“Avrupa’nın vicdani buhranı” - Fransız tarihçi Paul Hazard, La Crise de la Conscience Européenne adlı kitabında, 1680 ile On Yedinci yüzyıl arasında entelektüel dünyadaki çalkantıyı1 böyle tanımlar. On Sekizinci yüzyıl aydınlanmasını hızlandıran bu “buhran” elbette bir felaket niteliğinde değildir. Nitekim Aydınlanma, geçmişle ilgili dehşet verici bir kopuş özelliği göstermemiş, Rönesans ve onun mantıki sonucu olan bilimsel devrimden evrilmiştir. Bu bağlamda, entelektüel sınıfın büyük bir kısmının din ve ilahiyat ağırlıklı düşünce biçimlerinden şikâyetçi olduklarının farkına vardıkları bir dönüm noktasından ibarettir. Fransa’da XIV. Lous’nin, İngiltere’de Restorasyon dönemlerinin2 düşüşe geçtiği yıllarda, Orta Çağ Katolik ve Protestanlarının dünya görüşlerinden son derece farklı bir dünya görüşü ortaya çıkar. Bu yeni dünya görüşünün Orta Çağ düşüncesine çok şey borçlu olduğuna haklı olarak dikkat çeken, Carl Becker3, daha da ileri gidecek, filozofların “sırf daha modern malzemelerle yeniden inşa etmek için Kutsal Augustine kentini tahrip ettiklerini” söyleyecektir. Ama onun bu açıklaması “buhran”ın nedenlerini muğlaklaştırmakla kalır. Öte yandan, Aydınlanmayı, “Avrupa kültür ve tarihini oluştura gelen dini ve ilahiyatçı yapılanmaya ters düşen modern tanımına uygun dönemin başlangıcı ve temeli” şeklinde yorumlayan Troeltsch, gerçekleri daha iyi temsil etmektedir.4
On Sekizinci yüzyıl Paris’inin ve Fransız taşrasının salonlarında, Mason localarında ve kahvehanelerinde konuşulan konular, makineler ve toplum mühendisliği, doğa yasaları ve eğitim gibi konulardır. Her şeyin filozofların istedikleri gibi gerçekleşmediği muhakkaktır. Eski inançları savunanlar çetin artçı muhabereler verirlerken, “Romantikler” kısıtlı da olsa Aydınlanma karşıtı saldırılar düzenlenmeyi başardı. Bunlara rağmen filozoflar geleceği temsil ediyordu ve Batı’nın, Bilim Çağı’na kesin olarak girmesi, onların sayesinde oldu.
İngiltere, Almanya ya da İtalya değil, Fransa’yı Aydınlanman’ın vatanı yapan unsurlar birden fazladır. Bunları, III. Louis saltanatı altındaki eski rejimin (ancient régime) çöküşü, orta sınıfının refah seviyesinin ve özbilincinin artması, Almanya’da potansiyel reformcuların halkın arasından çıkmasını engelleyen siyasi maniaların ve filozofların yokluğu şeklinde sıralayabiliriz. Bundan böyle “filozof” olarak adlandıracağımız bu insanlar, yani Voltaire, Diderot ve Ansiklopediciler ve Baron D, Holbach gibi gurbetçiler, yeni bir tür entelektüel sınıf oluşturur. Bu insanlar, teknik ve akademik anlamda filozof olmadıkları gibi, ne bir akademisyen ne bir uzman ne bir nedim ne de bir ‘beyefendi”diydi. Kesinlikle fildişi kulesi tipleri değillerdi. Kilise ve üniversitenin yerleşik dünyasına karşı çağırılarını yeni yeni uyanmaya başlamış olan halka doğrudan yapan edipler, halka-indirmeciler (popularizers) ve propagandacılardı. İlk örneklerinden biri Fontenelle’dir. Ancak, hareket onu aştı, filozoflar sadece bilgiyi ilerletmeyi değil, aynı zamanda toplumun eğitim ve dini sistemini, ekonomik ve sosyal yapısını, nihai olarak da siyasi sistemini değiştirmeyi arzu eder oldular. Ne bir devrim öngörüleri ne de bir devrim istekleri vardı; buna karşın keskin eleştirileri ve bin bir sosyal iyileştirme projelerinin eski rejimin devrilmesine katkıda bulunduğu şüphesizdir.
Filozofların sahip olduğu nüfuza gelince, bu konuda da en ufak bir şüphe yoktur. Özellikle de Malesherbes’in devraldığı 1750’den sonra hiçbir şekilde vahşi olmayan resmi sansürlere rağmen, fikirler gittikçe daha çok okuyan halka ulaşmayı başarmıştır. Filozoflar, başlangıçta, bilerek ve isteyerek, ortalama eğitimli insanların anlayabilecekleri ve keyfini çıkarabilecekleri şekilde yazar. Almanya üzerine yazdığı 1813 basımı kitabında, Fransız aydınlarının toplum bilincini yorumlayan Mme de Stael, Almanların biçimi içeriği feda ederken, Fransızların fikri iletebilmek için içeriği biçime feda ettiklerini yazmıştır. Böylece, Almanlar soyut ve özgün düşüncede sivrilirken, Fransızlar belirli bir hedefe yönelen toplumsal düşüncede sivrilirler. Bir Parislinin canlı sohbetlere (esprit de conversation) ev sahipliği yapan salonu, gezici kütüphaneler ve popüler gazeteler, Avrupa’nın dört bir yanında loca kuran Özgür Masonlar Cemiyeti gibi yeni entelektüel müesseseler, felsefenin büyük kitlelere ulaşması için gerekli kanalları oluştururlar. Ancak, son tahlilde, filozofların nüfuzlarının artma nedeni, Abbé Sieyes’in5 ifadesiyle, orta sınıfın, ekonomi şöyle dursun, sosyal ve politik olarak “bir şey olmak” umut, arzu ve korkularını dillendirmiş olmalarıdır. Nitekim Richard Steele’in6 Bilinçli Âşıklar adlı oyununda, Bay Sealand, Bay John Bevil’e, “Söylememe izin ver,” der, “Biz tüccarlar seçkinler sınıfının bu son yüzyılda dünyaya açılmış bir kolu olarak, kendinizi her zaman bizden üstün görmüş olan siz topraklı asiller kadar saygın ve hemen hemen aynı ölçülerde de faydalıyız.”
Bütün filozoflar burjuva değillerdi, aralarında çok sayıda manastır lideri (başkeşişler, düşkün soylu da vardı; ayrıca, Marksist anlamda dar bir sınıf bilicine de sahip değillerdi. Bununla beraber, eski rejime saldırılarında, son yüzyılda dünyaya açılan “bir şeyler olmaya” istekli sınıfları desteklemekten geri durmadılar. On Sekizinci yüzyıl, Fransız burjuvazisinin sadece zengin değil, aynı zamanda bilinçli olduğu yüzyıldır. Fransız burjuvazisi, geçimlerini ileri gelenlerden ziyade halkın talebiyle sağlayan öncü entelektüellerin masraflarını karşılamalarında onlara yardımcı olmaktaydılar. “Böylece, On Yedinci yüzyılın ayrıcalıklı ve feodal entelektüelliği, yerini On Dokuzuncu yüzyılın demokrat entelektüelliğine bırakmaktaydı.”7 O halde, burjuvazi olmadan filozofların var olmaları neredeyse imkânsızdı. Buna karşın, filozoflar olmadan da burjuvazinin ne özgüveni ne de felsefi temeli eksiksiz olurdu.
Aydınlamanın “zihni”ni, Rönesans ve bilimsel devrimle birlikte bu ortam şartladı. Filozoflar özde İnsancıydı. Ne öbür dünyanın gerçekliğine ilişkin hissiyatları vardı ne de ruhaniyetin derinliğine inme hevesleri. Dini meditasyon ve inzivayı hiç anlamazlardı. “Tembellik gibi fıtratımızı aşağılıklaştıran bir eylemin lakabının ‘büyüklük’ olabileceğini düşünmek ne garip,” demişti, Voltaire, insanların başlarına ne geliyorsa bir odada sessizce oturmasını bilmedikleri için geliyor şeklindeki darbımeseliyle ünlü şamar oğlanı Christian Pascal’a. Filozoflar, toplumsallığa ve toplumsal eyleme hayranlık duyardı. Bu dünyayı insanlığın yaşayabileceği daha rahat, daha kabul edilebilir bir yer haline getirmeyi her şeyden çok istediler. Dini hoşgörü, siyasi adalet ve eğitim reformunu teminat altına alma, işkence ve cadı avlarını ortadan kaldırmak için yiğitçe mücadele ettiler ve hayli başarılı oldular. Temel entelektüel başarılarıysa, beşeri ve toplum bilimleri alanlarındadır. Aydınlanma, başta kimya ve biyoloji olmak üzere doğal bilimlerde gelişme kaydetti, ancak en özgün katkıları, doğa bilimcilerin yöntem ve kurallarını insanlığın bütüne yayma çabalarıdır. Her şeyin ölçütü, insan ve insanın dünyasıdır. Sonuç olarak da Aydınlanma, Batı düşünce ve kültürünün iyileştirilmesinin de ötesinde, laikleştirilmesinde derin bir rol oynamıştır. Siyasi ve ekonomik düşünce, dinin etkisinden nihayet kurtulurken, din de gizemli olmaktan kurtulur.
Filozofların kullandıkları kelimeler, bize akıllarının nasıl çalıştığına dair ipucu verirler. “Akıl”8 “doğa” ve “ilerleme” kelimeleri, gerek metinler, gerekse diyaloglarında diğer kelimelere nazaran daha sık kullanılır. On Sekizinci yüz yıl genellikle “akıl çağı” olarak adlandırılır, ancak, “akıl” hemen her çağda başvurulan bir şeydir ve Aydınlanma çağında özel bir anlamı olduğu vurgulanmalıdır. On Dokuzuncu yüzyıl tarihçisi Lecky’nin Aydınlanma akılcılığından anladığı, “belirgin bir doktrinler ya da eleştiriler dökümünü değil, son üç yüz yılda Avrupa’da hayli önem kazanmış olan farklı düşünce ve önyargıları”dır.9 Nitekim Aydınlanma sürecinde “akıl”ın anlamı “eleştirel akıl”dır; “akılcılık” ise başta ilahiyatçılarınkiler olmak üzere hiçbir düşünceyi sorgulamadan kabul etmemeyi gerektirir. Geleneğe, otoriteye, vahiye ve “gayretkeşliğe” karşıdır ve bu bağlamda, Descartes’ın günün kurum ve törelerine uygulanan sistematik şüpheciliğini yansıtır. On Dokuzuncu yüzyıl pozitivistleri, On Sekizinci yüzyıla “İlahiyat Çağı”ndan sonra geldiğini vurgular şekilde, “Metafizik Çağı” adını taktı. Ne ki, “metafizik” Aydınlanma akılcılarının gözünde işe yaramaz bilgiler üreten bir tür hilekârlıktı. Öyleyse, bu pozitivist filozofların kesinlikle anti-entelektüel olduklarını söylememeli miyiz?10 Filozoflara göre akıl sağduyu ile eşanlamlıydı; Voltaire, “Son birkaç yılda Avrupa’nın semalarında patlayan ışığın” sağduyunun ışığı olduğunu söyler. Sağduyunun, Orta Çağın skolastik âlimlerinin tabi oldukları kati disipline ihtiyacı yoktur; kendisini Bacon’ın “idol”lerinden kurtarabilen her insan, aklı selim sahibi olabilir.
Filozoflar bir ölçüde kendi akılcılıklarının kurbanı oldular. Kendilerini akılcı ve bilimsel bir toplum yaratmaktaki ileri görüşlülükleri için takdir ederken, lirik şiirinin ve gotik mimarinin derinliğini ya da Hıristiyanlığın ne denli bir umman olduğunu algılayamadıkları için acımalıyız. Montesquieu, İran Mektupları’nda (Lettres Persanes) “Şairler, aklıselime pranga vurmayı; aklı, -eski zamanlarda takılarının, süs eşyalarının altına gömülen kadınlar misali- bezeklerle ezmeyi meslek edinmiş insanlardır (…) onları hakir görüyorum,” demektedir. Kendisi de bir filozof olan D’Alembert Büyük Ansiklopedi’nin ön hazırlığında yer alan söyleminde, felsefi ruhun, “hayal gücünün canlılığını soldurmakla tehdit ettiğini” söylediği tiyatro ve edebiyata da (belles-lettres) yayılıyor olmasından üzüntü duyduğunu ifade eder. Bu tarz ifadeleri okuduğumuz zaman, neden Akıl Çağı’na karşı bir Romantik başkaldırının şart olduğunu da anlayabiliriz.
Aşırı akılcılık, çoğu zaman filozofların siyasi ve ekonomik görüşlerini biçimlendirmiş ve onları insan doğasının naif diyebileceğimiz yorumuna sürüklemiştir. On Yedinci yüzyılın sonlarında gerçekten tümevarımcı bir toplumbilimi oluşmaktaymış gibi gözüküyordu, ne ki filozoflar bu bilimi geliştirmek adına hemen hiçbir şey yapmadı. Toplum araştırmalarında zamanın itibarlı bilimi olan matematiksel fiziğin yöntemini uyguladılar, geçmiş deneyimlerden ya da hayati istatistiklerden yola çıkacakları yerde, birkaç basit olguyu çözümleyerek bunları genellemeyi seçtiler. Koruyucu Azizleri John Locke’un yaptığı gibi, çoğu zaman, insanın doğası olduğunu kabul ettikleri bir önermeden evrensel yasalar istintaç ettiler. Montesquieu gibi Kanunların Ruhu’nu yazmadan önce, antik ve modern çağların anayasalarını toplayıp inceleme zahmetine girişmiş adamlar; tarım ve finans hakkında On Sekizinci yüzyılın Fransa’sında ortaya çıkan somut olgusal çalışmalar gibi istisnalar da vardı. Teorik alanda değilse bile, uygulamada filozofların çoğu “geometri ruhu”nu (esprit geometrique) pozitivizme tercih etmiştir. Sağduyuları ve uygulanabilir reformlara olan ilgileri, Voltaire gibi filozofları gelenekçiler kadar doktrinci olmaktan korumuştur.
İnsan doğası bu filozoflara esas itibariyle rasyonel ve toplumcu görünür. İnsanoğlu çıkarlarını kollar, ancak Adam Smith’in de belirttiği gibi, kişisel çıkarlar çoğunlukla toplum refahının gelişmesine de katkıda bulunur. Matematiksel fiziğin ruhunda evrensel olanı, tekilin özünü teşkil eden bu filozoflar insan doğasındaki salt kişiselliğin ve rastlantısallığın altını çizen tözeli ve evrenseli aramıştır. Onlar aklın kimliğini (sağduyuyu) keşfettiklerini iddia etmiştir. Eğer bir insan mantık çerçevesinde davranmıyorsa, bunun en temel sebebi “orijinal” doğasının bozulmasına neden olmuş yersiz kurumlar ve kötü eğitimdir. Öncelikle şunu hatırlamalıyız: Bu filozoflar ekonomik refah düzeyinin yükselmesine ve On Yedinci yüzyılın büyük bilimsel başarılarına tanıklık etmiş bir dönemde yaşıyordu. Hiç şüphe yok ki onlar ilk günah doktrinini benimsememiştir. Condorcet, “Eğer Pascal bir insanının yozlaşmasını boyayarak kapattığında her zaman haklıysa, kendi yozlaşmasını doğal ve iyileştirilemez genel bir olgu gibi gördüğünde bu Pascal’ı haklı olmaktan çıkarır,” der.
Eskiden beri var olan yanılsamalar onu merhametsizleştirmiş ve yozlaştırmıştır. Ancak bizler de çabucak umudumuzu kaybetmemeliyiz çünkü onu aydınlatarak daha iyiye gitmesi ve daha mutlu olması yönünde onu cesaretlendirebiliriz. Pascal insanoğlunu “anlaşılmayan canavar” (incomprehensible monster) olarak nitelendirmiştir. Locke ile birlikte filozoflar onun doğuştan rasyonel olduğuna, onun doğuştan ne iyi ne de kötü bir tabiata sahip olduğuna ve sadece eğitimin onu iyi veya kötü yapacağına inanmayı tercih etmişlerdir.
“Doğa” aynı zamanda rasyonel bir düzen anlamına da gelmiştir. Doğa sanıldığı gibi ne esrarengiz ne de büyük balığın küçük balığı yuttuğu bir düzenden ibarettir. Doğa evrensel ve güvenilir kanunlarca yönetilen sebep-sonuç ilişkisine dayalı kapalı bir sistemdir. İnsanoğlu onu anlayabilir ve onun neler yapabileceğini tahmin edebilir. Onu kontrol edebilir ve insan soyunun mutluluğunu artırmak için onu kullanabilir.
Bir önceki yüzyılda yaşamış ataları gibi, Aydınlanma düşünürleri de “anlaşılmaz, esrarengiz ve karmaşık olana karşı bir nefret” taşıdılar. 1768’deki mecmuasına John Wesley, “İngilizlerin ve aslında Avrupa genelindeki birçok bilimadamının, büyücülerin ve cadıların hurafelerde de olduğu gibi tüm hesaplarını kestiğini” yazmıştır. Wesley “bunun için üzgün olduğunu” ifade eder ancak Wesley’in Aydınlanma zihnini doğru şekilde okuduğu hiç şüphe götürmez. Büyücüler, mucizeler ve doğanın muntazam düzenini engelleyen her şey, filozofların dünyayı yaşamak adına daha makul ve güvenli bir yer haline getirme isteğine karşı gelmiştir.
Filozofların tecrübesizliğine daha önce değinilmişti. Bu tecrübesizlik, en çok onların “ilerleme” kelimesini kullanmalarında belirgin şekilde ortaya çıkar. Onlar Yirminci yüzyılın şaşkın insanını nefes nefese bırakan geleceğe inancını bağlamıştır. George Orwell’in 1984 yılı için yapmış olduğu tüyler ürpertici tahmine kıyasla, “2000” veya “2440” yılları itibariyle dünya, ‘aydınlanmış’, barış ve birlik içinde bir yer olacaktır. Aydınlanma, Avrupa medeniyetinin en temel taşını temsil eder. O filozoflarda, günümüzün en karakteristik özelliği olarak söyleyebileceğimiz insan doğasının güvenilmezliği ve makine korkusunun hiçbiri yoktu. Onlar, bütün siyasi ve sosyal meseleler için basit bir çözüm yolu olduğuna inanırdı. Basit doğa kanunlarında eğitim, teknolojik ilerleme, artan üretim ancak biraz daha mutluluk getirebilirdi. Voltaire, şüphesiz, dünya için belki de en iyi şeyi yaparak, meydana gelebilecek fırtınaları öncesinden uyarırdı. Ancak Condorcet 1794’de, “insanlığın en mühim devrimlerinden birine yaklaşıyoruz,” diyerek genel bir fikri dile getirmişti. İnsanoğlu “aydınlanıyordu”, “insanoğlu kendi sebebiyet olduğu azınlık konumundan” artık uzaklaşıyordu. Hal böyle olunca da mutluluğun eli kulağında olduğunu düşünmek de oldukça makuldü.
Aydınlanmanın sembolü olan eski rejim, insanoğlu ve onun erekleri arasında tek başına direndi. Dolayısıyla, filozoflar önce dinini, ardından politikalarını ve ekonomisini ortadan kaldırdıkları geçmişin yaşayan kalıntılarını da yok etmek için silahlarını eğitmiştir. Aydınlanma, Batı’da “bilim” ve “teknoloji” arasındaki savaşın başlangıcını ortaya koymuştur. Hıristiyan olan olmayan sayısız görgü tanığı o yüzyıl boyunca dini hıyanetin hatırı sayılır derecede arttığına tanıklık etmiştir. Örneğin, Joseph Priestley hatıratına, Paris’i ziyaretinde, kendisine Hıristiyanlığa inanmayan hatta sözde ateist olarak tanıtılan tüm filozofları orada bulduğunu yazmıştır. “Kendisi de bir filozof olan Le Roi, bana tanıdığı tek Hıristiyan akıl adamının ben olduğumu söylemişti.”
Örgütlü Hıristiyanlığa karşı yapılan saldırı, Fransız Kilisesi’nin özel doğasından dolayı Fransa’da en vahim halini almıştı. Mesele sadece kilise kurallarına uygunluğun gitgide laikleşmekte olan bir toplumda bir tarih yanılgısı oluşturması değildir.1685 yılında XIV. Louis’nin Nantes Fermanı’nı yürürlükten kaldırmasından bu yana, hiç kimse onun bu dini sapması yüzünden kilisenin onun üzerine ne zaman saldıracağını bilememiştir. Janes Galas ve diğerlerine zulmeden kilisenin nefreti, filozofların “o namlı şeyi” ortadan kaldırmaya ve ateistlerin kökten dincilere ilişkin yaptıkları konuşmalara ilham kaynağı olmuştur. 1790 Kilise Sivil Anayasası ve Devrim süresince Fransa’nın yaptığı sistematik dinsizleştirme bu başkaldırışın mantıksal boyutunu temsil etmişti. Dahası, Avrupa’daki tüm filozoflar köktendinciliğin Batı’daki kronik savaş durumuyla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını iddia etmişlerdi. Onların deizme olan inancı, tüm insanlığın kabullenebileceği, Katolik ve Protestanları birbirlerini boğazlamaktan vazgeçirebilecek basit bir dini inanç bulma isteğinde yatıyordu.
Şüphesiz ki, bu filozofların vahiy dinine karşı besledikleri antipati onların entelektüel varsayımlarına da yerleşmişti. İlkel kilisenin mucizeleri hakkındaki konuşmasında Edward Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı kitabında, “Yersiz hatta zoraki şüphecilik en dini tabiatlara sıkı sıkıya bağlıdır… Doğanın değiştirilemez düzenine itibar etmeye ve bu düzeni gözetmeye çok uzun süre alışık olduğumuzdan, aklımız veya en azından hayal gücümüz, bize Tanrı’nın gözle görülür amellerini devam ettirmeye yeterince hazır olmadığımızı gösterir,” sözlerine yer verir. Gibbon burada, Lecky’nin “mucizevi aklın düşüşü” olarak adlandırdığı bu sözleri bize tanık olarak gösterir. Filozofların doğa görüşü, esrarengiz ve mucizevi olan inancın önüne geçmişti. Bu filozoflar, onlara göre mucizenin ta kendisi olan doğa dışında tüm mucizeleri ve tek bir ilah dışında, tüm ilahları reddetmişlerdir.
Voltaire, On Dokuzuncu yüzyılın “Yüksek Eleştiri” temellerinin atılmasına zemin hazırlamış İncil’i acımasız bir eleştiriye maruz bırakmıştı. Benzer şekilde, Gerileyiş ve Çöküş adlı kitabının on beşinci, tabiri caizse, “saldırgan” bölümünde Gibbon da Hıristiyanlıktan salt bir insan fenomeni gibi bahsetmişti. Filozoflar bundan haberdar değildi, ancak onlar vahiy dinini karikatürize etmişlerdi. Tarihsel mantıktan yoksun bu filozoflar, bu dine alçak tiranlar ve papazlar tarafından masum halka yutturulmaya çalışılan bir düzenbazlık oyunu muamelesi yapmışlardır.
Ancak bu filozofların hepsi ateist olma yoluna gitmemiştir. Onlar, deizm olarak adlandırdıkları doğal dini, vahiy dini yerine kullanmıştır. Deizm etkisi azaltılmış ılımlı bir inanış biçimiydi ve modern bilime ayak uydurabilecek bir din anlayışını temsil ediyordu. Preserved Smith, deistleri “devletin monarşik yapısını muhafaza etmeyi arzu ederken, aynı zamanda onu yerleşik genel kural kısıtlamaları altına almaya çalışan anayasal reformcular” olarak adlandırır.11
Onlar, henüz meydana gelmekte olan bu şeyleri algılamakta zorlanıyor, diğer taraftan da, Tanrı’nın seçilmiş insanlara özel güçler bahşettiği düşüncesine de inanmıyorlardı. Herkesin anlayabileceği genel ilkelere uyan sanat biçiminin en iyi sanat olduğunu savunan neoklasik sanat eleştirmenleri gibi deistler de dünyanın pozitif inançlar kovanı içinde muhafaza edilen din çekirdeğinin peşine düşmüştü. Onun ilkesi tekdüzelikti. İnsanların geniş çapta hemfikir olduğu tekdüzelikten kasıt her neyse doğruydu. Seyyah muhbirleri, filozofların Çinlisine, Amerikanına, Hintlisine olduğu kadar Avrupalıya da doğal gelen evrensel bir din inancı arayışı içerisinde olduğunu doğrulamışlardır. Tüm inançların ortak paydasını oluşturan bu doğal din basit ahlak kurallarına indirgendi. Tanrı yine orada yerini muhafaza ediyordu, ancak o Tanrı el açıp dua edebileceğiniz Tanrı olmaktan çıkmıştı. Filozoflar, böyle bir dinin inanç hoşgörüsünü temin etmesini ummuşlardı.
Dönem ilerledikçe, filozoflar eski rejimin siyasi ve ekonomik yönlerinin yanı sıra dini yönlerini de eleştirel hale gelmişti. Hippolyte Taine, 1790 yılının devrimci ruhunu filozofların “gelenekçi ruhundan” elde etti. Ancak o filozoflar gelenekçi değildi. Onların liberalizmi bireyin kendini Adam Smith’in “devlet bereketi” olarak adlandırdığı şeyden uzak tutması ve mahremiyete yapılan rasgele müdahaleden korumasından oluşuyordu. Rousseau’nun tüm kötülüklerin kaynağı olarak şahsi mülkiyete karşı yaptığı saldırı onların görüşleriyle taban tabana zıttı: “Tanrı tarafından konulan sosyal kurallar, mülkiyet hakkının ve onun ayrılmaz bir parçası olan özgürlüğün eşsiz bir biçimde korunmasını emreder.” Rousseau’nun demokrasisi de bundan yanadır. Onlar cahil kalabalığı korkutmuştur. On Altıncı yüzyılın Erasmian’larında olduğu gibi, filozoflar da var olan devlet teşkilatını ciddi şekilde bozmadan reformlarını yapmayı umut etti. Onların ilk bahsi, aydınlanmış bir despotluktu ancak Fransız despotlar aydınlanma yolunu reddedince, filozoflar İngiltere’deki anayasal monarşi tipi yönetim biçimine yöneldiler. 1791 Anayasası ve Yurttaş Hakları Bildirgesi aslında onlara uygun olabilirdi. Aydınlanma değil, Rousseau’nun kendisi “eski rejimle uzlaşmanın sonunun geldiğinin” altını çizer.
Yine de Taine’nin tezine ilişkin söylenecek bir şeyler vardır. Aydınlanmanın sosyal teorisi radikaldi, çünkü öyle soyut ve doktrinciydi ki, bu filozoflar organik büyüme olarak durum kavramından yoksundu. Ona parçalarından ayrılabilen ve sonra da salt akıl yoluyla parçaları tekrar birleştirilebilen bir makine muamelesi yaptılar. Onların kâğıt üzerindeki anayasaları ve barış planları, doğaya ilişkin konuşmaları, sosyal sözleşmeleri ve insanoğlunun tabii hakları, elle tutulur gerçekleri ve gelenekleri apaçık hiçe sayıyordu. Condorcet, “Filozoflar, insan haklarına tek basit bir ilkeden yola çıkarak ulaşmıştır,” der. Bu, insanoğlunun hislerle donatılmış, muhakeme yetisine sahip, kendisi için iyi olanı ayırt edebilen ve ahlaki olguları edinebilen bir varlık olduğu ilkesidir. Soyut olarak siyasi görüş, devletin birinci el tecrübesini yok sayan Bouron mutlakiyetçiliğinden bir insan ne beklerse odur.
Bu aynı zamanda onların, fiziki doğa kuralları kadar evrensel geçerliğe sahip ve akla yatkın bir “sosyal fizik” kuramı formüle etme emellerinden türemiştir. Sonuç olarak da filozofların “gelenekçi ruhları” bir devrim ruhunun ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Aydınlanmanın sosyal teorisi, laisizmi ve bireyciliği ile bir ilke imza atmıştır. Filozoflar, büyük sosyal bir problem olarak özgürlüğün kamu düzenin önüne geçtiği bir dönemde yaşamıştı. Hal böyle olunca da bu filozoflar siyasi ve ekonomik meseleleri devlet gözüyle değil, bir birey gözüyle değerlendirmiştir. Bodin’e göre, On Altıncı yüzyıl Fransa’sında din savaşlarının en şiddetli olduğu zamanlarda, “egemenlik” âdeta her derde deva olan bir ilaçtı. Filozoflara göre bu, özgürlük ve eşitlik anlamına geliyordu. Bu filozoflar Locke’tan daha nominalistti. Onlara göre, birey gerçek bir “insandı”, devlet ise karşılıklı fırsatları korumak amacıyla bireysel insan tarafından oluşturulmuş yapay bir makineye verilen addı. Aydınlanmanın bireyselciliği, eşitliği öngören büyük bir düzenlemeydi. İnsan doğasının her yerde ve her koşulda aynı olduğunu farz etmek, ulusal ve kültürel farkları, tüm imtiyaz ve sosyal statü farkını ortadan kaldırarak bütün insanlar için bir fırsat eşitliği yarattı. Bunun yanı sıra, siyaset ve ekonomi gibi konular artık tamamen laik bir ortamda tartışılıyordu. Dini, siyaset ve ekonomiden, siyaset ve ekonomiyi dinden ayıran zaman nihayet gelmişti. “Klasik” ekonomi, teokratik varsayımlardan yolunu tamamen ayırmıştı. Siyasi liberalizm, krallara ve mukaddes din adamlarına tanınan kutsal hakları reddederek Locke’ı takip etmiştir ve sonuç olarak da sosyal hiyerarşiyi düzenlemiştir. Locke’ın sözlerinde belirttiği üzere, fedakârlık artık teolojiden siyasete geçiyordu.
Becker, On Sekizinci yüzyılın bir “inanç çağı olduğu kadar bir akıl çağı” olduğunu da ifade eder. Özetlemek gerekirse, belki de Aydınlanmaya ilişkin hatırlanması gereken en önemli şey budur. Filozoflar eski inancın yerine yeni bir inanış biçimi geliştirmiştir. Akla, bilime ve geleceğe olan coşkulu inanış biçimi vahiy din inancının yerini almıştır. Diderot ünlü bir hicviyesinde, “gelecek kuşaklar filozoflarındır, öbür dünya ise din adamlarınındır,” der. Soylu vahşilerin On Sekizinci yüzyıl palavraları ve medeniyetin ilk tabii halinden düşüşü, gelecek kuşaklara olan bu derin inancı gölgelememelidir. On Sekizinci yüzyıl tüm yönleriyle diğer yüzyıllardan hatta geleceğe yayılan vizyonuyla On Yedinci yüzyıldan bile ayrılır. Benzer şekilde, doğa bilimciler ve tarihçiler de eski değişmezlik ve döngüsel geri dönüş fikrini savunmaktan vazgeçmeye başlamıştır. Buffon ve Lamarck türlerin değişmezliği ile yeryüzü ve yaşam teorilerinde Darwin’e ilişkin bir kehanette bulunmuştu. Yine, İnsan Irkının Eğitimi adlı kitabında Lessing, dinler tarihini ilkel animizm ve hurafeden Hıristiyanlığa hatta Hıristiyanlığın da ötesine yapılan bir geçiş evrimi olarak tanımlamıştır. Görünen o ki, Butterfield’in de belirttiği gibi, filozoflar zamanın bir şeyler yapmayı hedeflediğini düşünüyorlardı. Concerdet’in Onuncu Evre kitabında, insanoğlunun biyolojik olarak, maddi ve ahlaki olarak üstün olacakları, dolayısıyla da mutlu olacakları bir dünyaya değinilmişti.
Franklin Van Baumer, Main Currents of Western Thought.
The Heavenly City of the Eighteenth-Century Philosophers, s. 8.