Mesleğe Yabancı Olanın Görüşü*
Tanınmış romancı ve deneme yazarı Arthur Koestler (1905 -1983) otobiyografisinde, yeni fizikle ilk tanıştığı zamanı (yaklaşık olarak 1930 yılında önemli bir Alman gazetesi olan Vossiche Zeitung’da bilim editörü olduğu zamanlar) anlatır ve onunla birlikte gelen “felsefi yükseliş” üzerine yorumda bulunur. Koestler’in komünizm ile tanışmasıyla ilgili bakınız sf.1723.)
(…) Yeni işime hevesle sarıldım; elektrondan sarmal bulutsulara, telepatide deneyimlerden kayıp Atlantis arayışlarına- dolaşmak için sınırsız imkânlarıyla ideal bir işti. Bir bilim editörü olmak, çok can sıkıcı bir işmiş gibi geliyor kulağa; ben bu işi, yabancı ülkede çalışan bir muhabirin ya da savaş muhabirinin işinden daha heyecan verici buldum. Dört yıllık bir seyahatin ardından, renkli fakat hazmedilmemiş izlenimler anaforunda yaşamaktan ve meşgul olduğum gazetecilik tipinin yüzeyselliğinden bıkmaya başladım. Bütün bu koşuşturma ve telaş sırasında, aklımın boşa çalıştığını fark ettim; şimdi, siyasi ilginin tekrar uyanışına paralel olarak, araştırma ve düşünme odaklı hava da yeniden kendini gösterdi. Yeni işim, beni ilkgençlik tutkuma, en yüksek sırrın anahtarı olan bilime geri döndürdü. (…)
Tarihsel materyalizm ve homo economicus’un sınıf mücadeleleri tarafından yönetilen bir dünyanın kuru şemasıyla daha fazla meşgul oldukça, bilime yaklaşımım, bir çeşit ters vuruş hareketiyle, daha romantik bir hale geldi. Fakat bu, saf öznel bir tepki değildi. Tam da bu sırada, bilimin kendisi, tüm bilindik düşünce varsayımlarını hızlı bir şekilde yıkan ve geleneksel gerçeklik kavrayışlarımızı, dünyanın yeni, çılgın ve fütürist bir resmiyle değiştiren, devrimsel bir krizin eşiğindeydi. Maviliğe atılan ok, sonsuzluğa doğru olan seyrini, artık düz bir çizgide devam ettirmiyordu; sonlu evrenin kavisli uzayından geçen, eliptik bir yol izliyordu. Ve nihayet, yeryüzündeki bir seyyahın daima doğuya yönelmesi gibi, o da ters istikametten ilk başladığı yere dönecekti. (…)
Bilim editörlüğüm boyunca, sadece evrende patlamalar olmuyordu. aynı zamanda mikrokozmos, atomun içi, daha kötü bir mayalanma sürecindeydi. (…)
Bundan daha da önemlisi, sonsuz derecede büyüğün ve sonsuz derecede küçüğün dünyalarındaki bu ikiz devrim, onlarla birlikte gelen ve “nedensellik krizi” diye tanınan felsefi yükselişti. Mutlak uzay ve mutlak zaman, çoktan aşırıya kaçmıştı; geleneksel dünya görüşümüzün üçüncü ayağı ve nedensel determinasyon kuralı da, şimdi aynı yoldan gitmekte. Doğa Kuralları diye adlandırılan şeyler, sağlam karakterini kaybetti; daha fazla, kesinliklerin ifadesi olarak görülmedi, sadece istatistiksel olasılıkları gösterdi. “Sebep” ve “sonuç” arasındaki değişmez nedensel bağlantılar gevşedi ve zayıfladı. Fizikçi, kendini artık şu sözleri söylemenin mümkün olmadığı bir dünyada yaşarken buldu: “Şöyle şöyle şartlar altında şu ve bu olacak.” Bunun yerine, sadece şunu diyebildi: “Bunun ve şunun olması muhtemel.” Onun evrensel kurallar olarak gördüğü şey, artık, geçerliliği orta ölçekli fenomenlerle sınırlı olan parmak hesabı kurallara dönüştü; atom-altı seviyede, determinizm, bir çeşit bulanık saçakta çözüldü ve bütün kesinlik, evrende yok oldu.
Söz konusu kriz, fizikçilerin laboratuvarlarında, bu asrın başından beri hazırlanıyordu: fakat tam felsefi imaları, ancak 1930larda ortaya çıktı. 1903’te yayınlanan Rutherford ve Soddy’nin kuralı, radyoaktif atomların çöküşünün “kendiliğinden” olduğunu zaten belirtmişti ki bu da, atomun fizikî durumundan, konumundan ve çevresinden bağımsız olduğunu gösterir. Atomun mevcut durumunun fiziksel terimlerle en iyi en iyi tanımı, onun geleceğine dair hiçbir tahmine izin vermedi. Sör James Jeans’ın ifadesiyle, onun kaderi, “dışarıdan” değil de “içerden” belirlenmiş gibi görünüyordu. Tek başına atom, en azından davranışlarının hiçbir açıklamasının fizik dilinde mümkün olmaması yönüyle, özgürlüğü tecrübe etmiş gibi görünüyordu. 1917 yılında, Einstein, “kendiliğinden” çökme hakkının bütün atomlarla uyumlu hale getirilmesi gerektiğini gösterdi. Daha sonra 1927 ve 1932 yılları arasında, bir hızlı sıçramalar dizisi; asırlık, katı, değişmez, nedensel olarak belirlenmiş dünya yanılsamasına son verdi. Schrodinger’in dalga mekaniği, boşlukta ilerleyen bir elektronun tam olarak nerelerde olduğunun sadece ihtimallerle açıklanacağını belirtmişti; Heisenberg’in “Belirsizlik İlişkisi” ise, atomun içerisindeki elektronlara dayalı olarak hüküm süren aynı belirsizliğin ve böyle elektronların konum ve hızının tam olarak belirlenmesinin sadece uygulamada imkânsız olduğunu değil, aynı zamanda teorik olarak düşünülemez olduğunu kanıtlar görünüyordu. Dar fakat kesin bir çerçevede – Planck’ın “h” kuantumu – bu tür bilgiler, bulanıklaşmaya başladı, olaylar belirlenemezdi ve “ölçü” de anlamsız bir terimdi. (...)
Benim yakından şahit olduğum bu yükselişin, ruhsal gelişimim üzerinde derin bir etkisi vardır; fakat bir kez daha, gördüğümüz ders kafamıza girmekte yavaştı ve sindirilmesi, bilinçli bir süreç değildi. On altı yaşında, çok düzenli, kavranabilir ve son gizemi de çözülmek üzere olan, saat gibi işleyen bir evrende yaşamıştım. Yirmi altı yaşında ise, çöken On Dokuzuncu yüzyıl Bilimadamının kibirli kendine güvenini gördüm. “Kendine herhangi bir put yapmayacaksın” emri; eğri uzay, elektronlar, dalga grupları ve daimi patlamalar içerisindeki bir evrene ilişkin olarak, yeni bir anlam kazanmıştı. Rönesans’tan beri, Nihai Neden aşamalı olarak, göklerden atom çekirdeğine, süper insandan insan-altı seviyeye kaymıştı. Fakat şimdi, bu “aşağıdan gelen kader”in işleyişinin, insanın zaman-uzamsal deneyimi açısından, “yukarıdan gelen kader”in işleyişindeki kadar kavranılamaz olduğu ortaya çıktı. Hiç farkında olmadan, entelektüel alçakgönüllükte, Marksist felsefenin sunduğu “toplam açıklamaları” karşılıklı olarak dengeleyen, kati bir ders öğrendim.
Ancak diğer yandan, benim bilime geri dönüşüm, Marksist “kapalı sistem”e bir düzeltici işlevi gördü. Bu sistemde, tarihin seyri, kati surette ekonomik güçler tarafından belirlenir; onda bireysel sorumluluğun yeri yoktur. Tarihsel materyalizm, kendi fiziğinin mekanik, saat gibi işleyen evreniyle tutarlı olarak, On Dokuzuncu yüzyılın tipik bir ürünüdür – daha önceden bir şekilde tasfiye edilmiş olan bu saat gibi işleyiş, belirlenmiş bir seyri amansızca takip edecektir. Fakat bu katı şema, artık, Yirminci yüzyılın fiziksel dünya, biyolojik süreç ve psikolojik motivasyon kavramlarıyla tutarlı değildir. Marksist doktrinin felsefi kısmı, ben onunla tanıştığımda, çoktan bir anakronizm, bir tarih yanılgısıydı. Kendimi istekle attım. Bilim ve hayal alanlarında -
* Arthur Koestler’den, Mavideki Ok, s. 289 – 90, 292 – 5. 1952.