Kilise Politikası Hukuku
Richard Hooker (1554-1600), Kraliçe Elizabeth’in buyruğu altındaki Anglikan Kilisesinin edebiyat ve bilim alanında övünç kaynağı olan en önemli kişi idi. Kilise Politikası Hukuku [Of the Lawes of Ecclesiastical Politie] adlı önemli eseri, Başpiskopos Whitgift’in isteği üzerine Püritenlere karşı oluşan Elizabeth taraftarı dini yapının bir savunması olarak yazılmıştı. Sadece bir dini risale olmaktan öte bu eser, aynı zamanda siyasi düzen ve itaat sorununun felsefi açıdan ele alınması demekti. Aşağıdaki seçmeler, Hooker’ın ölümünden sonra yayınlanan sekizinci kitaptan alınmıştır; bu kısımda Hooker dini konularda kraliyetin üstünlüğünün geçerliliğini ele alır.
Şimdi, tartışılmakta olan son meseleye, yani bir ayrım yapabilmek adına kilise idaresinin iktidarı olarak adlandırdığımız yüce yargının iktidarı konusuna gelmiş bulunuyoruz.
Yahudi topluluğunda, Yahudi’nin dinin üstünlüğü hakkını kullanmaktan mahrum edilmesi hoş karşılanmamakta idi, halktan üstün olma hakkı da ona aitti; bu nedenledir ki onların kralları her iki hakkı da elinde tutardı.
(…) Bu örneğe Kilise’ye dair meselelerdeki bu benzer iktidar, bu ülkenin kanunları ile hükümdara verilmiştir. Ancak laik kralların bu şekilde görevlerinin yasal sınırlarını aştığını düşünenler de vardır. Sonunda buna inandırabilmek için yaptıkları şudur: İlk olarak Kilise ile devlet arasında kalıcı ve şahsi bir ayrım yaparlar. İkinci olarak Kilise’ye ait sanki bu her açıdan onların tek hakkıymış gibi tüm iktidarı Kilise’ye verirler. Bu haklar, Kilise yöneticilerince uygun manevi görev olarak belirlenmiş haklardır ve herhangi bir suretle Hıristiyan prenslerine ait olamaz.
Böyle ağırlığı olan meselelerde kaygan anlam belirsizlikleri ve kaçamaklı sözler arkasına gizlenmek çocukluktur. Bizim kabul ettiğimiz Kilise ile Devlet, doğaları itibariyle birbirinden ayrı iki şeydir. Devlet ile Kilise farklı şekillerde tanımlanmıştır. Onlara göre Kilise ile Devlet, yalnızca doğaları ve tanımları gereği birbirinden ayrılmayıp aynı zamanda varoluşları ile de daima birbirinden ayrılan kurumlardır. Öyle ki, her ikisi de ne kısmen ne de bütün olarak birbirlerine ait vazifeleri, Tanrı’nın emirlerine karşı gelmeden belirleyebilir ya da yerine getirebilir. O emirler ki onları birbirinden ayırmıştır, birbirlerinden ayrılmış olmaları onların birbirinden apayrı işlemesini gerektirir. İkisi de Tanrı’ya bağlıdır ve her birinin yerine getirmek zorunda olduğu şeyler konusunda biri ötekinin yerine getirmesine müsaade edilen işleri yapamaz. (…)
Görüyoruz ki bir kişi hem Anglikan Kilisesi’nin adamı, hem de devletin mensubu olamaz; devletin mensubu olan birinin Anglikan Kilisesi’nden olamayacağı gibi. Bu yüzden, tıpkı tabanın kenarlardan farklı olduğu ama bir yandan da aynı çizginin hem taban hem de kenar olduğu üçgen şekli gibi, diyelim ki bir çizgi taban olarak altta ve geri kalan çizgilerin temelini oluşturabiliyorsa: O zaman velev ki birinin özellikleri ve faaliyetleri çoğunluğa sunulacak bir devlete, ötekinin özellikleri ve işlevleri de çoğunluğa sunulacak bir kiliseye adını verir, ancak tek ve aynı çoğunluk bu durumda her ikisini de meydana getirir; işte bizdeki durum budur; yani bunlardan birisine ait olan, ötekinden mahrum edilemez. Bilakis bize karşı olanlar Kilise ve devlet’in, her birinin ötekine mensup olmayanları içine aldığı apayrı iki toplum olduğunu, Kilise ile devlet arasındaki farkı, yani piskoposların başka bir kurum olan Kilise’nin yöneticileri olmalarından dolayı devletin işine karışamamaları, kralların da ötekinden ayrılmış olan bir yönetime, yani devlete sahip olup Kilise kurumunun yönetimine sahip olmadıklarından Kilise kurallarını koyamamaları konusunu bir hükme bağlayamadıklarını dile getirmedikleri sürece bu iki kurum arasındaki ayrılık duvarları sonsuza dek yükselecektir. Onlar şahsi bir ayırım yapılmasının gereğinden söz ederler. Bu ayırım bir kişinin her ikisiyle de uğraşabilme yetkisini tamamen ortadan kaldırır; bizde ise buna köstek olunmaz, aynı kişi her ikisine de hükmedebilir. (…)
Bu meseleye bir nokta koymak üzere şöyle bitiriyorum: Birincisi, kâfirlerin hâkimiyeti altındaki yerlerde Hz. İsa’nın Kilisesi ve devlet birbirinden bağımsız iki toplumdur. İkincisi, Roma Piskoposu’nun hükmü altındaki devletlerde toplumu hem Kilise hem de devlet meydana getirir. Ancak Roma Piskoposu camiayı iki ayrı kuruma bölmüştür ve Kilise’yi sivil prens ya da kralların iktidarına bağlı kılmamıştır. Üçüncüsü, bu İngilizlerin ülkesinde durum yukarıdakilerin ikisine de benzemez: Ancak bizde tek toplum hem Kilise hem de Devlet’ten meydana geldiğinden bizler dinsizlerin devletinden ayrılırız, onlarda ise böyle değildi. Aynı zamanda kendilerini Roma Piskoposu’na tabi tutanların devletlerinden de ayrılırız, çünkü bizde Kilise, Devletimizin başındaki kişiye bağlıdır ve onun altında bulunan kimseye bağlı değildir. Sözün özü şudur: Bizim ülkemiz, Tanrı’nın kendi seçtiği atalarımızın düzeni doğrultusunda meydana gelmiştir. Bu insanların bir kısmı devlete, diğer kısmı ise Tanrı’nın Kilisesi’ne aittir diye bir şey yoktur, aynı insanlar hep birlikte tek bir yöneticinin hükmü altındadır ve bu insanların hepsi onun yüce otoritesine bağlıdır.
Kilise ile Devlet arasındaki daimi ayrılık ve bağımsızlığı kanıtlamak adına itham edilen her türlü şeyin gayesinin, Hıristiyan bir krallıkta devlet üzerinde en büyük yetki sahibi olan kişinin hukuken Kilise üzerinde de iktidar üstünlüğü olamayacağı, başka bir deyişle, kilisenin içinde en yüce, hükmedilemeyen hâkimiyet sahibinin olduğu, manevi işleri düzenleyen ve buyuran bir kurum olması gerektiği şeklinde bir sonuca varmak olabilir. Bundan şu soruya varılmaktadır: Bu ülkenin yasalarının hükümdara teslim ettiği, Kilise üzerinde dini iktidar ve yönetme yetkisine, söz konusu yüce başkan ve yönetici sahip olabilir ve onu kullanabilir mi? Burada bir sonuca varmak için öncelikle yönetme yetkisini tanımlamamız gerekir; sonra hangi haklardan bahsedildiğini, bunların neye göre sıralandığını, ölçüsünün ne olduğunu, nerelerde kullanıldığını, hangi yönetici örneği doğrultusunda Hıristiyan krallara bu yetkinin verilebileceğini göstermeliyiz. Bu genellemeleri açtıktan sonra, kendi kralımıza verdiğimiz bu yetkinin yasal boyutuna bakmalıyız; yani bu krallığın uzandığı sınırlardaki Kilise’nin başkanlığına verilecek unvana, halkın manevi işleri hakkında büyük meclisin toplanması ve feshedilmesi konusundaki imtiyazlara, dinle ilgili bütün emirleri kanun hükmünde geçerli olacak şekilde tasdik etme yetkisine, en önde gelen kilise yöneticilerinin piskoposluğa yükseltilmesine, diğer mahkemelerin sahip olduğu yetkiden daha fazla adli yetkisi olmasına, reform programının tabi olacaklarını öne sürdüğü kınama cezasından muaf olmalarına.
Düzenin olmadığı bir toplumda hayat yoktur, zira düzen eksikliği kargaşanın anasıdır. Bunu ihtiyaçların birbirinden ayrılması takip eder ki, bu ayrılığın olmadığı yerde kaçınılmaz yıkım vardır. Bu sebeptendir ki havariler toplumlara her şeyin bir düzen çerçevesinde yapılmasını söylemiştir. Düzen, işi gereği ona aşina olan kişiler arasında yerleşmediği sürece oturtulamaz. İşler ya da kişiler düzene konulacaksa, bu onların kıdemlerle birbirinden ayrılacağı manasına gelir. Çünkü düzen, kademeli bir yapıdır.
Dünya çok çeşitli kısımlardan meydana gelir ve bu çeşitlilik tek bir şey ile ayakta durur; tüm aksamı bir çerçeveye sığdıran, bunları düzene de koymuştur. Evet, Tanrı’nın bizatihi kendisi her nerede birçok parça bir araya gelmişse, en aşağıdakinin en yukarıdakine kenetleneceği, birbirine bağlı tek bir varlık olarak idame ettireceği kanunu hem himaye etmiş hem de şart koşmuştur.
İşte toplumlardaki işlerin ve kişilerin düzeni, politikanın işidir; her aşamada buna münasip araç ise yetkidir; yetkiden kasıt, bir eylemin yerine getirilmesi için kendimizde olan ya da başkalarından aldığımız kudrettir. Yerine getireceğimiz görev sırf dini konularla ilgili ise o zaman görevi yapma yetkisi manevi bir yetki olur; bu, onu aşan başka bir yetkinin bulunmadığı bir yetkiyse, biz buna sınırlarının vardığı ölçüde hâkimiyet ya da yüce yetki deriz.
Bu nedenle, Hıristiyan kralların dini işlerde ve davalarda manevi hâkimiyet sahibi olduğu söylendiğinde şu anlam çıkmaktadır: Kendi bölgeleri ve topraklarında Hıristiyanlık dini ile ilgili konularda dahi hükmetme yetkileri ve güçleri vardır ve kral olarak hüküm giydirildikleri yerlerde bu meselelerde onların üstünde hükmedebilecek bir başkası yoktur. Ancak bununla beraber, kralların yetkisinin en yüksek, hiçbir konuda istisnaların olmadığı üstünlük olarak adlandırıldığını da unutmamamız gerekir. Yeryüzündeki bütün kralların kralı olan Tanrı’nın kendisini, bu tarz konuşmalarda istisna göstermeyecek kadar hasta beyinli kaç insan vardır? Üstelik yasalar ona hâkimiyeti bahşetmişken, bu yetkiyi taşıyan kralın yasalar çerçevesinde bu yetkiyi elinde tuttuğundan kim şüphe duyabilir?
Krallara bahşedilen yüce yetkiye kafa tutan iki ayrı muhalif grup vardır: Birinci grup “dünyanın her yerinde dini meselelerde ilahi yetkinin Roma Piskoposu’na ait olduğunu” savunurken, ikinci grup söz konusu yetkinin “her milli kilisede, ilgili rahipler kurulu”na ait olduğunu öne sürer. “Kralların kendi bölgelerinde bu yetkiye sahip olabileceğini” her iki gruba karşı savunan bizler, hangi haklarla bu yetkinin onlara verilebileceğini göstermeliyiz.
İlk olarak, neredeyse hiçbir şüphe ve uyuşmazlık sezmeksizin inandığım görüşe göre, bağımsız her halk, belli bir kurulu düzenden önce Tanrı’nın yüce hâkimiyeti altında kendi üzerinde tam hâkimiyet sahibidir; tıpkı bir başkasına itaat bağıyla bağlı olmayan bir insanın kendisi üzerinde aynı yetkiye sahip olması gibi. Tanrı insanoğlunu yaratırken, ne tür bir toplumda yaşamayı seçmiş olursa olsun, kendi kendini yönlendirebilme iradesini tabiatına tam olarak vermiştir. Kendi kendinin efendisi olarak doğmuş bir kişi başkasının hizmetine girsin. Tabiat gereği bütün toplumların sahip olduğu o yetki, birçok, birkaç, hatta tek bir kişi tarafından elde edilsin de ötekiler ona itaat ederek yaşasın. (…)
Bu nedenle, şimdiye değin konuştuğumuz bu meselelerle ilgili olarak son sözümüz şöyle olsun: Tek ve birbirinin aynı insanların, Kilise’yi ve Devlet’i meydana getirdiği hür bir Hıristiyan devletinde ya da krallığında, dünyevi meselelerde hâkimiyet sahibi olan efendilerinin ve yöneticilerinin, dini meselelerde de yüce yetkiye sahip olmasının iyi ve ağırlığı olan konularda elverişli bir çare olarak görmelerini Tanrı, Hz. İsa’nın aracılığıyla iletmiştir. Bu nedenle mantığın ışığı onları bu yola yöneltmiştir, Tanrı’nın kendisinin açıkça gösterdiği kanunların buna diyeceği bir şeyi yoktur. Elbette onlar, mantıklı ve dini bütün insanların yapması gerekenlerden başka bir şeyi ileri sürmezler.