İnsan Hangi Gelişim Aşamasına Erişti?
1793 yılının Haziran ayında Concordet Markizi Marie Jean Antoine Nicholas de Caritat, elli yaşındaydı ve bir matematikçi ve felsefeci olarak uzun süredir maruftu. Ayrıca aktif bir devrimci politikacı ve monarşinin düşüşünden sonra Fransa’yı yöneten Millet Meclisi’nin bir üyesiydi. Fakat bu kurum içindeki uç Jakobenlere göre, aşırı ılımlı olduğunu kanıtladı, çünkü XVI. Louis’nin infazına karşı oy kullandı ve Girondinler35 denilen mahkûm edilmiş fraksiyonu destekledi. Bu ve diğer “insanlara karşı” hareketleri dolayısıyla suçlu ilan edildi ve Paris’te barınabileceği bir ev bulmakta zorlandı. Saklandığı sürede “Aydınlanmanın vasiyeti” olarak da bilinen İnsan Zihninin Gelişimine Dair Tarihsel Resim Taslağı [Esquisse d’un tableau historique des progrès de l’esprit humain] adlı eserini kaleme aldı. Bu bilimsel eserin tarzı ve içeriği, yazarının zor durumu düşünülecek olursa dikkate değerdir. Marie Jean de Concordet, 1794 yılının ilkbaharında Paris’i terk etmeye çalışırken yakalandı ve ertesi gün hapishanede öldü.
İnsan Zihninin Gelişimi*
İnsan soyunun gelecekteki gelişimini önceden görmek ve bu gelişimi yönlendirmek ve hızlandırmak gibi bir sanat gerçekten olsaydı, o ana kadar geldiği gelişim noktasının tarihi, bu sanatın temel dayanağını oluşturmak zorunda olurdu. Felsefe, şüphesiz, geçmiş çağların tarihi dışında hiçbir davranış kuralı olmadığını ve eski çağların çalışılması dışında hiçbir gerçeğin bulunmayacağını varsayan batıl inanca sahip fikri yasaklamalıdır. Fakat yasağına kibirli bir şekilde tecrübenin verdiği dersleri de reddedecek önyargıyı da eklememeli midir? Mutlu birleşimlerle insan biliminin genel ilkelerine yönlendirecek olan, sadece ve kesinlikle derin düşüncedir.
Her şey insanlığın en büyük devrimlerinden birine yaklaştığımızı söylüyor. Önceden meydana gelen ve yaklaşan devrimin yolunu hazırlayan devrimlerin resminden başka ne bizi neyin beklediği ve o kargaşa içinde neyin bize daha emin bir rehber olacağı konusunda daha iyi aydınlatabilir? Şu anki bilgi durumumuz bize mutlu olacağımız güvencesini veriyor. Fakat bu mutluluk o devrime bütün gücümüzle nasıl yardım edeceğimizi bilmemize bağlı değil midir? Sözünü verdiği mutluluğun daha az zararla elde edilmesi, daha büyük alana daha hızlı bir şekilde yayılabilmesi ve etkilerinde daha eksiksiz olması için insan zihni tarihinde korkulacak hangi engellerin kaldığını ve bu engellerin hangi yollarla aşılacağını çalışmak zorunlu değil midir?
İçinde koşmayı düşündüğüm boşluğu 9 büyük devre böleceğim ve 10. devirde insanoğlunun gelecek kaderi hakkında bazı tahminler yaparak devam edeceğim.
Kendimi her birini niteleyen temel özelliklerle sınırlı tutacağım; istisnalara ve ayrıntılara takılmadan gruplar halinde vereceğim. Gelişimini ve kanıtlarını çalışmanın sunacağı sonuçların amaçlarını göstereceğim:
ı. İnsanlar sürü halinde toplandı
ıı. İnsanoğlunun kırsal durumu- bu seviyeden tarımsal duruma geçiş
ııı. İnsanoğlunun tarımsal durumdan alfabetik yazının icadına kadar gelişimi
ıv. İskender zamanında bilimlerin bölünmesine kadar Yunanistan’da insan zihninin gelişimi
v. Bilimlerin, bölünmelerinden çöküşlerine kadar olan gelişimi
vı. Öğrenmenin çöküşü ve haçlılar döneminde eski haline dönmesi
vıı. Batıda canlanma döneminde bilimlerin ilk gelişiminden matbaanın icadına
vııı. Matbaanın icadından bilimlerin ve felsefenin otorite esaretinden kurtuldukları döneme
ıx. Descartes zamanından Fransız Cumhuriyeti’nin kurulmasına…
Dokuzuncu Devir: Descartes Zamanından Fransız Cumhuriyeti’nin Kurulmasına
İnsan mantığının, medeniyetin doğal gelişimiyle yavaş yavaş kendini oluşturduğunu, batıl inancın zorla onun üzerinde egemenlik kurduğunu ve böylece onu suiistimal ettiğini ve despotizmin korku yayarak ve gerçekten felaket yaratarak zihinsel yetenekleri gerilettiğini, ayrıca sersemlettiğini gördük.
Bu çifte etkiden sadece tek bir ulus36 bir süreliğine kaçabildi. Özgürlüğün dâhilik meşalesini yaktığı bu mutlu topraklarda yeni doğanlığın ayak bağlarından kurtulmuş insan zihni sert ve korkusuz bir adımla gerçeğe doğru ilerledi. Fakat fetih hemen, ayrılmaz arkadaşı olan batıl inancı da şüphesiz yanında getiren zorbalığı getirdi ve bütün insanlık görünüşe göre ebedi olacak bir kararlığın içine yeniden daldı. Fakat şafak, sonunda, gizlice izlerken görüldü; uzun süredir belirsizliğe mahkûm gözleri ışığa tamamen bakabilene kadar yavaş yavaş kendilerini alıştırarak açılıp kapandı ve dâhilik daha bağnazlık ve barbarlık tarafından uzun süre önce kendisine yasaklanan evren üzerinde bir kere daha parlamaya cesaret etti.
Mantığın zincirlere karşı geldiğini ve silkindiğini ve yeni bir güç kazanarak özgürlük devrini hazırladığını ve hızlandırdığını gördük…
İnsanların davranışları, servetin kaçtığı düzensizlik ve şiddetin doğal düşmanları olan ticaret ve sanayinin etkisiyle, önceki dönemin barbarlıklarının hâlâ canlı olan hatıraları yüzünden oluşan korku ve dehşetle, felsefi adalet ve eşitlik fikirlerinin daha genele yayılmasıyla ve son olarak zihinsel aydınlanmanın yavaş ama kendinden emin ilerlemesinin etkisiyle, gaddarlıklarını canlı tutan önyargıların çürümesiyle iyileştirildi.
Dinsel hoşgörüsüzlük hâlâ devam etti fakat insanların önyargılarına saygı veya tutarsızlıklarına karşı bir koruma olarak sadece bir önlemdi. En acımasız özelliklerini kaybetti. Nadiren başvurulan kazıklı infazlar dini görüşleri yönlendirmenin, daha gaddar bulunsa bile daha az barbar olan diğer yöntemleriyle, sonunda infaz sadece aralıklarla yapılana ve büyük oranda eski alışkanlığa bağımlılıktan veya geçici zayıflık ve hoşgörüden kaynaklanana kadar değiştirildi.
Her ulusta ve her konu hakkında hükümet politikası sadece görüş değil, hatta felsefe adımlarını izledi fakat yavaştı ve bir nevi gönülsüzdü. Bununla orantılı olarak, derin düşünen insanlarının politika ve ahlak biliminde ulaştığı noktayla duyguları kalabalıklar tarafından özümsendiğinde kamuoyunu oluşturanların geneli tarafından ulaşılan nokta arasındaki dikkate değer mesafe bulunduğunu göreceğiz. Bu yüzden, bir ulusun olaylarına yön veren kişiler yönetim şekli ne olursa olsun, eşit oranda bu görüş düzeyinin altında kalırlar; yolunda yürürler, onu takip ederler fakat bunu öyle ağır ve ileri gitmekten o kadar uzak bir şekilde yaparlar ki, asla ona yetişemezler ve daima yıllarca ve en az onun o kadar önemli gerçekler açısından arkada kalırlar.
Biz fark etmeden bizi en genel ve açık şekilde etkileyen felsefenin düşünen insan sınıfını etkilediği, bu sınıfın da halkı ve yönetimleri etkilediği ve aşamalı olmayı bırakıp belirli ulusların bütün kitlelerinde devrim yaptığı, böylece bütün insan soyunu kucaklayacak genel bir devrimi bir gün izleyeceğine dair güvence verdiği döneme geldik.
Hata çağlarından, belirsiz ve kusurlu teorilerin bütün labirentlerinde gezindikten sonra politika ve ulusların yasaları hakkında yazanlar sonunda kişinin gerçek haklarına dair bilgiyi basit bir ilkeden elde ettiler. Bu ilke şuydu: İnsan, çıkarları hakkında muhakeme yapabilen ve onları anlayabilen, ayrıca ahlaki fikirleri elde edebilen, duyarlılık bahşedilmiş bir varlıktır.
Haklarının korunmasının politik birliğin tek amacı olduğunu ve sosyal sanatın kusursuzluğunun en yüksek nitelikte ve sonuna kadar bu hakları korumasını gerektirdiğini gördüler.
Bireyin haklarını güvence altına alma ve her toplulukta ortaya koyulan genel kuralları kapsama yollarının, bu yolları seçme ve bu kuralları belirleme gücünün sadece toplumun çoğunluğunun elinde bulunabileceğini ve bu sebeple bu seçimde diğer insanların emirlerine de maruz kalmadan bireyin kendi anlayışının emirlerini izlemesi imkânsız olduğundan çoğunluğun iradesinin, genel eşitliği ihlal etmeden, herkes tarafından izlenebilecek tek ilke olduğunu anladılar.
Her bir birey çoğunluğun iradesine uymak için daha önceki taahhüde girebilir. Bu taahhütle çoğunluk, oybirliğine ulaşacaktır. Fakat kendisi dışında kimseyi bağlayamayacağı gibi, topluluk kişinin bireysel haklarını tanıdıktan sonra ihlal etmiyorsa kendini de bağlayamaz.
Çoğunluğun bireyler üzerinde sahip olduğu haklar ve o hakların sınırları; çoğunluğun taahhüdünü herkes üzerinde bağlayıcı kılan ve bireylerin değişimiyle bu tür oybirliği de yok olduğunda işlevini kaybeden bir bağ olan bu oybirliğinin kaynağı böyledir. Şüphesiz, çoğunluğun belki de gerçek ve mutluluktan daha sık hata ve kötülük lehine açıklayacakları amaçlar vardır fakat hâlâ ve sadece çoğunluk kendi kararına tam olarak değinilmeyen amaçların ne olduğuna karar verecektir. Kendi hükmü yerine tercih etmeye karar verdiği hükümlerin ait olduğu bireyleri ve bu bireylerin, hükümlerinin uygulanması için takip ettiği yöntemi sadece kendi belirleyebilir; kısacası, görevlilerinin kararlarının herkesin haklarını yaralayıp yaralamadığını açıklama yetkisine sahiptir.
Bu basit ilkeler sayesinde insanlar, bir anayasanın hükümlerini değiştirme hakkı diğer her türlü hakkın güvenliği değilmiş ve biz aydınlandıkça temelinde kusurlu ve gelişme özürlü insani kurumlar ebedi bir monotonluğa mahkûmmuş gibi, bir kere belirlendi mi insanları bu hükümlere zincirleyen daha düşük ama eşit seviyede saçma olan fikrin ahmaklığı yanında halk ve efendileri arasındaki karşılıklı rıza veya şartlardan birinin taraflardan biri tarafından ihlaliyle iptal edileceği düşünülen anlaşmaların geçerliliğine dair fikirlerin ahmaklığını keşfetti. Aynı şekilde, ulusların yöneticileri de bütün insanların doğaları gereği hak eşitliği elde ettiğini unutarak bazen bölgenin boyutu, iklim sıcaklığı, ulusal karakter, insanların serveti, ticaret ve sanayi durumuna göre hak vermesinin uygun olduğunu düşündüğü kişilerin alanını ölçen ve bazen doğumlarına, servetlerine ve mesleklerine göre toplumun farklı sınıfları arasında hakları eşit olmayan oranlarda dağıtan ve böylece bu kurumlar olmasa istenmeyecek ve amaç için yetersiz olan çareleri daha sonra uygulamak amacıyla çelişen çıkarlar ve karşıt güçler yaratan yanlış ve kurnaz politikayı terk etmeye zorunlu hissettiler.
Artık insanoğlunu, biri yönetmeye mahkûm, diğeri yönetilmeye ya da biri aldatmaya mahkûm, diğeri aldanmaya şeklinde ikiye bölmek imkânsızdı; herkesin çıkarları açısından eşit şekilde aydınlatılma ve gerçeği öğrenme hakkı olduğu, ayrıca halkın çıkarı için halk tarafından görevlendirilen hiçbir siyasi otoritenin halkı cahillik ve karanlıkta tutamayacağı doktrini evrensel olarak kabul edilmek zorundaydı. (…)
Farklı ulusların derin düşüncelerinde ülke, renk veya topluluk ayırt etmeksizin insanların bütün çıkarlarını kucaklayan felsefeciler, kurgusal görüşlerinin farklılığına bakmaksızın her türlü hataya ve her zorbalık çeşidine karşı katı ve birleşik bir topluluk kurdular. Evrensel insancıllık duygusu tarafından harekete geçirilen felsefeciler, ister yabancı bir ülkede olsun, ister kendi ülkeleri tarafından yabancı bir millette uygulansın, adaletsizliğe eşit şekilde yüksek sesle karşı çıktılar. Amerika, Afrika ve Asya kıyılarını acımasızlık ve suçlarla lekeleyen açgözlülüğü Avrupa’da suçladılar. Cahil baskıcıların insan sınıfına koymaktan iğrendiği zencilerin arkadaşları, Fransız ve İngiliz felsefeciler san kazanarak ve görevlerini yerine getirerek övündüler. Beccaria, İtalya’da, Gallik hukuk sisteminin barbar kurallarını çürütürken, Fransız yazarlar, Rusya ve İsveç’teki hoşgörüyü övdüler. Fransızlar ayrıca, ticari önyargılara ve anayasasındaki hatalara duyduğu batıl inançlı saygısı konusunda İngiltere’nin gözlerini açmaya çalıştı.
Fransızlarla aynı sırada erdemli Howard37 hapishanelerinde ve hastanelerinde birçok insan kurbanı feda eden soğukkanlı barbarlığı kınıyordu.
Gözler önüne serdiğim kamu zihninin doğasıyla yönetimin egemen sistemlerini karşılaştırarak önemli bir devrimin kaçınılmaz olduğunu ve bu devrimin sadece iki yolla gerçekleşebileceğini kolaylıkla anlayabiliriz: ya insanların kendileri doğa ve mantık ilkeleri üzerine bir politika sistemi kuracaktı ki bunu felsefe onlar için çok değerli kılmıştı ya da yönetim ahlaksızlıklarını düzelterek ve davranışlarını kamuoyuyla yöneterek bu olayı iptal etmeye çalışacaktı. Bu devrimlerden bir tanesi daha hızlı, daha radikal fakat daha şiddetli olacaktı; diğeri ise daha yavaş, daha eksik fakat daha sessiz olacaktı: Birinde geçici belalar pahasına özgürlük ve mutluluk satın alınacaktı, diğerinde ise bu kötülüklerden kaçınılacaktı fakat bir kusursuz özgürlük durumundan faydalanmak, bu süreçte, sonunda ulaşmaması imkânsız olsa da, oldukça uzun bir süre geciktirilecekti.
Ulusların yöneticilerinin yolsuzlukları ve cahillikleri bu yöntemlerin ilkini seçmiş gibi durmaktadır ve mantık ve özgürlüğün ani zaferi insan ırkının intikamını almıştır. (…)
Hem bilimleri ilgili alanlarda zenginleştiren yeni olguları hem de özellikle başka bir bilgi alanına ait görünen teoriler veya yöntemlerin uygulanmasından dolayı her birinde ortaya çıkan avantajları sunarken gözlem, deneyim ve düşünmenin her bilimde bizi götüreceği bu doğruların doğası ve sınırlarının ne olduğunu anlamaya çalışabiliriz; aynı şekilde, insan zihninin ilk ayrıcalığı olan ve dâhilik olarak da bilinen icat yeteneğini tam olarak neyin oluşturduğunu, onun takip ettiği keşifleri anlayışın hangi işlemlerle elde edebileceğini veya bazen aranmayanlara nasıl yönlendirilebileceğini, hatta önceden söylenmiş olmasının nasıl mümkün olduğunu araştırabiliriz; keşfe götüren yöntemlerin ne kadar kullanılabileceğini gösterebiliriz, böylece bilim, belirli bir anlamda, dahiliğe ek bir araç sağlamak veya büyük bir zaman ve çaba harcamadan kullanılmayan yolların kullanımını kolaylaştırmak üzere yeni yöntemler icat edilene kadar belirli bir seviyede kalabilir.
İster bireylerin refahı için, isterse de ulusların rahatlığı için olsun, kendimizi bilimlerin kullanımından veya sanatlara uygulanmasından elde edilen avantajları sergilemekle sınırlarsak sundukları yararların sadece çok küçük bir kısmını göstermiş oluruz. Belki de en önemlisi şudur: İnancın saçma amaçları tarafından yanlış yöne zorlandıktan, kuşaktan kuşağa geçirildikten, yeniyetmeliğin yanlış hüküm verme döneminde öğretildikten ve batıl inanç dehşeti ve zorbalık korkusuyla uygulandıktan sonra önyargı yok edildi ve insan anlayışı iyileştirildi.
Politika ve ahlaktaki bütün hatalar, kendileri de fiziksel hatalarla bağlantılı olan felsefi yanlışlar üzerine kurulmuştur. Doğa kanunları hakkındaki cahillik üzerine kurulmamış hiçbir dini sistem veya doğaüstü mantıksızlık bulunmamaktadır. Bu saçmalıkların kurucuları ve savunucuları insan zihninin sonraki gelişimini önceden göremez. Devrin insanlarının her şeyi bildiğine ikna olmuş bu insanlar dalgınlıklarını kendi ülke ve devirlerinin genel görüşlerinin üzerine kendilerine güvenerek kurduklarını bilir ve buna inanırlardı ki, daha sonra dini inançlarını da buna göre şekillendirdiler.
Doğal bilgi dağarcığının gelişimi bu hatalar için daha yıkıcı oldu, çünkü bu hataları genellikle cahilliğin küçük düşürücü alayını inatla savunanlara yamanarak onlara saldırdığını göstermeden onları yok etti.
Aynı zamanda bu bilimlerin amacı, yöntemlerinin sağlayabildiği belirli fikirleri ve gerçeği araştırma ve sağlama yolları hakkındaki adil muhakeme alışkanlığı doğal olarak bizi güvenilirliğin gerçek amaçları üzerine kurulu görüşlere bağlanmaya zorlayan, alışılmış önyargılara bağlayan veya otoriteye boyun eğmeye zorlayan duyarlılığa yönlendirmelidir. Bu karşılaştırma, son görüşlere güvenmemeyi, inanç en ciddi ve en içten şekilde açıkça söylendiğinde bile onlara gerçekten inanılmadığını göstermeyi öğretmek için yeterlidir. Bu keşif bir kere yapıldı mı yıkımı daha hızlı ve daha kesin bir hale gelir...
Onuncu Devir: İnsanlığın Gelecekteki Gelişimi
Kişi yasaları bilmemesine rağmen neredeyse emin bir şekilde bu görüntülerin yasaya ait olduğunu anlarsa, geçmiş tecrübesi dikkate değer bir ihtimalle gelecek görüntülerini görmesini sağlar; tarihinin sonuçlarından insanlığın gelecek kaderinin resmini belirli bir gerçeklik payıyla betimlemeyi neden hayali bir girişim olarak görmeliyiz?
İnsan soyunun gelecek koşulları hakkındaki umutlarımız üç noktaya indirgenebilir: Farklı uluslar arasındaki eşitsizliğin yok edilmesi, tek ve aynı ulusta eşitliğin ilerlemesi ve son olarak insanın gerçek gelişimi.
Her ulus bir gün örneğin Fransızlar ve Anglo-Amerikalılar gibi en aydınlanmış, en özgür ve önyargılardan en fazla arınmış kişiler tarafından elde edilmiş medeniyet seviyesine ulaşmayacak mıdır? Krallara bağlı ülkelerin köleliği, Afrikalı kabilelerin barbarlığı ve vahşilerin cahillikleri gitgide yok olmayacak mıdır? Dünya üzerinde yerli halkın doğa tarafından özgürlüklerinden asla faydalanmamaya ve mantıklarını asla kullanmamaya mahkûm edildiği tek bir yer var mıdır?
Şimdiye kadar ulusları oluşturan halkın sınıflara ayrıldığı bütün uluslarda gözlemlenebilen bilgi, imkân, servet ayrılığı, toplumun en birinci gelişiminin büyüttüğü, daha düzgün söylemek gerekirse, ürettiği bu eşitsizlik medeniyetin kendisine mi, yoksa sosyal düzenin kusurlarına mı aittir? Gerçek eşitliğe yer verebilmek için becerilerin doğal farkının etkilerini azaltarak herkesin çıkarı için yararlı olandan başka hiçbir eşitlik bırakmayan, çünkü arkasından bağımlılık, aşağılama veya yoksulluk sürüklemeden medeniyeti, öğretimi ve sanayiyi destekleyecek olan sosyal sanatın ana amacını sürekli zayıflatması gerekmez mi? Kısacası, insanlar herkesin kendi mantıklarıyla yaşamın ortak olaylarında belirli bir şekilde davranması ve bu mantığı önyargılar tarafından kirletilmeden koruması için gerekli bilgiye sahip olacağı, haklarını anlayacakları ve kendi görüş ve vicdanlarına göre bu hakları uygulayacakları, ayrıcalıklarının gelişimiyle birlikte herkesin istekleri için gerekli şeyleri sağlayabileceği ve son olarak ahmaklık ve perişanlığın bazen meydana gelen ve toplumun çoğunluğunun alışkanlığı olmadığı kazalar olduğu devlete doğru sürekli ilerlemeyecekler mi?
Kısacası, insan soyunun bilimde ve sanattaki yeni keşiflerle bireysel ve genel refahta, kaçınılmaz bir sonuç olarak davranış ilkelerinin daha da ilerlemesiyle ve ahlaki uygulamalarda ve son olarak da gücü artıran ve becerilerin uygulanmasını yöneten araçların iyileştirilmesinin ya da bizim doğal düzenimizin kendisinin gelişiminin sonucu olan ahlaki, zihinsel ve fiziksel ayrıcalıkların gerçek gelişimiyle iyileştirilmesi beklenmeyebilir mi?
Ortaya koyduğumuz üç soruyu incelerken geçmiş tecrübelerimizden, bilim dallarının ve medeniyetin şimdiye kadarki gelişiminin gözleminden, insan anlayışının ilerlemesinin analizinden ve becerilerinin gelişiminden doğanın umutlarımıza hiçbir sınır koymadığına inanmak için en güçlü sebepleri bulacağız.
O zaman, dünyanın Avrupa tarafında yaşayanlar, kısıtlanmayan bir ticaretten ve diğerlerinin haklarıyla dalga geçmeyecek kadar haklar anlamında aydınlatılmış bir şekilde şimdiye kadar büyük bir saygısızlıkla ihlal ettikleri bağımsızlığa saygı duyacaktır. O zaman, kurumları bir yerden veya ayrıcalıklardan kendilerine fayda sağlayarak yağmacılık ve gaddarlıkla karşılığında ün ve unvan almak amacıyla servetini bir kenara yığmaya çalışan güç yaratıklarıyla dolu olmak yerine bu mutlu iklimlerde kendi ülkelerinde artık akla gelmeyen huzur ve rahatlığı arayan çalışkan insanlarla dolacaktır. Orada özgürlük tarafından tutulacaklardır, hırsları çekiciliğini kaybetmiş olacak ve soyguncuların yerleşimleri daha sonra Afrika ve Asya’da Avrupa özgürlüğünün ilkeleri ve örneğini gösterecek vatandaşların kolonileri haline gelecektir. Söz konusu ülkelerin vatandaşlarına sadece en utanç verici batıl inançları aşılayan ve yeni bir zorbalıkla onları korkutarak nefretlerini alevlendiren bu papazlara göre daha sonra insanlar arasında mutlulukları için gerekli gerçekleri yaymayı ve haklarının yanı sıra çıkarları hakkında onları aydınlatmayı dert edinmiş bütünlük ve cömertlik insanları gelecektir. Çünkü gerçeklik aşkı da bir tutkudur ve yuvasında savaşacak hiçbir önyargı, yok edecek küçük düşürücü hata kalmadığında doğal olarak ilgi ve çabalarını uzak ve yabancı iklimlere uzatacaktır…
O zaman, güneşin yolu üzerinde, sadece, içinde artık zorbaların ve kölelerin, papazların ve onların ahmak ve ikiyüzlü araçlarının var olmadığı özgür ulusları, kendi mantıkları dışında hiçbir efendi kabul etmeyen ulusları gözlediği bir an gelecektir. Fakat tarih sahnesinde tek derdimizin onların geçmiş kurbanları ve ahmakları için yas tutmak olduğu ve dünya üzerinde tekrar görünürlerse, korkunç kötülüklerinin hatıraları yüzünden mantığımızın gücüyle hemen fark edip bastırabileceğimiz batıl inanç ve zorbalık tohumlarına karşı dikkatli bir yol izlemeye çalışacağımız bir an da olacaktır…
Davranışlarımızı kusurlu bulma, mantık ve vicdan mihenk taşıyla onu demene ve bizim mutluluğumuzu diğerlerinin mutluluğuyla birleştiren insani duyarlılığı uygulama durumu isabetli ahlak çalışmasının ve sosyal anlaşmanın şartlarındaki daha büyük bir eşitliğin gerekli bir sonucu değil midir? Özgür insana ait kendi onurunun bilinci, bizim ahlaki yapımızın daha geniş bir anlayışı üzerine kurulmuş eğitim sistemi, katı ve lekesiz bir adaletin ilkelerini, doğanın kalplerimize tohumlarını attığı ve sadece bilginin hayat dolu etkisinin genişlemesini ve meyve vermesini bekleyen aktif ve aydınlanmış bir cömertliğin ve zarif ve cömert bir duyarlılığın alışılagelmiş eğilimlerini neredeyse herkes için ortak ilkeler haline getirmeyecek mi? Matematik ve fizik bilimlerinin basit isteklerimiz için görevlendirilmiş sanat dallarını geliştirmeye eğilimli olmaları gibi, ahlaki ve politik bilimlerde duyarlılığımızı ve eylemlerimizi yönlendiren durumlar üzerinde benzer bir etki yaratması doğa düzeni içinde eşit olarak gerekli değil midir? (...)
Kısacası, politik bilimlerin gerçekleri üzerine kurulu gelişmiş bir mevzuattan kaynaklanan güçlü bir teorinin üzerine kurulmaları sonucunda yararlı sanat dalları tarafından gösterilen ilerlemenin sonucu olarak görülen refah ve bolluk kişiyi doğal olarak insanlığa, cömertliğe ve adalete hazırlamaz mı? Bu çalışmada geliştirmeyi önerdiğimiz bütün gözlemler, düzenin gerekli sonucu olarak kişinin ahlaki iyiliğinin diğer bütün beceriler gibi belirsiz bir ilerlemeden ve doğanın kırılmaz bir zincirle gerçek, mutluluk ve erdemi birbirine bağladığından şüphe duyduğunu kanıtlamaz mı?
* M. de Concordet, Outlines of an Historical View of Progress of the Human Mind, London, J. Johnson, 1795, s. 17-20, 224-235, 256-258, 260-262, 296-299, 316-320, 327, 352-355.