Kendine Yardım*
İngiltere’nin Leeds şehrinde tıp doktorluğu ve editörlük yapan Samuel Smiles (1812-1904), demiryolu müessisi olarak büyük bir servet sahibi olmuştur. Kendi kendilerini yetiştirmiş insanların erdemlerini metheden yazılarıyla ünlenmiştir. En ünlü kitabı, Kendine Yardım [Self Help] (1859), başarılı olmaya kararlı, hırslı Viktoryan gençlerin ilham kaynağı olmuş; kitabın muazzam başarısı, Smiles’ın Karakter [Character] (1871), Tasarruf [Thrift] (1875) ve Görev [Duty] (1880) adlı diğer çalışmalarının da yayımlanmasına yol açmıştır. Demiryollarının yapılışını gören herkes gibi Smiles da, İngiltere’nin gerekli yerlerine döşenen hattın nüfusun refahını güvenceye aldığını, buharlı gemilerin insanları Blest Adaları’na kadar ulaştırdığını ve makinelerin milenyum anlamına geldiğini düşünüyordu.
“Tanrı, kendine yardım edene, yardım eder” sözü, sonsuz insan deneyiminin sonuçlarını, küçük bir alanda temsil eden, iyi bilinen bir vecizedir.Kendine yetmenin ruhu, bireydeki tüm gerçek gelişimin kökenidir ve pek çok kişinin hayatında görülmektedir; milli gücün ve kuvvetin gerçek kaynağıdır. Dışarıdan gelen yardımın etkisi genellikle zayıftır, ancak içerden gelen yardım, istisnasız şekilde, güç katar. İnsanlar ve sınıflar için ne yapılırsa yapılsın, belli bir noktaya kadar, insanların kendileri için bir şeyler yapma isteğini ve gerekliliğini köreltir; insanın gereğinden fazla yönlendirildiği ve yönetildiği yerde, insanların nispeten çaresiz kalması yönünde kaçınılmaz bir eğilim vardır.
En iyi kurumlar bile insanlara aktif bir şekilde yardım edemez. Muhtemelen, kurumların yapabileceği en iyi şey, insanı, kendini ve bireysel şartlarını geliştirmesi için özgür bırakmaktır. İnsanlar, her zaman, mutluluk ve refahlarının kendi idarelerinden ziyade kurumlar aracılığı ile güvenceye alınabileceğine inanmaya daha fazla yatkın olmuşlardır. Bu sebeple, insan gelişiminde rol alan bir etken olarak yasaların değeri, her zaman gereğinden fazla abartılmıştır. İşini ne kadar özenli bir şekilde yaparsa yapsın, bir ya da iki kişiyi üç veya beş yılda bir seçerek, yasalara milyonuncu bölümü eklemek, insanların hayatları ve karakterleri üzerinde, fazla bir etki yaratmayacaktır. Dahası, her geçen gün daha iyi anlaşılıyor ki, devletin işlevi, temel olarak hayatın, özgürlüğün ve mülkün korunması gibi koruma alanlarında çözünebilir olduğundan, pozitif ve aktif değil, negatif ve kısıtlayıcıdır. Son elli yıldaki başlıca “reformlar”, temel olarak, yasakları ve yürürlükten kaldırmaları içermektedir. Buna rağmen, budala bir insanı üretken, müsrif birini tutumlu ya da sarhoşu ayık hale getirebilecek bir yasa gücü yoktur; her birey isterse, kendisinin özgür hareket güçlerini kullanarak ya da kendinden feragat ederek bunlardan biri veya bunların hepsi olabilir. Aslında tüm deneyimler, bir devletin değerinin ve gücünün, kendi kurumlarının biçiminden çok, vatandaşlarının karakterine bağlı olduğunu kanıtlamak için vardır. Çünkü millet, sadece bireysel şartların toplamından ibarettir. Medeniyet de bir kişisel gelişim konusudur.
Milli gelişim, kişisel çaba, enerji ve dürüstlüğün toplamı, milli düşüş ise kişisel tembellik, bencillik ve ahlaki bozuklukların bir sonucudur. Sosyal musibetler olarak kötülemeye alıştığımız şeylerle, çoğunlukla sapkın hayatımızın doğal gelişiminde karşılaşırız; bunları yok etmeye ve yasalar aracılığı ile kökünü kazımaya çalışsak da, insan yaşamının ve karakterinin kendi şartları, radikal bir biçimde geliştirilmediği sürece, bunlar başka şekillerde tazelenerek ve sayıca artarak yeniden karşımıza çıkacaktır.
Eğer bu görüş doğru ise, bu görüşten sonra gelen şey, en kutsal vatanseverlik ve hayırseverlik duygularının, yasaları ve kurumları değiştirmeye değil, insanların kendilerini, bireyler olarak, sahip oldukları özgür ve bağımsız eylemleri aracılığıyla yüceltmelerine ve geliştirmelerine yardım etmeye ve buna teşvik etmeye dayanmasıdır.
Kader, genellikle kör olmakla suçlanmıştır ama yine de kader insanlar kadar kör değildir. Dikkatini pratik hayata verenler, tıpkı rüzgârın ve dalgaların en iyi denizcilerden yana olması gibi, kaderin de daima üretkenlikten yana olduğu göreceklerdir. Başarı her hak arayışının ardından gelir; başarıyı neredeyse ilahlaştırma boyutuna götürecek kadar abartmamız muhtemelse de, başarı yine de, bazen yapıldığı gibi, değerli bir uğraş söz konusu olduğunda övgüyü hak eder. Başarıyı garantilemek için gerekli olan nitelikler de sıradışı değildir. Bu nitelikler, çoğunlukla, iki kelimeyle özetlenebilir. Bunlar, sağduyu ve sabırdır. Dâhiler bunlara ihtiyaç duymasa da en dâhi insanlar bile, bu ortak niteliklerin gerekliliğini azımsamaz. En yüce insanlar, dehanın gücüne en az inanan, halk arasında ortaya çıkan başarılı kişiler kadar zeki ve gayretli kişiler arasından çıkmıştır. Hatta bazıları, dâhiliği, yoğunlaşmış sağduyu olarak tanımlamışlardır. Bir yüksekokulda öğretmenlik ve müdürlük yapan seçkin bir kişi, dâhiliği çabalama gücü olarak tanımlamıştır. John Foster ise bunu kişinin kendi ateşini yakma gücü olarak betimlemiştir. Buffon da dâhiliğin sabır olduğunu söylemiştir.
Pratik çaba, akıllı ve gayretli bir şekilde uygulandığında, asla başarısızlığa uğramaz; kişiyi ileriye ve yükseğe taşır, kişinin karakterinin oluşmasını sağlar ve başkaları için bir örnek teşkil eder. Herkes aynı şekilde yükselmeyebilir ama her biri yine de hak ettiği kadarını elde edecektir. Tuscan atasözünde de bahsedildiği gibi: “Herkes meydanda yaşamasa da güneşi hissedebilir.”
Daha önce, uygulama güçleri ve gayretleriyle, sıradan yerlerden seçkin pozisyonlara yükselen, sıradan insanlardan bahsetmiştik. Bunun dışında, soylu sınıfında da benzer şekilde ders alabileceğimiz örnekleri görmek mümkündür. İngiliz soylu sınıfının gücünü ve esnekliğini bu kadar iyi bir şekilde devam ettirmesinin bir sebebi de, başka ülkelerdeki soylulardan farklı olarak, zaman zaman ülkenin en önemli yapılarından, -“Britanya’nın ciğeri, kalbi ve beyninden”- beslenmesidir. (…)
Soylularımızın büyük bir bölümü, unvanları devam ettiği sürece, nispeten moderndir; ancak derece olarak daha aşağıda yer alan soylular, büyük ölçüde, saygın rütbeleri sayesinde modern olmamışlardır.
Eski zamanlarda, enerjik ve girişimci kişiler tarafından idare edilen Londra’daki zenginlik ve ticaret, soylular için bereketli bir kaynaktı. Bu sayede, Cornwallis Kontluğu, Cheapside tüccarı Thomas Cornwallis; Essex Kontluğu, manifaturacı William Capel; Craven’deki kontluk ise, tüccar terzi William Craver tarafından kurulmuştu. Modern Warwick Kontu, “Yüksek Mevki Sahiplerinin” değil, yün taciri William Greville’ın soyundan gelmekteyken, Northumberland’in modern dükleri, kökenlerinin Percy soyundan değil, Londra’nın saygıdeğer eczacısı Hugh Smithson’dan geldiğini keşfetmişlerdir.
Bu kalitenin geliştirilmesi çok önemlidir; kişiliğin gerçek azametinin temeli, değerli olanın peşinden kararlılıkla gitmektir. Enerji, insanın can sıkıcı, ağır işler ve gereksiz detaylarla boğuşarak yol almasını sağlar ve onu hayatın her halinde ileriye ve yukarıya taşır. Daha az hayal kırıklığına uğratıp, daha az tehlikeye atarak, bir dehadan çok daha başarılı olmasını sağlar.Bu, amaç edinilen her şeyde başarının garanti edildiği üstün bir yetenek ya da sadece elde etme gücü değildir; bu, gayretli ve enerjik bir şekilde emek harcama azmidir. Bu nedenle, irade enerjisi, insandaki merkezi kişilik gücü olarak tanımlanabilir; yani özetleyecek olursak, insanın kendisidir. İnsanın her hareketinde itici bir güç, gösterdiği her çabanın ruhudur. Gerçek umut, buna dayanmaktadır ve hayata gerçek esansını veren de bu umuttur.
Olmak ya da yapmak açısından, insanın aklına koyduğu şeyi olmasını ya da yapmasını sağlayan şey, amacın arkasındaki güçtür. Kutsal bir kişi, sürekli olarak, “Ne dilersen ondan ibaretsin, çünkü irademizin arkasındaki güç Tanrı ile bütünleşmiş olan isteğimizdir, iyi niyetle ne olmayı dilersek, gerçekten de, onu oluruz. Hiç kimse, boyun eğen, hasta, iddiasız ya da liberal olmayı, yani istemediği kişi olmayı arzu etmez,” derdi. Bir marangozun hikâyesinde şöyle anlatılmaktadır: Bir gün, bir yargıcın kürsüsünü tamir ederken, her zamankinden daha dikkatli bir şekilde tıraşlayan bir marangoza bunun sebebi sorulduğunda, “Üzerine kendimin oturacağı zaman gelene kadar sağlam kalmasını istiyorum,” der. Görüldüğü gibi, bu adam, bir yargıç olarak o kürsünün üzerinde oturmak için yaşamıştır.
İradenin özgürlüğü konusunda, mantıkçılar ne tür teorik sonuçlar çıkarırsa çıkarsınlar, her birey pratik olarak iyi ve kötü arasında seçim yapmakta özgür olduğunu, akıntının yönünü belirlemek için suyun üzerine atılan bir saman parçası gibi olmadığını, içinde dayanıklı bir yüzücünün gücünü taşıdığını, kendisi için kulaç atabilecek ve dalgalarla baş edebilecek kadar kabiliyetli olduğunu ve kendi bağımsız gidişatına büyük ölçüde yönlendirebileceğini düşünür. İrademiz üzerinde mutlak bir sınır yoktur ve eylemlerimize bakarak, sınırlı olmadığımızı bilir ve hissederiz. Böyle düşünmesek, taşıdığımız mükemmellik arzusu kaybolurdu. Kendi iç kuralları, sosyal düzenlemeleri ve kamu kurumları ile hayatın tüm işletim ve idaresi, iradenin özgür olduğu yönündeki pratik görüşten ileri gelmektedir. Bu olmadan, sorumluluk nasıl olurdu? Öğretimin, tavsiyede bulunmanın, öğüt vermenin, eleştirinin ve düzeltmenin yararı ne olurdu? Kanunlar evrensel doğrular olmasa -ki kanun, bireysel olarak insanların inandıkları ölçüde evrensel bir gerçektir- insanların itaat ettikleri ya da etmedikleri kanunlar ne işe yarardı? Hayatımızın her anında, bilincimiz, irademizin özgür olduğunu söyler. Bu, tamamen bizim olan tek şeydir; doğru ya da yanlış yönlendirsek de bireysel olarak sadece bize aittir. Alışkanlıklarımız ya da sapıklıklarımız, bizlerin efendileri değildir; onların efendisi bizleriz. Zayıf düştüğümüzde bile bilincimiz dayanabileceğimizi söyler ve zayıflıklarımıza hükmedebileceğimize inanırsak, istediğimizi gerçekleştirebilme kabiliyetine sahip olduğumuzu bildikten sonra daha güçlü bir kararlılık göstermemek için herhangi bir sebep kalmayacaktır.
Kıt kanaat geçinen insanlar, daima aşağı tabaka olacaktır. İster istemez, toplumun varoşlarına, zamanların ve mevsimlerin alayına katlanacak, aciz ve çaresiz kalacaklardır. Kendilerine saygı duymadıkları için başkalarına da saygı duymakta başarısız olacaklardır. Ticari krizlerde bu tür insanlar, çaresiz, iflas bayrağını çekecektir. Ne kadar küçük olursa olsun, yaptıkları birikimin onlara sağladığı, idareli bir şekilde kullandıkları gücü istediklerinden, mütemadiyen başka insanların merhametine sığınacaklar ve doğru algılara sahipseler, eş ve çocuklarının gelecekteki muhtemel akıbetine titreyerek ve korkarak bakmaktan başka bir şey yapamayacaklardır. Bay Cobden, bir seferinde Huddersfield çalışanlarına, “Dünya hep, harcayanlar ve biriktirenler; müsrifler ve tutumlular olmak üzere iki sınıfa ayrılmıştır. Tüm evlerin, değirmenlerin, köprülerin ve gemilerin inşası ve insanı medeni ve mutlu kılan diğer büyük işlerin yapımı tutumlular sayesinde olmuştur. Müsrifler ve kaynaklarını israf edenler de tutumluların kölesi haline gelmiştir. Bu doğanın ve Tanrı’nın kanunudur ve böyle olmalıdır. Bir sınıfa, tedbirsiz, düşüncesiz ve budala oldukları halde ilerleyebileceklerini vaat etsem, sahtekârlık etmiş olurum,” demiştir.
Benzer bir şekilde, Rochdale’de çalışan bir grup insana, 1847 yılında, “Mevzu dürüstlük olursa, bu tüm sınıflarda eşit oranda bulunabilecek bir şeydir,” dedikten sonra şu cümlelerle devam etmiştir: “Herhangi bir insan veya bir grup için, halihazırdaki pozisyonları iyi ise bunu devam ettirebilecekleri, kötü ise daha iyi konumlara gayret, idare, ölçülülük ve dürüstlük gibi erdemleri icra ederek yükseltebilecekleri bir tek güvenli yol vardır.” İnsanların, kendilerini, rahatsız ve memnuniyetsiz hissettikleri bir pozisyondan daha iyi bir pozisyona getirecek mükemmel bir yol yoktur. Zihinsel ve fiziksel durumlarına gelince, bunlar -daha önce bahsi geçen, içlerinde daha fazlasını bulabilecekleri erdemlerin uygulanması hariç- sürekli olarak kendilerini geliştirmekte ve iyileştirmektedir.
Bu ülkede ancak erdemlerinden bahsedebildiğim orta sınıfı ortaya çıkaran ya da aslında yaratan şey nedir? İngiltere’de hemen hemen hiçbir sınıfın bulunmadığı, en üst sınıfın da günümüzdeki en fakir sınıfın durumuna eş koşullarda olduğu bir dönem vardı. Şu an bu ülkede yaşayan yüz binlerce orta sınıf mensubu insan, nasıl bir yandan eğitimli ve rahatken, diğer yandan, atalarımızın tümden yabancı olduğu mutluluk ve bağımsızlık duygularını yaşayabiliyor? Erdemlerini icra ederek! Belirttiğim gibi, toplumumuzdaki büyük orta sınıfın sahip olduğu erdemden, daha önce başka hiçbir çağda bu kadarı olmamıştı. Orta sınıf derken, toplumdaki ayrıcalıklı sınıfla, yani en zenginlerle en fakirler arasında yer alan sınıfı kastediyorum; kamu yazarları ve konuşmacıları ne derse desin ve bu kişiler kim olursa olsun, şu ya da bu sınıfın, şu ya da bu kanunun, şu ya da bu yönetimin, onlar için bir şeyler yapabileceklerini söylediklerinde, kimsenin bunu ciddiye almamasını tavsiye ederim. Uzun süreli düşünüp gözlemledikten sonra, sizi temin ederim ki, bu ülkedeki işçi sınıflarının koşullarını iyileştirmenin hiçbir yolu yoktur. Ve bunların çoğu, erdemli olarak ve başkalarına değil, kendilerine güvenerek kendi dayanaklarını çoktan bulmuşlardır.
Çok para kazanma sırrını insanlarla paylaşmak amacıyla pek çok popüler kitap yazılmıştır. Ama her millette bolca var olan atasözlerinde de belirtildiği gibi, böyle bir sır yoktur: “Damlaya damlaya göl olur”, “Sakla samanı, gelir zamanı”, “İşten artmaz, dişten artar”, “İşleyen demir ışıldar”, “Emek olmadan yemek olmaz”, “Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır”, “Yazın gölge hoş, kışın çuval boş”, “Zahmetsiz rahmet olmaz”, “Lokma çiğnenmeden yutulmaz”, “Sabreden derviş, muradına ermiş”, “Ak akçe kara gün içindir”, “Ayağını yorganına göre uzat”, “Borç iyi güne kalmaz”. Bunlar, pek çok neslin edindiği deneyimleri anlatan, dünyadaki en iyi iletişim aracı olan atasözü felsefesinin örneklerindendir. Atasözleri, kitapların keşfinden çok daha öncesinde insanların dilindeydi. Tıpkı diğer popüler atasözleri gibi, bunlar da popüler ahlakın ilk kurallarıydı. Üstelik, geçen zamana karşı hâlâ ayakta kalabilmişlerdir ve günlük deneyimler, atasözlerinin doğruluğunun, etkisinin ve geçerliliğinin kanıtıdır.
* Samuel Smiles, Kendine Yardım, Boston, Ticknor ve Fields, 1860, s. 15-17, 67-8, 167-9, 189, 191-2, 265-7 - 279.