I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Karar Anı*

Oswald Spengler

Oswald Spengler (1880-1936) bir Alman ortaokul öğretmeniyken çok okuyan bir tarih filozofuna dönüşmüştür. 1919’da basılan Batının Çöküşü başlıklı eseri eski dünyada mevcut sarmal tarih görüşünü ele almıştır ve Roma’nın çöküşü ve Batının o zamanki durumu arasında paralellik kurmuştur. Spengler, herkes dünyanın, Birinci Dünya Savaşı’nın bir süreliğine geciktirdiği barış ve demokrasiye doğru ilerlemesini sürdüreceğini düşündüğü bir dönemin savaşlarını, bunalım ve Sezarcı diktatörlüğünü önceden tahmin etmiştir. Gözlerinin önünde dağılıp giden modern kültürü küçümser. Bu görüşü 1933’te basılan Karar Anı kitabından alınan aşağıdaki bölümde en iyi şekilde ifade edilmiştir.

Demokratikleşmenin Kültür Üzerindeki Etkisi Nedir?

Yaşamın bu modern devrimi, temelleri ve aynı zamanda ifadesi bütün Kültürlerin son döneminde yükselişe geçtiği görülen Megalopolis’tir8. Bu taş ve taşlaşmış yığınlar dünyasında, topraktan fışkıran ve sürekli büyüyen köylü kalabalıkları, korkutucu anlamdaki “insan yığınları” yapay ve bu yüzden kısa ömürlü bedenlerin yoğrulabildiği biçimsiz insan kumu: program ve ideallerin model alındığı parti ve kurumlar, ama nesillerin yolunun gelenekle doyurulmuş olduğu bu doğuştan gelen güç, hepsinden önce kendini tüm yaşamın verimsizliğinde ifade etmesi, aile ve ırkın devamlılığı içgüdüsü, artık kalmadı. Sağlıklı bir ırk olduklarının birincil göstergesi olan çocuk bolluğu artık yorucu ve saçma bir hale gelmiştir. Bu durum kendilerini atomdan haline getiren Megalopolislilerin egoizmi, günümüz kolektivizminin karşıtı değildir, bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur; bir atom yığını tek bir atomun olduğu kadar cansızdır, ancak yaratıcı kaygı içinde, ismini devamlılığı için soyunun kanında yaşamını sürdürme dürtüsü olan egoizmin işaretidir. Öte yandan soğuk zekâ, o yalnız gonca, kaldırım tohumu muazzam insan kitlelerinde filizlenir. O artık eski köylü ailelerin ait olduğu döl sürdükçe sadık kalan tutumlu derin bilgelik değildir, ancak günün, günlük gazetelerin, kısa ömürlü edebiyatın, millet meclislerinin, gerçek olan, yani doğal büyüyen şeylerden geriye kalanları kemiren eleştirisi –Kültür.

Çünkü kültür büyümedir. Bir millet Kültürünün gerçek damgasını ve tarzını ne kadar iyi temsil eder, gösterirse (Kültürün en soylu yaratıları içinde ait olduğu milletin kendisi vardır) ve mevkiiler arasındaki mesafeler hakkında köklü köylü sınıfının şehir aristokrasisine karşı saygısı ne kadar gerçek olursa, statü ve mevkiinin oluşturduğu organik yaradılışı daha da zenginleşir. Burada iktidar sahibi aileler, çevreler, kişiliklerdeki yüksek form düzeyi, gelenek, eğitim, görenek, doğuştan gelen üstünlük yaşamı, bütünün kaderini gösterir. Bu şekildeki bir toplum “mantıksal” sınıflamalar ve görüşler tarafından el değmeden bırakılır ya da ortadan kaybolur. Her şeyin ötesinde, “ekonomik sınıflara” göre değil, mevkie göre oluşturulmuştur. Materyal olan ekonomik sınıflar, Adam Smith’in yaklaşık yüzyıl önce Marx’ın sığ ve sinik bir sisteminde yarattığı Rasyonalizmin büyümesi ile gelişen İngiliz bakış açısı, beyaz ırkların bütün düşünce görüş ve iradesine hükmederken bu ana kadar kazandığı gerçeğiyle daha fazla haklı çıkarılamaz. Bu, toplumun gerilemesinin bir işaretinden başka bir şey değildir. Bu yüzyıl bitmeden önce insanlar kendilerine şaşkınlıkla bu sosyal form ve derecelerin işçi ve işveren temelinde yani bireyin sahip olduğu ya da olmak istediği servet, gelir veya maaşa göre değerlendirilmesinin nasıl bu kadar ciddiye alındığını soracaklar. Çünkü bu standartlar altında önemli olan paranın kazanıldığı ve gerçek bir mülk haline geldiği sosyal konum değil, miktarıdır. Temelde bir ve aynı tür olan, metropol kaldırımın aynı tohumu, hırsız ve coşkulu konuşmalar yapan provokatörden borsa ve parti avantajlarıyla ilgili spekülasyonlar yapanına kadar bütün proletaryan ve sonradan görmelerin bakış açısıdır.

Ancak “toplum” sonuna kadar bir kültür, bir “form” sahibi olmayı, uzun süre disiplin ve tüm nesiller tarafından yaratılan bir “yasa”, binlerce adı geçmeyen ve nadiren bilinçli yapılan zorunluluk ve bağlarla bütün varoluşa işleyen yaşamın ahlaki görüntüsüne sahip olmayı ima eder, ama bunlar aracılığıyla Haçlı Seferlerinin ve On Sekizinci yüzyıldaki soylulukta olduğu gibi genellikle ulusal sınırları göz ardı ederek, toplumun bütün üyelerini yaşayan tek bir birime dönüştürür. İşte mevkii belirleyen budur, “topluma ait olmak” ile söylenmek istenen budur. Alman ırkları arasında neredeyse gizemli bir şekilde onur diye adlandırılır. Bu onur bütün nesillerin yaşamlarına işleyen bir güçtü. Kişisel onur kişinin sosyal onur, mesleki onur ve ulusal onur için duyduğu vasıfsız sorumluluk duygusuydu. Kişi, toplum yaşamını ve kendisininkiyle aynı anda başkalarının varlığını da paylaşırdı. Yaptığı her şeyde sorumluluk kendisinden sonra gelenler tarafından paylaşılır ve o günlerde ister kendi ister başkasının suçu yüzünden olsun, kişinin onuru zedelendiğinde veya kendisinin ve ailesinin onur duygusu ölümcül bir yara aldığında ölen yalnızca ruhu olmazdı. Görev dediğimiz her şey, gerçek hakların tümeli, her tür haysiyetin ilk esası, onurla ilgilidir. Köylü sınıfı ve her tür zanaatkâr, tüccar ve memur, eski bir soydan gelen prens; hepsinin onuru vardır. Olmayanlar, “bu konuda hiçbir anlam göremeyenler” kendileri ve başkaları karşısında namusunu korumaya çalışanlar “kabadır”. Her gerçek toplumun kurallarına göre, soyluluğun karşıtı olan, daha iyi bir yaşam ve hissiyat güdüsü kaybolduğunda ve “sınıf” ve “partilerin” toplumsal davranışları bayağılaştığında günümüzde hırslı kimselerin sandığı gibi yoksulluk veya para ihtiyacı değil, budur.

Aşılamayan ve bazı açılardan kırılgan ve hastalıklı hale gelmiş olan formunun On Sekizinci yüzyılın sonuna kadar varlık ve iyileştirilme düzeyine erişmiş olan Batı Avrupa’nın aristokratik toplumundan, başarılı Anglo-Püriten burjuvazi tahminlerini 1840’lara taşıdı. Arzusu kendi yaşam formunda soylularla aşık atmak ve mümkünse içlerine girmekti. Yeni hayat akışının soğrulmasında, kişi eski büyümenin bu formlarının ne kadar güçlü olduğunu görür. İspanyol Güney Amerikası’nda ve İngiliz Kuzey Amerikası’ndaki çiftçiler İspanyol asilzadeliği ve İngiliz lortluğundan model alınan gerçek bir aristokrasi oluşturdular. Bu gruplardan ikincisi 1861 İç Savaşında yok oldu ve yerini New York, Chicago sonradan görmelerine ve milyarlık devlet gelirlerine bıraktı. Ardından 1870’ten itibaren yeni Alman burjuvazisi Prusya memur ve resmi sınıfının sıkı hayatına yayıldı. Ama bu durum sosyal varlığın gerçek özüdür: kendi yeteneği ve içsel gücüyle üst mevkilere yükselenler yerlerinden alınmalı, eğer bundan böyle onu temsil edecekse bu katı form ve şartsız etik tarafından soylulaştırılmalı ve oğullar ve erkek torunlar soyuna taşınmalı. Canlı bir toplum aşağıdan ve dışarıdan içine akan değerli kanla kendini sürekli yeniler. Canlı formunun süreç esnasında kararsız kalmaksızın içine alma, arıtma ve asimile etme kapasitesi gücünü sınar. Bu yaşam formu bariz hale geldikten ya da varlık ihtiyacını çürüten eleştirmenlerin farkına vardıktan hemen sonra bile onunla doludur. Çünkü o zaman kişi, her çeşit insanı ve eylemi bütünün hayatındaki kendi yerine yerleştiren bir yapı ihtiyacını kaybeder, bu da organik yapılanmayla aynı olan kısımların gerekli farklılığının ve eşitsizliğinin farkına varılmasıdır. Kişi kendi mevkiine temiz bir vicdanla bakamaz hale gelir ve alt sıralara nasıl görevi gereği olarak bakması gerektiğini unutur ama aynı şekilde alt sıralar da yalnızca bunun sonucu olarak, alt sıralamayı uygulamayı ve onu doğal ve gerekli görmeyi unutur. Bu şekilde her zaman devrim aşağıdaki ayaklanmalara yer açacak şekilde yukarıdan başlar. Kadim zamanlardan kalan “evrensel” haklar, talep etmek akıllarına hiç gelmemiş olanlara verilmiştir. Ancak toplum insanların eşitsizliğine dayanır. Bu doğal bir gerçektir. Güçlü ve zayıf tabiatlar, yönetmek ya da yönetilmek için doğmuş tabiatlar, yaratıcı ve yeteneksiz, onurlu, tembel, hırslı ve uysal tabiatlar vardır. Her şeyin genel düzende bir yeri vardır. Kültürün önemi arttıkça, soylu bir hayvan ya da sebzeye daha da benzer ve bileşenleri arasındaki fark daha da artar, bunlar karşıtlıklar değil, farklardır; çünkü yalnızca mantıkla ortaya çıkarılabilir. Köylüleri eşiti gibi gördüğü hiçbir güzel rüyada bile işini bilen hiçbir ustabaşı, vasıfsız işçilerin kendine eşitiymiş gibi hitap etmelerine izin vermez. Bu durum insan ilişkilerinde doğal olandır. “Eşit haklar” doğaya aykırıdır, yaşlanan toplum türünden sapmanın bir göstergesidir, geri dönülemez çöküşünün başlangıcıdır9. Gelenekle desteklenen ve yüzyıllar boyunca büyümüş olan sosyal yapının yerine başka bir şey koymak isteme aptallığıdır. Yaşamın yerine konacak başka bir şey yoktur. Yaşamdan sonra yalnızca ölüm vardır.

Temelde niyet budur. Değişmeye ve gelişmeye değil, yok etmeye çalışıyoruz. Her toplumdaki yozlaşmış öğeler sürekli olarak dibe batar: yorgun aileler, üstün soyun nesillerinin düşmüş üyeleri, ruhani ve fiziksel başarısızlıklar, bayağılıklar. Kişinin yalnızca toplantı, halk evleri, törenler ve ayaklanmaların sayısına bakması yeter; bir şekilde bütün bunlar başarısızlıktır, bedenlerinde sağlıklı güdülerle yaşamak varken kafaları, harcanmış hayatları; en önemli organları olan ağızları için kavgacılık ve intikamla dolu insanlar. Bunlar büyük şehirlerin döküntüleri, her yerde büyük ve soylu dünyaya muhalefet olan ve nefretiyle birleşen gerçek ayak takımı, her anlamda yeraltı dünyası: siyasi ve edebi Bohem, müsrif soylular (Orleans Dükü Catiline ve Philippe Egalité)10 enkaz akademisyenler, maceraperestler ve spekülatörler, suçlular ve fahişeler, aylaklar ve soyut bir ideal için birkaç zavallı tutkunla muhatap olan iradesizler. Hayatlarını sömüren kötü şans için intikam alma arzusu, her çeşit onur ve görev duygusunun yokluğu ve çalışmadan para kazanmanın sınırsız açlığı, sorumluluk getirmeyen hakları onları birbirine bağlar. Bütün toplumsal hareketlerin ve Radikal partilerin kahramanları işte böyle sisli ortamlardan çıkar. Burada “Özgürlük” sözcüğü, çöküş çağlarındaki anlamını alır. Söylenmek istenen: medeniyetin bütün bağlarından, her tür form ve gelenekten, anlamsız öfkeleriyle kendilerinden üstün bir yaşam şekli olduğunu sandıkları bütün insanlardan bağımsızlık. Gurur ve sessizce çekilen yoksulluk, görevin yerine getirilmesi, görev ve inanç adına her şeyden feragat etmenin, kişinin kaderine boyun eğmesindeki yücelik, sadakat, onur, sorumluluk, başarı: bütün bunlar “küçük düşürülen ve aşağılananların” sürekli olarak yüzüne vurulur…

İşte bu sayede Nihilizm, her tür yüksek formun proletaryasına, özündeki kültüre, onu tutan ve tarihi bir ürünü olan topluma karşı sonsuz bir nefret doğar. “Formu” olan herkes onu iyice öğrenir, onunla kendini rahat hisseder, sıradan bir kişi ise onunla kendini zincirlenmiş, altında özgürce hareket edemez hisseder; bu incelik, zevk ve gelenek duygusunun, doğuştan daha görgülü kimselere ait olması gerekir; bir görev duygusunun ve feragatin saçma gelmediği fakat bir ayrıcalık sağladığı çevreler olması: bütün bunlar Nihilistleri eski zamanlarda köşelerde saklanan ve oralarda Thersites11 gibi ağızları köpürten anlamsız bir öfkeyle doldurur, fakat şimdi bu, gerçek dünya görüntüsü şeklinde beyaz ırkların geneline yayılmıştır. Çünkü Çağın kendisi kaba bir hale gelmiştir ve çoğu kişi kendisinin ne kadar bozulmuş olduğundan habersizdir. Bütün parlamentoların kötü davranışları, eğer çalışmadan para getirecekse üçkâğıtçı işlere genel olarak göz yumma eğilimi, toplumun bütün çevrelerinde ruhani bir ürün olan caz ve Zenci dansları, fahişe gibi boyanmış kadınlar, roman ve oyunlarında iyi yetişmiş insanların doğruluklarıyla dalga geçen yazarlar, her tür sosyal kısıtlama ve zaman içinde kazanılmış geleneklerin fırlatılıp atılmasını soyluların ve eski asil ailelerin bile uygunsuz bulması: bütün bunlar başı çekenin artık kaba insan yığını olduğunu kanıtlar.

Ancak dünyanın bir yarısı onları artık doğuştan gelen bir gereklilik olarak görmediği ve bunun “olmak ya da olmamak” sorunu olarak algılamadığı için iyi yetişmiş formlara ve eski geleneklere gülümserken, diğer yarısı her şeyi yıkacak bir nefretle yanan nefreti, herkesin sahip olamadığı belli olan ve yıkılması gereken şeylere kıskançlığı serbest bırakmaktadır. Yalnızca gelenek ve görenek değil, her türlü incelik: güzellik, zarafet, kıyafet zevki, rahat, iyi davranışlar, konuşma zarafeti, kişinin uzuvlarını kontrolü, eğitim ve disiplin; kaba ruhu kanı kaynayana kadar kızdırır. Güzel biçimli bir yüz, ince bir ayağın attığı hafif ve zarif bir adım demokrasinin karşıtlarıdır. Otium cum dignitatenin12 boks maçlarına ve altı günlük yarışlara tercih edilmesi, güzel sanatlar ve şiirin takdir edilmesi, hatta çiçekler ve nadir meyvelerle dolu güzel bir bahçenin zevki hep yakılmalı, ezilmeli ve parçalanmalıdır. Üstünlüğü yüzünden Kültür düşmandır. Yaratılışı anlaşılamaz veya içten içe sindirilemez, herkese göre olmadığından dolayı yok edilmelidir.

Nihilizmin eğilimi böyledir. Kitleleri gerçek kültür düzeyinde eğitmek kimsenin aklına gelmez, bu çok büyük sıkıntıdır ve muhtemelen belli başlı önermeleri de yoktur. Aksine, toplumun yapı seviyesi halk tabakasının standardına göre ayarlanır. Genel eşitlik hüküm sürecek, her şey aynı şekilde kaba olacaktır. Aynı para kazanma yolu ve aynı harcama zevki: Panem et circenses13 artık istenmiyor, artık anlaşılmıyor. Üstünlük, görgü, zevk ve her türlü içsel mevki tanımı suçtur. Etik, dini, ulusal fikirler, çocuk ve aile için evlilik, Devlet otoritesi: bütün bunlar eski moda ve gericidir. Moskova sokakları hedefi gösterir ancak buraya hükmeden Moskova’daki bir ruhtur. Bolşevizm’in evi Batı Avrupa’dır ve Voltaire ve Rousseau’nın uslu öğrenciler olduğu çevrelere hükmeden, Adadaki Jakobencilikte etkin ifade şekli bulan İngiliz materyalist dünya görüşünden beri de öyledir. On Dokuzuncu yüzyıl demokrasisi çoktan Bolşevizm’e kadar gelmiştir: yalnızca mantıklı sonuçlarının cesareti eksiktir. Bastille ve eşitlik isteyen giyotinden 1848 Komünist Manifesto tarihindeki sokak çatışmaları ve ideallere bir adım uzaktır; Batı Çarcılığından ise yalnızca iki adım uzak. Bolşevizm bizi korkutamaz, bize hükmeder. Eşitlik düşüncesi insanlar ve çeteleri aynı kefeye koyar, özgürlüğü Kültür ve toplumdan kopmayı içerir.

* Yazan, Oswald Spengler, The Hour of Decision, çeviri: Charles Francis Atkinson, sf. 87-97, 1934, Alfred Knopf Inc.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.