Kalkınmanın Yasası ve Nedeni*
İngiltere’nin etkin yazarlarından biri olan Herbert Spencer (1820-1903), mühendislik eğitimi aldığı halde sosyal felsefeyi meslek edinmiş, kalkınmanın ekonomik ve sosyal şartlarına dair görüşleri, İngiltere ve Birleşik Devletler’de yaygın kabul bulmuştur. Kalkınmanın genel yasalarını formüle ettiği “Kalkınmanın Yasası ve Nedeni” adlı makalesi, liberal çağa hitap eder. Spencer, ekonomiye dair görüşlerini, ilk kez 1857’de yayımlanan söz konusu makaleden yaklaşık bir kuşak sonra, “Yeni Muhafazakârlık” [New Toryism] (1884) adlı makalesinde dile getirmiştir.
Bugünün kalkınma anlayışı değişken ve belirsizdir ve bazen bir ulusun nüfusu ve topraklarının büyüklüğü gibi basit unsurlardan biraz daha fazlasını içerir. Tarım ve imalat söz konusuysa, bazen üretimle ilgili, bazen de bu üretimin kalite itibariyle üstünlüğü ve üretimde kullanılan yeni veya gelişmiş araç gereç üzerinde durulur. Ahlaki veya entelektüel kalkınmadan söz ederken, bu özellikleri sergileyen bireyin veya halkın durumunu; bilginin, bilimin, sanatın ilerlemesi hakkında yorum yaparken insan düşüncesi ve eyleminin soyut ürünlerini göz önüne alırız. Ancak, bugünkü kalkınma/ilerleme anlayışı oldukça muğlak ve büyük ölçüde hatalıdır; ilerleme/kalkınmanın gerçekliğinden ziyade buna eşlik edenleri, özünden çok gölgesini dikkate alır. İnsan zekâsının çocuğun doğumundan erişkin bir insan oluncaya kadar ya da vahşi birinin filozof oluncaya kadar geçen sürede kaydettiği ilerleme/gelişmenin nedeni, genellikle bilinen bir dizi unsur ve varsayılan yasalardan ibaret olarak görülür. Oysa, asıl ilerleme/gelişme, bilgi artışında ifade bulan o içsel ıslahattadır. Sosyal gelişmenin insani ihtiyaçları veya arzuları tatmin eden çeşitli ve daha çok sayıda eşya üretimi, kişi ve varlık/mülk güvenliğinin temini, özgürlük alanının genişletilmesinden ibaret olduğu sanılır; oysa, [kalkınma] bütün bunları mümkün kılmak üzere sosyal bünyenin yapısında vuku bulan değişim olarak anlaşılmalıdır. Bugünkü anlayış, sadece insan mutluluğuna dayanan teolojik bir anlayıştır. Gelişme, bunu mümkün kılan olayların insanı doğrudan veya dolaylı olarak mutlu etmesiyle açıklanmaktadır. Sosyal gelişimi doğru anlamak için söz konusu değişimin doğasını çıkardan bağımsız olarak sorgulamalıyız; örneğin, yeryüzünde değişikliklere yol açan jeolojik hareketliliğin insanoğluna uyum sağlamak için gerçekleştiğini ve dolayısıyla bunun bir jeolojik ilerleme/gelişme olduğunu düşünmek yerine, bu hareketliliğin tabi olduğu ortak yasayı araştırıp bulmaya çalışmalıyız. Şimdi ilerlemenin/kalkınmanın ne olduğunu soralım.
Farklı organizmaların evrim sürecinde sergiledikleri ilerlemeye/gelişmeye dair sorular, Almanlar tarafından yanıtlanmıştır. Wolff, Goethe ve Von Baer’in5 araştırmaları, bir tohumun ağaca dönüşmesi, hatta bir yumurtanın hayvana dönüşmesi sırasında geçirdiği bir dizi değişimin, bünyenin homojen olmaktan çıkıp heterojen bir yapıya doğru ilerleme/gelişme kaydettiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Başlangıçta her tohum/hücre gerek tekstür, gerek kimyasal bileşimi itibariyle tamamen homojendir. Değişimin ilk aşamasında tohum/hücre ikiye bölünüp farklılaşmaya başlar. Ve parçalardan her biri yavaş yavaş o kadar farklılaşır ki, ikinci aşamada fark orijinal hali kadar belirgindir. Bu süreç gelişen embriyonun her yanında kendini tekrarlayarak devam eder ve bu sonsuz bölünme ve farklılaşmalar sayesindedir ki, doku ve organlardan oluşan karmaşık bir yapı/bünye, bir bitki veya hayvan ortaya çıkar. Bu süreç tüm organizmalar için geçerlidir. Organik gelişimin homojenden heterojene giden bir değişim, dönüşümden ibaret olduğu tartışmasız bir gerçek olarak karşımızdadır.
Şimdi, bu organik gelişimin/ilerlemenin her gelişim/ilerleme için geçerli olduğunu kanıtlayalım. İster yeryüzü ve üstündeki yaşamın gelişiminde, ister toplumun, hükümetin, imalatın, ticaretin, dilin, edebiyatın, bilimin, Sanatın gelişimde olsun, ardışık farklılaşma yoluyla basitten komplekse evrim her yerde geçerlidir. Kadim zamanlarda tespit edilen kozmik değişikliklerden, medeniyetin son bulgularına kadar, ilerlemenin/gelişimin esasen homojenin heterojene dönüşümünden ibaret olduğunu göreceğiz.
Güneş sisteminin yaratıcısı, Nebula Hipotezi’nin6 doğru olup olmadığını bize bir örnek vererek açıklıyor. Diyelim ki, güneş ve gezegenler bir zamanlar şekilsiz ve yaygın bir maddeden oluşuyordu, ama atomlarının birbirini tedrici olarak çekmesi sonucunda yoğunluk kazandı. Bu hipoteze göre güneş sistemi başlangıçta, yani doğum aşamasında sonsuza dek uzanan ve yoğunluğu, ısısı ve diğer fiziksel özellikleri itibariyle hemen hemen homojen bir ortamdı. Sertleşmeye dönük ilk gelişme, bulutumsu kütlenin doldurduğu alan ile bu alanın dışındaki boşlukta başladı. Eşzamanlı olarak, söz konusu iki alan arasında yoğunluk ve ısı itibariyle karşıtlık diyebileceğimiz bir farklılık meydana geldi. Ve yine eşzamanlı olarak etrafta hızı merkeze uzaklığına bağlı olarak değişen dönel hareketler başladı ve bu dönel hareketler sayıca ve derece itibariyle çoğalıp, unsurları arasında sayısız yapısal ve eylemsel karşıtlık olan bir düzene, yani Güneş, gezegenler ve onların uyduları olarak bildiğimiz düzene evrildi. (…)
Spencer, bu noktadan sonra homojenden heterojene dönüşümü jeoloji ve biyoloji alanlarında örnekleyerek şöyle devam eder:
Homojenden heterojene dönüşümün son örneği (…) en heterojen yaratığın, yani insanoğlunun gelişmesinde görülür. Şu bir gerçektir ki, yeryüzünün insanlar tarafından iskanı sürecinde insanoğlunun organizması türünün medenileşenleri arasında daha heterojen hale geldi ve ırkların çoğalarak insanların birbirinden farklılaşması sayesinde -genel olarak- giderek daha heterojen olmaktadır.
Bunlardan birincisini kanıtlamak üzere şunu söyleyebiliriz ki, azalarının gelişmesi itibariyle medeni insan, plasental memelilere, yani daha az gelişmiş olan insana büyük fark atar. Örneğin, bir Papualı, iyi gelişmiş bir vücuda ve uzun kollara sahip olmasına rağmen, bacakları kısadır ve bu bize ön ve arka uzuvları arasında büyük fark olmayan kuadrumanayı (maymun türü) hatırlatır. Oysa, Avrupalının boyu uzun, bacakları yapılıdır; aynı şekilde, kafatasının ve yüzünün kemik yapısı da farklı ve orantılıdır.
Omurgalılar itibariyle gelişim, genellikle omurilik, özellikle de omuriliğin kafatasını oluşturan kısmının heterojenleşmesiyle belirginleşir; daha gelişmiş insanların kafatası büyük, çene kemiği küçüktür. Bu özellik ki, diğer yaratıklara kıyasla, en belirgin biçimde insanoğlunda görünür, vahşi insanlardan ziyade Avrupalılar arasında yaygındır. Dahası, sergilediği yeteneklerin boyutlarına ve çeşitliliğine bakarak, vahşi bir insandan daha karmaşık ya da heterojen bir sinir sistemi olduğu sonucuna varabiliriz. Nitekim, sergilediği çokyönlü ve çeşitli yetenekler bakımından değerlendirirsek, medeni insanın medeni olmayan insandan ayrıca daha kompleks veya heterojen bir sinir sistemi olduğu anlamını çıkarabiliriz. (…)
İkinci durumun gerçeği, yani insanoğlunun organizmasının, türünün medenileşenleri arasında daha heterojen hale geldiği gerçeği kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Irkları klasifikasyona tabi tutan etnolojik araştırmaların tümü buna tanıklık eder. İnsanoğlunun farklı farklı soylardan geldiği hipotezini kabul etsek bile, bu soylardan artık birbirinden çok farklı insan topluluklarının türediği, bunun filolojik bulgularla kanıtlandığı ve ırkın genel olarak bir zamanlar olduğundan çok daha az heterojen olduğu, bu gerçeğini değiştirmez. Buna örnek olarak, yeni bir tür olan ve son birkaç neslin ürünü Anglo-Amerikalıları gösterebiliriz. Ve şayet söylenenler doğruysa, benzer biçimde, Avustralya’da yeni bir insan türünün geliştiğine şahit olabiliriz.
İnsanoğlunun bireysel varlığından sosyal varlığına geçersek, söz konusu yasanın geçerliliğini daha da çok ve çeşitli örneklerle kanıtlayabiliriz.
Homojenden heterojene dönüşüm genel anlamıyla medenileşme süreci için de söz konusudur. Her bir kabilenin ya da ulusun gelişiminde söz konusu olmuş, olmaya devam etmektedir. Gelişim, barbar kabileler itibariyle en alt düzeyde, yani en homojen olduğu haldedir: bireylerin kümeleştiği (yığıştığı), diğerleriyle benzer güce ve işleve sahip olduğu, en belirgin işlev farkının cinsiyet olduğu haldedir. Bu ortam her erkeğin savaşçı, avcı, balıkçı, yapı ustası olduğu, her kadının benzer angaryayı üstlendiği, her ailenin kendine yettiği ve saldırılar, dolayısıyla korunma ihtiyacı olmasa, kabileden ayrı yaşayabileceği bir ortamdır. Ne ki, sosyal gelişim sürecinin en başından itibaren yönetilen ve yöneten arasında farklılaşma görülür. Göçebe aileden göçebe kabile yaşamına evrilince, tuhaf bir tür reislik gündeme gelir. En güçlü olanın otoritesi, tıpkı hayvanlarda ya da okul çocukları arasında olduğu gibi, bu kabilede de kendini hissettirir. Bu otorite başlangıçta tanımlanmamıştır, kesin değildir ve belki aynı derecede güçlü diğer bazı adamlarla paylaşılır, yaşam şekli veya yerine getirilen işlevler itibariyle farklılaşmaz: İlk yönetici kendi avını kendisi yakalar, kendi silahını kendisi yapar, kendi kulübesini kendisi çatar, kısacası, ekonomik anlamda diğerlerinden farklılaşmaz. Ne ki, kabile geliştikçe, yönetilenlerle yönetici arasındaki fark belirginleşir. Hâkim güç bir ailede kalıtsal hale gelir; aile reisi kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılamaz olur, diğerleri tarafından hizmet görür ve kendisini sadece yöneticiliğe verir.
Bu arada, bir tür düzenleyici yönetim, yani din ortaya çıkar. Tüm tarihsel belgelerin ve geleneklerin işaret ettiği üzere, insanoğlu ilk yöneticilerine kutsiyet atfetmiştir. Yöneticinin hayatı boyunca ağzından çıkan her söz, verdiği her emir ölümünden sonra da kutsallığını korur ve topluluğa kendi soyundan gelen haleflerince de dayatılır; yönetim sırası söz konusu haleflere gelince, tanrıların en eski ve yüce olanının ardından -ikinci derecedeki tanrılar olarak tapınılmak üzere- soylarının panteonuna terfi ederler. Fıtri yöneticilik, bir ortak yönetim biçimi olarak -sivil ve dinsel- uzun süre devam eder. Kuşaklar boyunca krallar başpiskopos, ruhbanlar kraliyet soyunun üyeleri olmayı sürdürürler. Dini yasalar az ya da çok sivil düzenleme içermeye, sivil yasalar az ya da çok dini yaptırım gücüne sahip olmaya çağlar boyunca devam eder; bu iki denetim mercii, en ileri uluslarda bile tamamen farklılaşmaz.
Spencer, homojenden heterojene dönüşümü, bu noktadan sonra dil, edebiyat, bilim ve sanat itibariyle ele alır ve şu soruyu sorarak sonuçlandırır:
Şimdi, bu yöntemin homojenliğinden birtakım temel sonuçlar çıkarmamız gerekmez mi? Bu yaygın uygulamayı mümkün kılan ilkenin ne olduğunu araştırmamız akılcı olmaz mı? Hukukun evrenselliği, evrensel bir nedenin varlığına işaret etmez mi?
Bu nedenin derinliğine akıl yoluyla vakıf olabileceğimiz sanılmasın. Bunu yapmak insan aklını aşan, o son gerçeğin sırrını çözmek anlamına gelir. Ne var ki, bunu yukarıda izah edilen gelişme yasasını ampirik bir genelleme olmaktan çıkarıp rasyonel bir genellemeye indirgemek suretiyle yapabiliriz. Nasıl ki Kepler kanunlarını yerçekimi kanununun kaçınılmaz sonuçları olarak yorumlamak mümkünse, çeşitli biçimlerde tezahür eden bu gelişim kanununu da evrensel bir ilkenin kaçınılmaz sonucu olarak yorumlayabiliriz. Nasıl ki yerçekimi, bir neden olarak Kepler’in formüle ettiği fenomenlerden her birine uygulanabildi, izleyen sayfalarda formüle edilen her bir fenomene, bir o kadar basit nedenler atfetmek suretiyle homojeninin heterojene evrilmesinin birbirinden farklı ve karmaşık yönlerini gündelik yaşamın basit gerçekleriyle -ki, sonsuz bir tekerrür ürünüdür- açıklayabiliriz. (…)
Bunca öncül açıklamadan sonra, artık yasanın tanımlamasını yapabiliriz: Her aktif güç birden çok değişiklik, her neden birden çok etki üretir.
Bu yasanın gereğince kavranabilmesinden önce birkaç örneğe bakılmalıdır. Bir cisim, bir başka cisimle çarpıştığında ki, biz buna etki deriz, birinin ya da her ikisinin pozisyon veya hareketinde değişiklik meydana getirir. Ancak bir an için düşünecek olsak, bunun gayet pervasız ve eksik bir madde görüşü olduğunu anlarız. Görünür mekanik sonuçlarının yanında, ses üretmiştir ya da her iki cisimde ve çevredeki havada bir titreşim. Bunu, bazı koşullar altında, etki olarak adlandırırız. Dahası, hava sadece titreştirilmemiş, çarpışma noktasının civarında yer yer yoğunlaşan hava akımlarına yol açmıştır. Dahası, bu yoğunlaşmaya ısının serbest kalması eşlik etmiştir. Bazı durumlarda sürtünmeden bir kıvılcım, yani ışık hasıl olabilir; bu akkora kimyasal bir oluşum eşlik edebilir. Böylece, bir çarpışmada ortaya çıkan mekanik kuvvet, en az beş ve sıklıkla daha çok farklı türde değişiklik üretmiştir. (…)
Her aktif kuvvetin birden fazla değişiklik ürettiği gerçeği, kaçınılmaz olarak, tüm zamanlarda şeylerin artarak karmaşık hale geldiğini gösterir. Yaratılışta her nedenin birden fazla etki ürettiği ve üretmeye devam ettiği gerçeğinden hareketle, âlemde homojenden heterojene dönüşümün kesintisiz olduğunu söyleyebiliriz. (…)
* Herbert Spencer, Illustrations of Universal Progress, 1868, Progress, Its Law and Cause.