlük olan inanç bu yanlış düşünceyi taşıyamaz- vücudun boyun eğmesini sağlamak ve onu kötü tutkulardan temizlemek amacıyla yerine getirilmelidir; böylece gözlerimiz sadece bu tutkuları temizlemeye yönelebilir. Çünkü ruh inançla temizlenip Tanrı’yı sevmesi sağlandığında tüm şeyleri de aynı şekilde temizler; özellikle de kendi vücudunu temizler ki her şey Tanrı sevgisi ve övgüsünde kendisiyle birleşsin. Bu yüzden kendi vücudunun gereksinimleri sebebiyle insan işleri hafife alamaz, aksine, vücuduna boyun eğdirmek için çok sayıda iyi iş yapması gereklidir.Ancak yine de bu işler Tanrı önünde aklanmanın vasıtaları değildir; bu işleri Tanrı hizmeti yönündeki kendi çıkarını umursamayan bir sevgiyle yapar; her şeyin saygılı biçimde kendisine itaat etmesini isteyen Tanrı’yı memnun etmekten başka bir amacı yoktur.
Bu prensip uyarınca her insan kendi vücudunu ne dereceye kadar ve hangi belirtilere göre cezalandırıp yola getireceğine kendisi kolayca karar verebilir. Vücudunun kusurlarını ve şehvetini bastırmak için yeterli gördüğü kadar oruç tutacak, izleyecek ve çalışacaktır. Ama yaptıkları işlerle aklanmış gibi yapanlar kendi arzularını öldürmekle değil, işin kendisiyle ilgilenirler; ne kadar çok ve ne kadar büyük işler yaparlarsa, onlar için her şeyin iyi olacağını ve aklanacaklarını düşünürler. Hatta bazen kendi beyinlerine zarar verir ve doğalarını yok ederler, en azından faydasız hale getirirler. Eğer bir adam inanç olmadan işleriyle aklanmayı ve kurtulmayı amaçlıyorsa, bu Hıristiyan hayatı ve inancı konusunda ahmaklık ve cahillik etmektir...
Bir piskopos bir kiliseyi kutsarken, bir çocuğu takdis ederken veya görevinin gerektirdiği başka bir şeyi yaparken, bu işleri yapan bir piskopos olarak kutsanmış olmaz, hayır, eğer önceden bir piskopos olarak kutsanmamışsa, bu işlerden hiçbirinin bir geçerliliği olmaz; bunlar aptalca, çocukça ve saçma işler haline gelir. Bu yüzden bir Hıristiyan kendi inancı tarafından kutsanmışsa iyi işler yapabilir ama bu işler onu kutsal bir insan veya daha Hıristiyan yapmaz. Bu sadece inancın etkisidir; hayır, önceden bir inanan ve bir Hıristiyan değilse yaptığı işlerden hiçbirinin bir değeri olmaz, aslında hepsi dinsizce yapılmış ve lanetlenmesi gereken günahlardır.
Şu iki söz doğrudur: İyi işler bir adamı iyi yapmaz ama iyi bir adam iyi işler yapar. Kötü işler bir adamı kötü yapmaz ama kötü bir adam kötü işler yapar. Bu yüzden iyi bir iş yapılabilmesi için öncelikle kişinin veya özünün iyi olması ve iyi işlerin iyi bir insan tarafından yapılmış olması gereklidir. Mesih’in dediği gibi: “İyi ağaç kötü meyve, kötü ağaç da iyi meyve vermez” (Matta 7:18). Açıkça bellidir ki meyve ağacı oluşturmaz, ağaç da meyvenin üzerinde yetişmez; tam tersine, ağaç meyveyi oluşturur ve meyve ağaçta yetişir...
Madem işler insanı aklamaz ama insanın iyi bir iş yapmadan önce aklanması gerekir, sadece inanç Tanrı’nın Mesih aracılığıyla bahşettiği merhametiyle ve O’nun sözü vasıtasıyla kişiyi doğru ve yeterli biçimde aklayabilir ve kurtarabilir; bir Hıristiyan’ın kurtuluş için ne işe ne de yasaya ihtiyacı vardır, çünkü inanç ile yasadan tamamen özgür olur ve bu mükemmel özgürlük sayesinde yaptığı her şeyi karşılıksız yapar; ne kâr ne de kurtuluş amacıyla çalışır -çünkü Tanrı’nın lütfu sayesinde zaten kurtarılmıştır ve inancı sayesinde zaten zengindir-, sadece Tanrı’yı memnun etmek için uğraşır.
Bu nedenle, hiçbir iyi iş inanmayan bir kişiye aklanma veya kurtuluş sağlamaz; diğer yandan hiçbir kötü iş insanı kötü ve lanetli kılmaz ama insanı ve ağacı kötü yapan inançsızlık onun işlerini kötü ve lanetli hale getirir. Bu nedenle, bir insanın iyi veya kötü olması işlerine değil, inancına veya inançsızlığına bağlıdır...
Gerçek Hıristiyan hayatı buradadır; burada inanç gerçekten sevgiyle çalışır; bir insan kendini neşeyle ve sevgiyle bu en özgür hizmetkârlığın işlerine verirse, ve gönüllü biçimde, karşılık beklemeden diğerlerine hizmet ederse kendi inancının tamlığı ve zenginliğiyle tam anlamıyla tatmin olur...
Böylece sevgi ve neşe inançtan Efendimize doğru akar ve sevgiden kaynaklanan neşeli, istekli ve özgür bir ruh, şükran duyulup duyulmamasına, övülmeye veya suçlanmaya, kâra veya zarara bakmadan gönüllü olarak komşumuza yardım eder. Amacı insanları sorumluluk altına almak değildir, dostlar ve düşmanlar arasında ayrım yapmaz, şükran duyulup duyulmamasına aldırmaz; ister nankörlükle kaybedecek olsun, ister iyi niyet kazanacak olsun, özgürce ve isteyerek kendini ve malını mülkünü harcar...
Bu inanç özgürlüğünü duyduklarında bunu hemen bir izin vesilesine dönüştürmek isteyen birçok insan vardır. Artık her şeyin kendileri için yasal olduğunu düşünürler ve özgür insanlar ve Hıristiyanlar olduklarını göstermek için seremonilere, geleneklere ve insanların yasalarına olan nefretlerini ve şikâyetlerini göstermek dışında bir yol bulamazlar; sanki sadece belirli günlerde oruç tutmayı reddettikleri veya diğerleri oruç tutarken et yedikleri veya geleneksel duaları etmeyi ihmal ettikleri için Hıristiyan’dırlar; insanların emirleriyle alay ederler ama Hıristiyan dinine ait olan diğer her şeyi tamamen ihmal ederler. Diğer yandan, sadece seremonileri takip ederek ve saygı göstererek kurtuluşu bulacaklarını ümit edenler bunlara büyük bir inatla direnir; belirlenen günlerde oruç tuttukları veya etten uzak durdukları veya kural gereği tüm dualara katıldıkları için kurtulduklarını sanırlar; Kilise’nin ve Kilise’nin Babalarının emirleri hakkında yüksek sesle konuşurlar ve gerçek inanca ait olan şeyleri hiç umursamazlar. Her iki taraf da açıkça suçludur, çünkü kurtuluş için önemli ve gerekli şeyleri ihmal ederlerken, önemsiz ve gereksiz şeyler hakkında yüksek sesle tartışırlar.
Havari Pavlus bize orta yoldan yürümemizi, her iki aşırılığı da lanetlememizi söylerken ne kadar da haklıdır: “Her şeyi yiyen yemeyeni hor görmesin; her şeyi yemeyen yiyeni yargılamasın.” (Romalılar 14:3)...
Mesih inancıyla serbest bırakılmamızın sebebi işler değildir; işlerin temelindeki inanç, yani aptalca bir tahminle işlerimiz ile aklanmayı umut etmekten vazgeçmektir. İnanç vicdanlarımızı kurtarır, onları düzgün hale getirir ve korur, böylece aklanmanın işlerimize bağlı olmadığı gerçeğini görebiliriz ama iyi işlerin aklanmaya ihtiyaç duyması ne mümkün ne de gereklidir, aynı bizim yemeden ve içmeden ve bu ölümlü vücudun tüm işlevlerini yerine getirmeden var olamayacağımız gibi. Yine de aklanmamızın temeli bunlar değil, sadece inançtır ama bu yüzden işler ne küçümsenebilir ne de ihmal edilebilir…
Yani bu dünyada seremoniler ve işler olmadan yaşayamayız, çünkü gençliğin ateşli ve tecrübesiz döneminin böylesi bağlarla kısıtlanması ve korunması gereklidir ve herkes kendi vücuduna bağlı olduğundan böylesi şeylere dikkat etmek zorundadır; bu yüzden Mesih’in elçileri (rahipler) insanlara Mesih’in bu konulardaki tavrını öğretirken ve onlara hükmederken, insanların arasında acılık boy vermesin ve Pavlus’un Yahudileri uyardığı gibi bu durum birçok kişiye bulaşmasın diye ölçülü ve inançlı biçimde davranmalıdırlar; Pavlus Yahudileri inançlarını kaybedip aklanma vasıtası olarak işlerine güvenmemeleri konusunda uyarmıştır. Bu, işler konusunda olduğu kadar inanç konusunda da sürekli telkinde bulunulmazsa kolayca gerçekleşebilen ve birçok kişiye bulaşabilen bir durumdur. Şimdiye kadar piskoposlarımızın ve teologlarımızın ahlak bozucu, dinsiz ve ruhu tahrip eden gelenekleriyle ve fikirleriyle yapıldığı gibi inanç konusunda sessiz kalınırsa ve sürekli insanların emirleri anlatılırsa, bu kötülükten kaçınmak olanaksızdır. Sonsuz sayıda ruh bu tuzaklarla cehenneme çekilmiştir, bunlara bakarak Deccal’in işlerine tanık olabilirsiniz...
Hıristiyan hayatında seremonilerin yeri, inşaatçıların veya işçilerin inşa etmeden veya çalışmadan önce yaptıkları, kalıcı veya kendi başına bir anlamı olmayan hazırlıkların inşaatçı ve işçilerin işindeki yeri gibidir; bu hazırlıklar olmadan bina inşa edilemez veya iş görülemez. Yapı tamamlandığında bu hazırlıklar bir kenara koyulur. Burada gördüğünüz gibi biz bu hazırlıkları ayıplamıyoruz, onlara verilebilecek en yüksek değeri veriyoruz; bunların içindeki bir inanışı ayıplıyoruz, çünkü hiç kimse bunların gerçek ve kalıcı bir yapı oluşturduğunu düşünmüyor. Eğer biri açıkça ve akıldışı bir biçimde, hayatta bu hazırlıkları mümkün olan tüm masraflarını çekerek, bu uğurda çabalayarak ve azimle uğraşarak yapmak dışında bir amacı kalmamış gibi davranıyor ama yapının kendisini hiç düşünmüyorsa, bu faydasız hazırlıklar ve desteklerle mutlu olup kibirleniyorsa, onun deliliğine acıyıp ne büyük binalar inşa edebilecek paraların sokağa atıldığını düşünmez miyiz?
* Reform’un İlk Prensipleri adlı kitaptan alınarak yeniden basılmıştır. Çeviren ve editör H. Wace ve C. A. Buchheim (Londra: John Murray, 1883), s. 634-647.
Roma’daki Papalık*
Bu risale 1520 yılında basılmıştır ve Luther’in 1519’daki Leipzig Görüşmesi’nde kurtuluşun papanın ilahi üstünlüğüne inanmaya bağlı olmadığı şeklindeki açıklamalarının gerekçelerini içerir. Papalığın üstünlüğünü Luther’e karşı savunması için Merseburg Piskoposu tarafından atanan Fransiskan keşişi Augustine von Alveld’in (1480 – 1535) yazdığı kitabı yanlışlamayı hedeflemektedir.
Öyleyse soru şudur: Tüm Hıristiyan âlemi üzerinde (onların dedikleri gibi) gerçek güce sahip olan Roma’daki papalık ilahi midir, yoksa insan kökenli midir? Sadece Roma tarafından onaylanan rahip ve piskoposlarının olmaması ya da şimdi olduğu gibi böyle bir onayı parayla almayıp kendileri ile dalga geçilmesine ve Almanlar gibi aptal yerine konmalarına izin vermeyen fakat vaftiz, ayin, Müjde ve imanın diğer maddelerine sadık kalma konusunda bizimle hemfikir olmalarına rağmen dünyadaki diğer Hıristiyanların kâfir ve dönek olduğunu söylemek Hıristiyanlar için mümkün müdür, değil midir? Bunun gibiler, Muskovitler, Ruslar, Yunanlar, Bohemler ve dünyadaki diğer büyük insanlardır...
Leipzig’deki bu asil ve yararlı küçük Katolik kitabının bana saldıran üç güçlü argümanını hatırlıyorum.
İlki ve en güçlüsü, bana ad takmalarıdır - kâfir, kör, budala, şeytan tarafından ele geçirilmiş, iblis, zehirli sürüngen, ve aynı anlama gelen diğer isimler; sadece bir kere de değil, bütün kitap boyunca neredeyse her sayfada. Bu tarz karalamalar, dedikodular ve iftiraların diğer kitaplarda hiçbir değeri yoktur. Ama bir kitap Leipzig’de ortaya çıkarıldığında ve Aziz Francis’in kutsal gözetimi ve Katolik çıplak ayaklı keşişlerin olduğu manastırda basıldığında, bu tarz isimler sadece azalma örnekleri olmaz, aksine, papa gücünü savunma, bağımlılık, İncil, iman ve Kilise ile güçlü argümanlar olur. Bunlardan hiçbirinin İncil ya da akılla ispat edilmesine gerek yoktur; Aziz Francis’in kutsal itaatkârı ve bir Katolik tarafından kitaba konması yeterlidir...
İkinci argüman, kısa ve özlü bir şekilde söylemek gerekirse, doğal bir sebep.
Argüman şöyle: a) Yeryüzündeki tüm cemaat, eğer parçalara ayrılmayacaksa, tek ve gerçek bir baş altında toplanmalıdır ki bu da Hz. İsa’dır. b) Madem ki tüm Hıristiyan âlemi yeryüzündeki tek cemaat, bir başı olmalı ki, bu da papa.
Anlaşılır olması adına bu argümanı a ve b şekilde harflerle adlandırdım. Bu Katoliğin a-b-c’ yi, b’ye doğru tüm yolları öğrendiğini de ayrıca göstermek istedim. Ama yine de bu argümanı cevaplamak için: Soru papanın gücü ilahi hak mı, değil mi olduğu için insan aklı tarafından ele alınması (geçici şeylerle elde edilen bir yetenek) ve ilahi kanunla bir yere yerleştirilmesi biraz saçma değil mi, özellikle de bu ilahi kanunu bana karşı kullanmak için getirilmiş sefil küstah bir kasıtken. İnsan aklının ve deneyimlerinin öğrettikleri ilahi kanunun çok ötesindedir. Kutsal Kitaplar bize açıkça aklımızı takip etmemizi yasaklar, Yasa Kitabı XII, “Bugün burada yaptığımızı yapmayın; herkes kendi gözünde doğru olanı yapıyor”; “insan aklı Tanrı’nın kanununa karşı daima uğraş içindedir”; Yaratılış VI’da söylediği gibi, ”insanın aklı fikri hep kötülükte”. Bu yüzden insan aklı daha önceden imanla tanışmamış ve aydınlanmamış ise bununla ilahi nizamı oluşturmak ya da savunmak ışıksız bir fenerle güneşe ışık tutmak ya da bir kayaya kamış dayamak kadar anlamsızdır. Isaiah vii., “Bana güvenmezseniz anlayamazsınız ya da düşünemezsiniz,” derken aklı imana bağlar. “Aklınız yoksa bana inanmazsınız,” demez...
Katoliklerin tüm çekişmeleri belki desteklenebilir diye Tanrı’nın yüceliğinin hedef, Kutsal Ruh’un yalancı ve kâfir haline getirildiği üçüncü argümana gelelim.
İkincinin akıldan ve birincinin ahmaklıktan çıkması gibi, üçüncü argüman da Kutsal Kitaplardan çıkmaktadır, böylece her şey sırayla düzgün bir şekilde yapılabiliyor...
Bu durumda bu dindar insanların Hz. İsa’nın kutsal sözlerine nasıl yaklaştıklarına bakalım. Matta XVI’da Hz. İsa Aziz Peter’e, “Ben de sana şunu söyleyeyim, sen Petrus’sun ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım. Ve Göklerin Egemenliği’nin anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak, yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de çözülmüş olacak,” der. Bu sözlerden onların anahtarları sadece Peter için istedikleri anlamı çıkar.
Ama aynı Matta, Hz. İsa’nın herkese seslendiği XVIII. bölümdeki bunun gibi bazı yanlış tefsirleri yasaklamıştır: “Hakikaten size söylüyorum, yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak, yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de çözülmüş olacak”. Burada Hz. İsa’nın kendi sözlerini söylediği açıktır ve XVIII. bölümde anahtarların kendi kişiliğine değil, tüm kilise yerine Aziz Peter’e verildiği XVI. bölümü açıklar. Nitekim Yuhanna’nın son bölümünde de, “Onların üzerine üfleyerek, ‘Kutsal Ruh’u alın!’ dedi. Kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız, bağışlanmamış kalır,” yazar. Aziz Peter’in yegâne otoritesini sürdürmek için bir taneye karşı iki metin varken çoğu kişi boş yere çalıştı. Ama Müjde çok açıktır ve onlar ilk bölümde Aziz Peter’e kendisi için özel hiçbir şey verilmediği konusunu kabul etmek zorunda kaldılar...
Şimdi Katolik cemaatinin daha büyük kısmı ve papaların bazıları bile dinlerini mücadele etmeden ahlaksızca terk ettiler ve açıkça görüleceği üzere Şeytan’ın gücü altında yaşadılar ve nitekim papalık sık sık cehennemin kapılarının egemenliği altında kalmıştır. Ve açıkça söylemeliyim ki, bu aynı Katolik otorite tüm Hıristiyan âlemi üzerinde hızla yükselme cüretini gösterdiğinden beri sadece amacına ulaşmakla kalmadı, aynı zamanda neredeyse bütün dönmelerin, sapkınlığın, uyuşmazlığın, mezheplerin, Hıristiyan âlemindeki inançsızlığın ve bedbahtlığın sebebi oldu ve asla kendini cehennem kapılarından kurtaramadı. Ve eğer Katolik otoritesinin ilahi değil de insan eliyle yapılmış bir şey olduğunu ispatlayacak başka metin yok ise Hz. İsa’nın kayaların üzerine inşa ettiği kilisesine karşı cehennemin kapılarının galip gelemeyeceğini söylediği bu metin tek başına yeterli olacaktır. Şimdi cehennemim kapıları çoğu zaman papalığın gücüne sahipti, zaman zaman papa dindar bir adam olmadı ve makamı erdemden ve güzel işlerden yoksun, imansız bir adam tarafından işgal edildi ki, eğer papalık Hz. İsa’nın kaya ile ilgili sözlerinde geçseydi, Tanrı buna asla izin vermezdi. Çünkü o zaman sözünü de yerine getiremeyecek ve sözünde dürüst olmayacaktı; bu nedenle, Hz. İsa’nın inşasının üzerinde olduğu kaya papalıktan ve onun harici kilisesinden tamamen başka bir şey olmalıdır.
* From Martin Luther: Works, A. Steimle ve diğerleri tarafından çevrilmiştir, cilt 1, s. 340, 344-6, 363, 373-4, 381-2, A. J. Holman Şirketi 1915.
Dini Deneyim*
1527 yılında Londra Piskoposu’na aşağıdaki mektubu yazan İngiliz papaz Thomas Bilney (1495?-1531) Lutheryen değildir. Buna karşın, tasvir ettiği dini tecrübe, Martin Luther’in Erfurt ve Wittenberg’de yaşadığı ve On Altıncı yüzyılın başlarında oldukça yaygın olduğu tahmin edilen ruhi sarsıntıyı anımsatmaktadır.
Thomas Bilney, hayırsever ve iyi bir insan olmanın öte dünyada ruhun kurtuluşunu sağlayacağı düşüncesine saldırmaya başlayan az sayıdaki “Cambridge Reformcularından” biriydi. Piskopos Tunstal tarafından tutuklanıp mahkemeye çıkarıldıktan sonra Luther’in doktrinlerini “kasıtlı” öğretmediğini, papanın üstünlüğünü kabul ettiğini açıkladı. Sözünü geri almış almasına rağmen münafıklığa devam ettiği gerekçesiyle 1531 yılında idam edildi.
Cuthbert, Londra Piskoposu, Thomas Bilney, Hz. İsa’ya layık böyle yüksek rütbeli bir papaza tüm alçakgönüllülüğü ile sağlık diledi:
Bu bağlamda, siz o kadar ilim irfan sahibi ve tutarlıklık içindesiniz ki, tüm insanlar sizin yerinizde olmak istediklerini itiraf eder: ben de kendimi dünyanın en mutlu insanı farz ettim. Çünkü huzurunuzda imtihana çağrılmak benim için bir şanstır (eğer çok gevşek değilse hürmetiniz Tanrı’nın bağışlaması sizinle olacaktır), Tanrı’nın sizin için yaptıklarını sık sık hatırlayın, gizlice kalbinizden şu sözlerle şükredin: “Tanrı benim için görkemli işler yaptı, onun adı kutsaldır.” İşte şimdi böyle bir yargıç oldum ve tüm kalbimi âlemlerin yaratıcısı olan Tanrı’ya şükranlarımı sunmaktan mutluluk duyuyorum.
Birçok kişi ruhlarını değil de kendi menfaat ve servetlerini düşünerek bana iftira ettiler ama (Tanrı şahidimdir) vaazlarımda herhangi bir hata yapmadım ve kendimi suçlu, hatta sapkınlık ya da fitne içinde hissetmiyorum…
Eğer bir kişi yoldan çıkmışları azaltmaya çalışırsa, bu iman bütünlüğüdür, papaz diye adlandırılan ama aslında sürülerinin süt, yün ve derilerinden başka bir şey düşünmeyen aç kurtlar olan bazı kişiler onlara karşı isyan çıkartacaklardır ki, bu insanlar hem kendilerinin hem de sürülerinin ruhlarını şeytana teslim etmiştirler.
Bu adamlar aynı Dimitrious gibi, “Bu kâfir onların elle yapılmış tanrılar olmadığını söyleyerek çoğu insanın aklını çelip baştan çıkardı,” diyerek isyan etti. Saygıdeğer Baba! Ben söyleyeyim, bunlar kâfirlerin etkisi altında kaldıklarını iddia eden ama aslında kendi ahlaksız hayatlarına devam eden kişilerdir; bunlar ki bizim günahlarımız yüzünden çarmıha gerilen Hz. İsa’nın içten vaazındansa başka şeylerin ıstırabını çekebilen ve bunlara dayanabilen Hz. İsa’ya karşı gelen düşmanlardır. Onlar ki Hz. İsa’nın, “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin Egemenliği’nin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz!” derken sonsuz laneti işaret ettikleridir. Onlar ki ruhlarının yükünü değişik bir şekilde karşılamak için gelenlerdir, Hz. İsa, “Hırsız ancak çalıp öldürmek ve yok etmek için gelir. Bense insanlar yaşama, bol yaşama sahip olsunlar diye geldim,” der. Bu adamlar hiç kimseye bir şey öğretmedikleri ve hiç kimseyi beraberinde götürmedikleri için gerek yaşamı asla bulamazlar, Hz. İsa ile birlikte içeri girmeliler, yalnız olan kapı ile karşılaşır, O’nun aracılığıyla Baba’ya gitmeliyiz fakat çoğu zaman Hz. İsa’dan hiç bahsetmeyerek, insanları iyi işleriyle Tanrı’ya ulaşmalarına ikna ederek onlara yeni bir yol gösterin, böylece ruhlarının kurtuluşundansa kendi kazanç ve servetlerini ararlar. Bu bağlamda, Hz. İsa’nın üzerine (kurum olarak) tahta, ot, saman koyanlardan daha kötü olmaktır. Bu adamlar Hz. İsa’yı tanıdıklarını söyler ama onu inkâr eder.
Kanlı akıntısı sahip olduğu her şeyini tüketen on iki yaşında bir kadın hekimleri hayrete düşürdü, Hz. İsa’ya gelinceye dek günden güne daha da kötüleşiyordu; sonra Hz. İsa’nın eteğine inançla dokundu ve günden güne iyileşti ve eski haline döndü. Ey kudreti yücelerin yücesi! Günahkâr bir bedbaht olan ben, Hz. İsa’ya gelmeden önce her şeyi denedim, hatta tüm varımı yokumu bu ihmalkâr hekimlere harcadım; bir başka deyişle, çok az gücüm, çok az param, aklım ve anlayışım kaldı. Çünkü onlar bana perhizler, gözetimler, bağışlanmalar ve ayinler veriyorlardı; tüm bunların içinde onlar benim hastalığımdan ve durgunlaşan ruhumdan kurtulmamdansa kendi çıkarları için çalıştılar (şimdi anlıyorum).
Bütün bunlara rağmen Yeni Ahit, Erasmus tarafından ilk defa ortaya konduğunda en sonunda Hz. İsa’nın konuşmasını duydum; Tanrı’nın kelamı ile değil de Latince ile baştan çıkarılmış (o zamanlar bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum) olmasına rağmen şimdi daha iyi anlayıp ve algıladığım Tanrı’nın öngörüsüyle aldım ve ilk okumamda (çok iyi hatırlıyorum) Aziz Pavlus’un 1. Timoteos’unda şu cümlesiyle karşılaştım: (Ey ruhuma en tatlı ve en rahat hüküm!) “Mesih Hz. İsa günahkârları kurtarmak için dünyaya geldi sözü, güvenilir ve her bakımdan kabule layık bir sözdür. Günahkârların en kötüsü benim…” Tanrı’nın öğretisi ve manevi çalışmasıyla o zamanlar algılayamadığım bu tek cümle günahlarımla kirlenmiş ve neredeyse umutsuzluk içinde olan kalbimi öyle heyecanlandırdı ki, aniden harikulade bir rahatlık ve sükûnet hissettim, o kadar ki, “çürümüş kemiklerim sevinçten havalara hopladı.”
Bundan sonra, içinde tüm zahmetlerimi, tüm orucumu ve seyrimi, insanları sadece günahlarından kurtaran Hz. İsa’ya güvenmeden gerçekleşen tüm günahlardan arınmalarımı öğrendiğim İncil bana dünyadaki en tatlı şeyden daha hoş gelmeye başladı; hak yolundan hızlı ve çabuk bir çıkıştan başka bir şey olmadığımı (Aziz Augustine’nin de dediği gibi) anladım.
Âdem ve Havva’nın kendilerini örtmek için incir yapraklarını bir elbise gibi boşuna kullandıkları ve Tanrı’nın Hz. İsa’nın iblisin başını ezeceği sözüne inanana kadar ve daha önce hiç huzur ve sükûnet bulamadıkları gibi ben de Tanrı Hz. İsa’nın Yuhanna III’teki, “Musa çölde yılanı nasıl yukarı kaldırdıysa, insanoğlunun da öylece yukarı kaldırılması gerekir” öğretisini öğretmeden önce günahlarımın acılarından kurtulamadım.
Ve bu yüzden tüm gücümle tüm insanların günahlarını itiraf etmeleri ve cezalarını çekmelerini, daha sonra da Aziz Pavlus’un söylediği, “Hz. İsa’ya imanla Tanrı’nın salahı hepinizin üzerinde olsun; Tanrı’nın nurundan mahrum olan tüm günahkârlarla ve Tanrı’nın inayeti aracılığıyla Hz. İsa’daki kefaret tarafından aklananlar arasında bir fark yoktur” sözü ile dürüstlük istemeleri gerektiğini öğretiyorum. Her kim bunu yaparsa şüphesiz öyle mutlu olacak ki, sonsuza kadar bir daha başka bir şey için arzu duymayacak.
Fakat, bu arzu, hac yolculukları, afları satın almaları, mumları satmaları, seçilmiş oruçlardan ve çoğu zaman batıl inançlardan ve son olarak tüm gönüllü (onlar böyle adlandırıyorlardı) ibadetlerden dolayı insanoğlunun kendi inanç seçimiyle ve seçilen işleriyle işlenmiş azami dürüstlüğü ile yatıştırılan âdetlerden olmadı. Oysa ki Tanrı, Yasa’nın Tekrarı 4:2’de açıkça şöyle demiştir. “Size yapmanızı emrettiğim işler dışında kendi yararınıza olan işler yapmayınız, söylediklerime de ne bir şeyler ekleyin ne de bir şeyler azaltın.” Bu nedenle, onları kınamadan (Tanrı şahit) ama fesatlarını, bunları çocukların bile üzerinde kullanmalarını, insanları bunlara bağlanmaları için cesaretlendirmelerini kınayarak bu işler hakkında sık sık konuştum.
İşte tüm özet bu. Burada bahsedilen şeyler hakkında daha fazla açıklama yapmamı isterseniz, siz vakit ayırdığınız sürece reddetmeyeceğimden ve eğer bir hatam olduysa düzeltmek ve daha iyisini yapmak için her zaman hazır olduğumdan emin olabilirsiniz.
* The Acts and Monuments of John Foxe, ed. By Rev. S. R. Cattley, Londra: R. B. Seeley and W. Burnside; 1837-41, cilt IV, s. 633-6.
Ortak Meseleler*
Philip Melanchton (1497-1560), Protestanların ilk büyük ilahiyatçısı sayılır. Henüz yirmi bir yaşındayken, Wittenberg Üniversitesi’ne Yunanca profesörü olarak çalışmak üzere davet edilmiş, birkaç yıl içinde Luther hareketinin temel ilkelerini ihtiva eden Loci communes rerum theologicarum adlı kitabıyla fırtınalar estirmiştir. Bu çalışmanın 1521’deki ilk basımında, Melanchton, Aristo’yu ve insancı akımı aşağılarken, Luther’e çok yakın durmaktadır. 1535’ten itibaren ortaya çıkan diğer tashihli baskılarda ise, skolastik din ilahiyatçıların yolundan giderek, akıl ile vahiyi, Aristo ile Hıristiyan doktrinini bağdaştırmaya dener.
Melanchton, Protestan doktrininin en eski itirafnamelerinden birisi olan 1530 Augsburg İtirafnamesi’nin yazarı olarak da tanınır. Aşağıdaki metin, 1521 tarihli Ortak Meseleler’den (Loci communes) alınmıştır.
Hıristiyan ilminin temel konularını gösteriyoruz ki, gençler hem İncil’de nelerin araştırılması gerektiğini öğrensinler hem de bize Hz. İsa’nın doktrini yerine, ulaştırageldiği Aristo’nun gevezeliklerini ulaştıragelen ilahiyat ilminin üzerinde çalıştıkları hezeyanlarını anlasınlar. Gerçekten de, meseleleri yorumlamaktan ziyade bir dizin oluşturma görevi yerine getirdiğim için, her şeye kalın hatlarıyla ve kısaca yaklaşıyor, Kutsal Kitaplar içinde öylesine dolaşan bir kişiyi yönlendirebilecek konular dizgisi sunuyorum. Okurları, kutsal metinlerden alıp kendime ait birtakım müphem ve girift argümanlara yöneltmek yerine, mümkün olan her durumda Kutsal Kitaplara teşvik etmek isterim.
Genel olarak, benimkiler antik çağdakilerin açılımlarının bile muadili değil. Öyle uzağım ki onlardan, kutsal kanunlar üzerinde çalışan hiçkimseyi kendi uzun yazılarımla geriletmek istemem. Aksine, tüm Hıristiyanların kutsal mektuplara layıkıyla aşina olmalarının, bunları tamamen kendi yaradılışlarına geçirmelerinin mümkün olması kadar arzu ettiğim hiçbir şey yoktur. Tanrı onlarda en eksiksiz imgesini ifade ettiğinden beri, başka hiçbir kaynak yoktur ki, daha doğru ve daha kesin olabilsin. Hıristiyanlığı, Kutsal Kitap dışında başka kaynaklarda arayan yanılır. Nitekim tefsirler nasıl da yoksundur kutsal metinlerin duruluğundan… Tefsirler insan aklının değerlendirmelerine dayanır, oysa kutsal metinlerde, hiçbir saygısızlığa rastlanmaz.
(...) Tanrı, Birlik, Teslis, Yaradılışın Büyük Gizemi, Vücut Bulma Şekli gibi en önemli konuların üzerine neden bu kadar çok meşakkat koyduğumuzun hiçbir mantığı yoktur. Soruyorum size, bu kadar yıl önce Skolastik dinbilimciler tüm bu konularla uğraştılar da ne oldu? Pavlus’un da dediği gibi, evrensel konularla, formalitelerle, çağrışımlarla ve bilmediğim daha bir sürü anlamsız sözcüklerle bir ömür geçirirlerken araştırmaları beyhude olmadı mı? Ve dahası, İncil ve Hz. İsa’nın yardımları hakkındaki aptal tartışmaları bir süre bize anlamsız gelmeden ve budalalıkları fark edilemeden sürüp gitmiş olabilir...
Günahın gücü, kanun ve fazilet gibi konuları sürdürmede cahilce davranan bir kişiyi nasıl bir Hıristiyan olarak adlandırabilirim, bilmiyorum. Onlar için Hz. İsa’yı tamamen tanımak, tabii ki bu tanımak ise, farkında olmak, öğrettiklerini değil yardımlarını bilmek, onun yaradılışını ve vücut buluşunu bilmektir. Hz. İsa’nın neden insan bedenini aldığını ve çarmıha gerildiğini bilmedikçe hayat hikâyesini öğrenmenin bize ne yararı olacak? Ya da diğer bir yandan, bir hekim için türlerden haberdar olmak, bitkilerin renklerini ve özelliklerini bilmek onların asıl, doğal güçlerini öğrenmek için önemli değil, midir? Bu doğrultuda, “kurtuluşumuz için” bize, insanlara deva olarak gönderilen Hz. İsa’yı tanımak ya da İncil’in dilini kullanmak yakışır.
Kanunun ne gerektirdiğini, kanunun emirlerini kaldırmak için neden güç aradığımızı, günahlarınız için neden af dilediğimizi, şeytan, şehvet ve dünyaya karşı nasıl tereddütlü bir arzu uyandırdığımızı, ve son olarak, kederli bir vicdanı nasıl teselli ettiğimizi bilmektir Hıristiyan bilgisi. Tabii ki Skolastikler de bu tarz şeyleri öğretiyorlar, değil mi? Romalılara mektuplar kitabında Paul, Hıristiyan doktrininin bir incelemesini yaptığında, Teslis’in gizemi, vücut bulma biçimi veya “faal ve edilgen yaradılış” hakkında felsefe yapmış mıydı? Aksine, Pavlus ne yapar? Kesinlikle Hukuk, Günah ve Faziletler hakkında düşünür.
İnsan fikirlerini takip etmeyeceğim için olan hem eski hem modern yazarların neredeyse anlaşılmaz hale getirdiği konuyu basit ve açık olarak ele alacağım. İncil’i insan aklının muhakemesini de aynı zamanda memnun etmeyi diledikleri bir şekilde yorumladıkları için böyle yaptılar. Bu yüzden insani güçlere gerçekte olduğundan daha çok şey atfettiler ve her yerde İncil’in akılcı düşünce ile zıt düştüğünü gördüklerinde ilginç bir şekilde tereddüde düştüler.
Bu konu bağlamında, Hıristiyan doktrininin insan aklından ve felsefeden farklı olmasına rağmen, felsefe giderek Hıristiyanlığın içine girmiştir ve Özgür İrade’nin dinsiz dogması kabul edilmiştir ve Hz. İsa’nın lütfu insanın aklının bayağı ve hayvani dirayeti tarafından anlaşılmaz hale getirilmiştir. “Özgür irade” ifadesi ilahi mektuplar sayesinde kullanıma girmiştir ve ruhun duyusu ve muhakemesi gibi şeylerle kutsal insanların oldukça sık gücendirildiğini düşünmemiz saçmadır. “Akıl” Eflâtunculuktan devralınmıştır ve zararlıdır. Bu sonraki zamanlarda olduğu gibi kilise Hz. İsa’ya tercihen Aristo’ya kucak açtı, kilisenin başlangıcından hemen sonra Hıristiyan doktrini Eflâtun felsefesi yüzünde zayıfladı. Ve kilisede kilise hukukuna ait kutsal kitapların yanı sıra hilesiz mektuplar da yoktur. Genel olarak tefsir yoluyla yapılan ne varsa hepsi felsefe kokmaktadır…
İnsan aklına göre insan isteğinin doğal kapasitesinin gücünü düşünürseniz, harici şeylerde bir çeşit özgürlük olduğu inkâr edilemez. Bir kişiyi selamlamak ya da selamlamamak, kisve giymek ya da giymemek, et yemek ya da yememek gibi konular sizin kendi gücünüz dahilinde deneyimleyebileceğiniz konulardır. Bu harici işlerin olasılıkların üzerine özgürlüğü iradeye dayandıran filozoflar gözlerini kapamışlardır. Aslında Tanrı harici işlere değil de kalbimizdeki içsel hareketlere baktığı için İncil özgürlük hakkında hiçbir şey yazmamıştır. Harici ve sahte nezaket ile bu çeşit özgürlük öğretisini kendi karakterlerine uyduranlar filozoflar ve daha sonraki dinbilimcilerdir.
Diğer yandan, içsel eğilimler gücümüz dahilinde değildir. Deneyim ve pratik ile kendi uyumunun iradesinin sevgiyi, nefreti ya da bunun gibi duyguları varsayamadığını ama bir duygunun diğeri tarafından fethedildiğini öğrendik. Hatta o kadar ki, bir zamanlar sevdiğiz bir kişi tarafından gücendirildiğinizde onu sevmeyi bırakırsınız. Çünkü kendinizi başkasını sevdiğinizden daha tutkulu seversiniz. Sofistlerin de insanın sevgi, nefret, zevk, acı, kıskançlık, hırs ve bunun gibi tutkularının iradeye ait olduğu gerçeğini reddetmelerine katılmıyorum…
Bu nedenle Hıristiyan, aklın görünüşte ne çeşit bir iş olduğunu değil, akıldaki duygunun doğasının ne olduğunu; işlerde ne çeşit bir özgürlük olduğunu değil, duygularda nerede özgürlük olduğunu düşünmelidir. Farisi Skolastikler özgür iradenin gücünü açıklayacaklardır ama bir Hıristiyan bu gücün içinde kendi kalbinden başka bir şey olmadığını itiraf edecektir. Ve ahmak Skolastiklerin kaç tane ruhun özgür irade hakkında Farisi gelenekselleşmeden dolayı zarar gördüğünü anlamalarını istiyorum.
Pelagianlar modern zamanlardakilere göre daha az zorlukla araştırılabilir. Eskiler esas günah gerçeğini inkâr etmemelerine rağmen günaha dönüşecek tüm insan işlerine ve girişimlerine yol açan şeyin esas günahın gücü olduğunu inkâr ederler. Bu nedenle, günah ve esas günahın enerjisi üzerindeki bu mevkiye benim yaklaşımım daha da genişletilecektir.
Esas günah, kötülükleri korumak için hiçbir zaman ürün vermeyen kesinlikle canlı bir enerjidir. İçinde en rezil, en çirkin şeylerin bile engellenemediği kötü arzu ile insan ruhunun yanmadığı ne zamandır? Açgözlülük, nefret, hırs, kıskançlık, öykünme, şehvet alevleri, öfke! Kimdir bunları ya da diğerlerini bazen hissetmeyen? Kibir, gurur, Tanrı’ya itaatsizlik, Hz. İsa’ya güvensizlik, dine küfür başlıca düşkünlüklerdir.
Dış görünüşünde doğru, onurlu hayatlar yaşayan bazı kişiler vardır. Onlar ki hiçbir güzelliğe sahip değildirler, ruhları onların algılayamadıkları tüm bu utanç verici ve menfur düşkünlüklere bağlıdır…
Sokrat’ta tecelli etmiş biraz istikrar, Zenokrates’te biraz iffet, Zeno’da ise biraz ılımlılık olduğu kesindir. Ama yine de kafaları hileli olduğundan dolayı, ayrıca özsevgi içinde olduklarından dolayı bu erdem gölgecikleri gerçek erdem olarak değil, kötülük olarak değerlendirilmelidir. Cato övgüyü sevdiği için cesurdu. Dahası, Tanrı bu tarz erdemleri milletlerin, dinsizlerin ve başka bir şekle sahip olmayanların üzerine yağdırıyor, zenginleri bağışlıyor ve bunun gibi armağanlar veriyordu.
Şimdi tüm insan aklı bu dış maskeye ve erdem görüntüsüne hayret ederken, bizim sahte dinbilimcilerimiz kör muhakeme ile aldattı, felsefi çalışmaları, felsefi erdemleri ve harici işlerin değerini övdüler. Filozoflar genelde özsevgi ve özgüvenden (eğer varsa iyi öğreten) başka ne öğretirler? Örnek olarak, çalışması De Fiibus ve Cicero’yu alın. O tüm erdemi, Eflâtun’da da bulunan gurur ve kibir, özsevgi ve özsaygı olarak kabul eder.
Felsefe sadece insanın dış maskesine bakar, oysa Kutsal Kitap en iç ve anlaşılmaz düşkünlükleri ayırt eder.
Bir insan bunlar tarafından yönetilirse Kutsal Kitap onu bu düşkülüklerine göre yargılar. Tüm işlerimizde kişisel kazanımlarımızı aradığımız için işlerimiz ister itemez gerçek günahlarımızdır.
İncil’in tamamında iki parça vardır: Yasa (şeriat) ve müjde. Yasa (şeriat) derdi, hakikat ise dermanı gösterir. Pavlus’un sözlerini kullanmak gerekirse, hukuk ölümün nazırı iken müjde yaşamın ve barışın nazırıdır. I. Korintliler 15:56’da, “Günahın gücü kanundur,” der, inanan herkes içi müjde kurtuluşun gücüdür. İncil yasa (şeriat) ve müjdeyi Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’da yazıldığı şekilde ve yasayı (şeriat) da Musa’nın kaydettiği şekilde daraltmamıştır. Fakat müjdenin planı dağılmıştır; hem Yeni Ahit’te hem Eski Ahit’te vaatler vardır. Ve yine ta Eski ve Yeni Ahit’in tüm kitapları boyunca dağınıktır…
Yasanın (şeriat) günahın bilgisi olduğu gibi, benzer bir şekilde müjde faziletin ve doğruluğun sözüdür. Dahası, fazilet ve doğruluk kelimeleri ve tabii ki müjdeye değinileceği için burada fazilet ve doğruluğun ilkelerini eklemeliyim. Bu bağlamda müjdenin doğası tam olarak anlaşılacaktır.
Aslında çok kutsal bir kelime olan fazileti kullandıklarında o kadar iğrenç bir şekilde kötüye kullanmış olan Skolastiklerle bu noktada kim azizlerin kafasındaki niteliği ifade etmeye karşı çıkabilir? En önemlisi ise niteliği ya da fazileti aklın doğası gereği olduğunu varsayan Thomasçılardır: İman, umut ve sevgi aklın gücündedir. Ve burada bile aklın gücü hakkındaki tartışmaları ne kadar bunamış, ne kadar ahmaktır! Fakat bu dinsiz insanların fazlasıyla kirlenmelerine, müjdeyi küçümseyenlerin soytarılıklarından ve alaylarından dolayı ıstırabı tatmalarına izin verin…
Nitelik hakkındaki Aristocu uydurmalardan uzak! Fazilet Tanrı’nın bize ihsanından ya da merhamet isteğinden başka hiçbir şeydir (tam bir şekilde tanımlanırsa). Bu nedenle, “fazilet” kelimesi bizdeki bazı nitelikleri belirtmez, bunun yerine Tanrı’nın takdiri ya da merhametini gösterir.
Kanunla alçaltıldığımızda, aslında aklanırız, Hz. İsa’nın bize sözünü verdiği fazilet ile ya da günahları affeden İncil ile yükseliriz. Hiç şüphe etmeden Hz. İsa’ya sadık kalırsak Hz. İsa’nın doğruluğu bizim doğruluğumuz, onun kefareti bizim kefaretimiz, onun dirilişi bizim dirilişimiz olur. Tek kelime ile günahlarımızın affolacağına ve Tanrı’nın bizi sevip şefkat göstereceğine şüphe yoktur. İşlerimiz ne kadar güzel olursa olsun, doğrulumuzu teşkil etmeyebilir. Doğruluk sadece Hz. İsa’nın merhameti ve Tanrı’nın inayetine imandır. Pavlus’un, “İmanla aklanan yaşayacaktır,” derken söylemek istediği budur.
İşler ne çeşit olursa olsun, yeme, içme, elle çalışma, öğretme, ekleyebilirim ki bunlar bile açıkça günahtır. İşlere bakmamalısınız: Hiçbir şeyden şüphe duymadan güvenerek Tanrı’nın merhamet vaatlerine bakınız, yargı içinde değil cennettesiniz, ebeveynlerin çocuklarına baktığı gibi size bakan bir babaya sahisiniz. Ama bize karşı ilahi istekten her gün ettiğimiz dualarda baba olarak çağrılmayı istemesinden başka hiçbir işaret yoksa, bu bile imanımız önünde bizden başka hiçbir şey istenmediğin yeterli delilidir. Şimdi madem Tanrı bu kadar sık iman istiyor, sadece bunu onaylıyor ve oğlunun ölümüne ek olarak büyük vaatlerle bize övgüler yağdırıyor, neden bunun gibi bir merhamete kendimizi verip inanmıyoruz? Skolastik din bilimi insan işlerini ve tatmini, iman için ise vicdanımızın bir dayanağı olduğunu öğretti. Tanrı kilisenin bu rezaletini yok etsin!
Şimdi bu gerçekte ele alınmalı: İşler ruhun meyveleridir, aynı zamanda belirtileri, kanıtları ve işaretleridir. Hz. İsa, Matta 7:16’da şöyle der: “Onları meyvelerinden tanıyacaksınız.” Riyakârlık sonsuza kadar gizlenemez ve tıpkı dindar bir oğlun dindar bir babaya hizmet ettiği gibi iman da aşkla Tanrı’ya hizmet etmede kendini gösteremezlik yapamaz. İmanla Tanrı’nın merhametini tattığımızda ve günahlarımızı bağışlayan İncil’in kelamı ile ilahi iyiliği tanıdığımızda ruh Tanrı’yı sever, mukabilinde neşeyle dolar ve karşılıklı bir nezaketle bu büyük merhamet için şükranlarını sunar….
Son olarak: Hıristiyanlık özgürlüktür, çünkü Hz. İsa’nın ruhuna sahip olmayanlar hiçbir şekilde yasayı (şeriat) yerine getiremezler ve yasanın (şeriat) gereklerinden payına düşeni alırlar. Hz. İsa’nın ruhu ile yenilenmiş olanlar yasa (şeriat) onlara belirtmeksizin kendi ahenklerinde giderlerken, yasanın (şeriat) emrettiği şeyleri yapmaya zaten sürüklenirler. Yasa (şeriat) Tanrı’nın isteğidir. Ve Kutsal Ruh, Tanrı’nın canlı isteği ve hareketinden başka bir şey değildir. Bu nedenle Tanrı’nın canlı isteği olan Tanrı’nın Ruhu ile yeniden canlandırıldığımızda zaten kendi uyumumuz ve yasanın (şeriat) talep ettiği şeylerin içinde olacağız…
(…) Özgürlük yasayı (şeriat) yerine getirmediğimiz anlamına gelmez ama yasanın (şeriat) istediklerini kalbimizde kendiliğimizden arzularız. Bu kesinlikle hiçbir kişinin daha önce yapmadığı bir şeydir…
On emirden ne ölçüde muaf olduğunuzu anlamalısınız. İlk önce, günahkârlar Hz. İsa’ya ait olanları ayıplayamazlar, ikinci olarak, Hz. İsa’ya ait olanlar yasayı (şeriat) yerine getirmeleri için yönlendirilirler. Tanrı’yı severler ve ondan korkarlar, komşularının ihtiyaçlarını gözetirler ve yasanın (şeriat) istediklerini arzularlar ve yerine getirirler. Onların istekleri için Ruh şüphesiz diri bir yasadan (şeriat) başka bir şey değildir…
Romalılar 6, 7 ve 8’de Pavlus bu özgürlük hakkında sadece yeni kişinin özgür olduğunu öğreten uzun bir görüş bildirir. Bu nedenle, yenilendiğimiz derecede özgür oluruz. Eskilerden kalanların hoş görülmesine rağmen vücudumuzun var olduğu ve yaşıyor olduğumuz derecede yasanın (şeriat) altındayız. Tek kelimeyle, inandığımız sürece özgür oluruz ve kaçındığımız sürece yasanın (şeriat) altında oluruz.
Müjdenin lütuf sözü olduğunu söylemiştim. Dahası, sözlere ek olarak işaretlerin de yeridir. Kutsal kitaplarda işaretler alamet olarak sözlere eklenir. Bu işaretler bize sözleri hatırlatır ve bunlar ilahi arzunun kesin kanıtıdır. Bunlar aynı zamanda Tanrı’nın bize söz verdiklerini de kesinlikle alacağımızın da şahitliğini yapar. İşaretlerin kullanımında bariz hatalar yapılmıştır. Okullar Eski ve Yeni Ahit’in ayinlerini arasındaki farkı tartışırken Eski Ahit’in ayinlerinin aklama üzerine bir gücü olduğunu inkâr ederler. Aklama gücünü Yeni Ahit’in ayinlerine dayandırırlar (açık bir hata olmasına rağmen). İman tek başına aklar…
Müjdede Hz. İsa iki işaret belirtmiştir, farkında olmak, vaftiz ve Tanrı’nın masası. Kutsal işaretlerden, kutsal bir biçimde verilen Tanrı’nın inayetinin belirtileri anlamını çıkartıyorum. Çünkü biz insanlar ilahi arzunun işaretini gösteremeyiz ya da bu işaretler İncil’in bir diğerine atfettiği ilahi arzuyu ifade etmez. Özellikle de aklanmayı işaretlere dayandırdıkları için Sofistlerin İncil’in bir kelimesini bile bahsetmediği şeyleri düşünmelerine neden olanların onların aklına nerden girdiğini merak ediyorum. Neden papazlara ait bir düzen yaratıldı? Ve Tanrı asla evliliği bir lütuf işareti olarak göstermedi. Kutsal yağ ayini inayet işaretinden eskidir. Luther’in bu konudan bolca bahsettiği kitabında15 daha çok şey bulabilirsiniz. Fakat konunun özeti şöyledir: İlahi yollarla aktarılan işaretler hariç, lütuf kesin ve doğru dürüst bir şekilde belirtilmemiştir. Bu nedenle, sadece ilahi sözlere eklenenler kutsal işaret olarak adlandırılabilir. Eskiler ayinlerin eşyalar ve kelimelerden oluştuğunu söylemeye alışıktır. Eşya işaret, kelimeler ise lütuf sözleridir.
* Philip Melanchton’dan: Loci Communes, C. L. Hill tarafından çevrilmiştir, s. 64-5, 67-71, 75-6, 80, 85-7, 89, 144, 169-72, 178, 202, 204, Meador Publishing Company 1944.