İngiliz Anayasası*
Walter Bagehot (1826-1877), İngiltere’nin çokyönlü entelektüellerinden biridir. İş dünyasının önde gelen dergisi, The Economist’in editörlüğünü yapmış, edebi ve siyasi konularda pek çok yazı yazmış, parlamentoya girmek için birkaç teşebbüste bulunmuşsa da başarılı olamamış ama tüm bu süre içinde parlamento üyeleriyle kurduğu yakın ilişki sayesinde, İngiliz siyasal sisteminin işleyişine dair, ilk elden, muazzam bir bilgi sahibi olmuştur. Nitekim, 1867’de yayımlanan İngiliz Anayasası [The English Constitution] adlı kitabı, bir siyasetbilim klasiği olarak kabul edilir. İngiliz hükümetinin etkinliğinin gerçek sırrının -geleneksel (ve Amerikan) güçler ayrımı kuramı ve uygulamasına karşın- kabine hükümeti, yani yasamayla yürütmenin yakın işbirliği içinde olması, ilk kez onun tarafından dile getirilmiştir. Walter Bagehot, anayasanın “saygın” ve “yararlı” bölümlerini tefrik etmesiyle de ünlü olmakla birlikte -sıradan insanın sadece anayasanın “saygın” kısmını anlayabileceğine inanmaktadır- bu çalışması, İngiliz Anayasası adlı kitabı kadar yaygın kabul görmemiştir. Bagehot’un kitlelere güvenmemesi ve toplumun entelektüel kapasitesini küçümsemesi, On Dokuzuncu yüzyılın ortalarında, tüm Avrupa liberallerinin paylaştığı bir tavırdır ama onu diğerlerinden ayıran şey, gelenek ve göreneğe bağlı olması, dolayısıyla Avrupa liberalizminin ana akımından ayrı düşmesidir.
İngiltere’nin kadim yasaları, nasıl olup da yeni dünyada da işe yarıyor?
Hiç kimse, geniş bir alanda çeşitli insan topluluklar üzerinde egemenlik kuran yüzlerce yılın ürünü İngiliz kurumlarını iki ayrı yönüyle kavramaksızın anlayamaz. Bu gibi yapılanmaların19 iki yönü vardır (aslında böyle bir sınıflandırmada mikroskobik kesinlik söz konusu olamaz, çünkü büyük işleri yöneten deha nüanslardan nefret eder): Birincisi, halkın saygısını kazanmış olan ve bunu muhafaza eden yönü, yani tabir yerindeyse, saygın yönü; ikincisi, bu saygınlığı yöneten, yani işlerliğini sağlayan etkin yönü. Her yapılanmanın başarılı olmak için benimsemesi gereken iki büyük hedef vardır ki, bunu her eski ve ünlü yapılanma mükemmelen başarmış olmalıdır. Her yapılanma önce otoriteye sahip olmalı, sonra da bu otoriteyi kullanmalı; önce insanoğlunun sadakatini ve güvenini kazanmalı ve sonra da bu kazanımını işlevsel olabilmek için devreye sokmalıdır.
Hükümet etmenin saygın yönünü reddeden (tanımak, kabul etmek istemeyen) işbilir insanlar vardır. Onlar, “biz iş yapmak, sonuç almak istiyoruz,” derler; bir anayasa siyasi sonuçlar almak için uygulanan siyasi yöntemlerin toplamıdır; eğer bir anayasanın herhangi bir parçasının işe yaramadığını, daha basit bir mekanizmanın en az onun kadar iyi olabileceğini kabul ederseniz, anayasanın bu parçasının, her ne kadar saygın ya da berbat olursa olsun, işe yaramadığını kabul etmiş olursunuz. Bu yalın felsefeye güvenmeyen diğer bazı düşünürler, eski hükümetlerin söz konusu saygın yönlerinin ana aygıtın temel bileşenleri, yani can damarları olduğunu kanıtlamak için ustaca/kurnazca bir araya getirilmiş argümanlar öne sürmüş, bu safsatanın foyası, sadelik yanlısı ekol tarafından ortaya çıkarılmıştır. Ancak her iki ekol de hatalıdır. Hükümet etmenin saygın yönü, ona güç verenler, onu motive edenlerdir. Etkin yönü ise, bu gücü sadece kullanır, işlevsel hale getirir. Hükümetin buna ihtiyacı vardır, çünkü hayatiyeti buna bağlıdır. Bu, daha basit bir yönetim biçiminin yapabileceğinden daha iyisinin yapılacağı anlamına gelmez ama bir başlangıçtır ve tüm çalışmanın/işleyişin gerekli önkoşullarıdır. Savaş kazanılmasa da orduyu ayağa kaldırır.
Şüphesiz, bir hükümetin tüm mensupları sadece kendilerine neyin yararlı olduğunu düşünüp aynı sonuca vararak, aynı şeye, aynı yolla ulaşılabileceği üzerinde mutabık olsa, söz konusu bünyenin etkin üyeleri yeterli olur, hiçbir etkileyici ilaveye gerek kalmazdı. Ne ki, içinde yaşadığımız dünyanın düzeni eskisinden çok daha farklı. Doğanın, kesin olmakla birlikte, en tuhaf gerçeği insanoğlunun gelişiminin eşit olmamasıdır. İnsanoğlunun ilk çağlarına, onu uzaktan izlediğimiz zamanlara geri dönüp bakar, göl yatağındaki ya da berbat sahillerdeki sefil kabilelerin görüntülerini anımsarsak, en hayati ihtiyaçları itibariyle bile eşitlik içinde olmadıklarını görürüz. (…) Onların içinde bulundukları şartları hayal eder, kültürsüz, şiirsiz, ahlaktan yoksun ve neredeyse düşüncesiz hallerini, bugün Avrupa’daki gerçekliğimizle kıyaslarsak şaşkına döner, türdeş olduğumuza inanamayız.20 Siyaset felsefesinde bir süre sonra, belki on yıl sonra, sıradışı uygulamalara başvurmaksızın herkesin aynı düzeye getirilebileceğine dair, yaygın ifade bulmadığı halde içimize işlemiş olan, örtülü bir görüş vardır. Ama insanoğlunun acılarla dolu tarihine bakıp hangi noktadan başladığımızı, ne denli zorlu ve yavaş ilerlediğimizi görünce, ne denli elverişli koşullarda olduğumuz ve birikmiş başarılar sayesinde kendimizi medeni addetmeyi nasıl da hakkettiğimize ilişkin algılarımız keskinleşir. Büyük İngiliz toplumunda bile iki bin yıl önceki toplumlardan belki biraz daha medenidir diyebileceğimiz insanlar olduğu gibi, ancak iki bin yıl öncesinin en iyileri kadar iyi diyebileceğimiz insanlar da var. Bundan şüpheniz varsa, gidip mutfaklarınıza bakın. Soyut sözcüklere sığınmanın anlamı yok. Bakın bakalım sizin için gayet açık, gayet kesin, gayet anlaşılabilir entelektüel bir konuyu hizmetçinize veya uşağınıza anlatabiliyor musunuz? Dahası, dinlerken size nasıl da çıldırmışsınız gibi bakıyor ve anlattıklarınız ona ne denli anlaşılmaz, karışık, hatta yanlış geliyor. Büyük toplumlar, büyük dağlar gibidir; içlerinde insan ilerlemesinin birinci, ikinci ve üçüncü katmanlarını barındırırlar; en alt katman, kadim çağlardaki yaşamı, en üst katman bugünkü yaşamı temsil eder. Bu hissedilir farklılığı her daim hatırlamayan, anlamak için kendini her daim zora sokmayan bir felsefe, temel bir gerçeği gözden kaçırdığı için yanlış bir kuram olarak kalır ve insanoğlunu var olanı değil, var olmayanı umut etmeye yönlendirir.
Bu basit gerçekleri herkes bilir ama onların siyasi önemi üstünde durmaz. Bir devlet böyle yapılandırılırsa, bunun alt sınıfa faydası olacağı doğru değildir; tersine, alt sınıf bu kadar zavallı/fakir bir şeyden haz etmez. Bugüne kadar hiçbir hatip, insanların en temel fiziksel ihtiyaçlarına dair konuşurken, bu ihtiyaçların birilerinin zorbalığından kaynaklandığını ifade etmeksizin etkili olamamış ama binlercesi muğlak bir ihtişam veya imparatorluk veya milliyetçilikten dem vurarak büyük etkiyi yaratmıştır. Daha sıradan insanlar -yani sıradanlığın belirli bir aşamasında olan insanlar- fikir dediğimiz şey için sahip oldukları tek şeyi, yani kendilerini ve umutlarını vermeye (kurban etmeye) hazırdır; sıradan yaşamını daha yüksek, daha derin, daha geniş bir düzeye taşıyacak, gerçekliği aşan bir tür atraksiyona! Ne var ki, bu sınıfın insanları, hükümetin açık ve elle tutulur hedeflerine kayıtsızdırlar; onlara değer vermez, onlara nasıl ulaşılabileceğini asla kavrayamazlar. Dolayısıyla, yönetimsel yapılanmanın en işe yarar yönünün, saygı uyandıracak yönü olmaması doğaldır. En kolay saygı uyandıran unsurlar, dramatik (teatral) unsurlardır; duyu ve duygulara hitabeden ve büyük iddialar içeren, insanları öven unsurlar! İddiaları itibariyle mistik, eylemleri itibariyle gizemli (okült),görüntü itibariyle anlık ve parlak, hem saklı hem açık, hem aldatıcı hem ilgi çekici, cazip gelen, ama sonuçları itibariyle daha da cazip gelebilecek vb. unsurlardır ki, biçimsel olarak ne kadar farklılık gösterirse göstersin ya da onu nasıl tanımlayacak, tarif edecek olursak olalım, kitlelerin anlayacağı tek şeydir. Bir yapılanmanın saygın yönlerinin, ister istemez en işe yarar yönleri olması gerektiği şöyle dursun, bunlar en işe yaramaz olanlardır. Çünkü ihtimaldir ki, dışardan bakınca, en kayıtsız ve işe yararın ne olduğunu en kötü değerlendirebilecek olanlara, yani alt tabakaya göre belirlenip ayarlanacaktır.
İngiltere’ninki gibi eski bir anayasada, bir bu kadar önemli bir neden daha vardır. En entelektüel olanlar da isteyerek razı oldukları ve alıştıkları bu koşullardan alt tabaka kadar etkilenir. İnsanoğlunun gönüllü olarak eyleme geçme kapasitesi düşüktür ve eğer bu kapasite bir tür uyuşukluk içinde iyi kullanılmazsa değeri sıfıra iner. Yapmamız gereken şeyleri her gün kafamıza göre yapamayız, zira bunu yaparsak tali girişimlerle önemsiz gelişmeler kaydeder, tüm enerjimizi boşa harcamış oluruz. İnsan bilinen yoldan da sapabilir ve bir başka yöne de gidebilir ki, çoklu kaynaşmayı gerektiren bir dar boğazda, hiçbir iki insan birbirine birlikte hareket edecek kadar yakın olmasın. Çoğu insan, geleneksel ve sıkıcı alışkanlıklarının rehberliğinde hareket eder; bu her yeni sanatçının yaptığı resmi içine yerleştirmesi gereken sabit bir çerçeve gibidir... Diğer her şey aynı kalsa da, bugün için en iyisi dünün kurumlarıdır, çünkü bunlar en hazır, en nüfuz sahibi, itaat edilmesi en kolay, bizzat devraldıkları mirası -ki diğer kurumlar da benimsemelidir- koruyabilecek kurumlardır. İnsanlığın en haşmetli kurumları, en eski olanlardır. Ne var ki, dünya öylesine değişmekte, ihtiyaçlar öylesine artıp eksilmekte ve kurum dışsal olarak güçlense de içsel gücünü yitirmeye öylesine mütemayildir ki, eski kurumların bugün için de en etkili kurumlar olmasını bekleyemeyiz. Beklememiz gereken, özü itibariyle itibarlı ve dolayısıyla saygın olanın etkinlik kazanmasıdır ama bu nüfuzu modern dünyaya, modern dünyanın ruhuna ve yaşam tarzına uygun olarak yapılandırılan yeni kurumların kullanabileceği kadar etkili kullanmasını beklememeliyiz.
İngiliz Anayasası’nın erdemleri, en kısa yoldan, saygın yönlerinin gayet karmaşık ve bir şekilde etkileyici, çok eski ve saygın olmasıyla; etkin yönlerinin ise -en azından kritik durumlarda- gayet yalın ve oldukça modern olmasıyla tanımlanabilir. Bizim yaptığımız ya da tesadüfen bulduğumuz (tosladığımız) anayasanın -her türlü arızi kusurla dolu ve her türlü münasebetsiz konuda, kötü bir işçilik ürünü olsa da- başlıca iki erdemi var: Birincisi, etkin kısmı gayet yalın ve gerektiğinde ya da istenince, hükümetin tüm diğer sınanmış aygıtlarından çok daha iyi, daha kolay ve daha basit bir biçimde işlevsel. İkincisi, uzun bir geçmişin ürünü olarak tevarüs ettiği ve kitleleri muhatap alan ve onların gönlünü kazanacak nitelikli tarihsel, girift, saygın, dramatik (teatral) bölümler içeriyor. Özü itibariyle modern sadeliğin gücünü, dışsal olarak daha etkileyici bir çağın Gotik haşmetini haiz. Yalın/basit özü, gerekli değişikliklerle, birçok ve çok çeşitli ülkeye (kullanılmak üzere) aktarılabilir ama dışsal haşmeti -çoğu insan böyle düşünür- ancak benzer tarih ve benzer siyasi dokuya sahip, sınırlı sayıda ülkeyle paylaşılabilir.
İngiliz Anayasası’nın etkin sırrı, yürütme ve yasamanın yakın işbirliği, neredeyse füzyonu olarak tanımlanabilir. Şüphesiz, kitaplarda okuduğumuz geleneksel kuram uyarınca, bizim anayasamız da güçlerin ayrılığına dayanır ama üstünlüğü, bu güçlerin işbirliği için tekil yaklaşımlarının ürünüdür. Bağlayıcı halka kabinedir. Bu yeni sözcükle kastettiğimiz, yasamanın içinden yürütme organı olarak hizmet vermek üzere seçilen bir gurup insandır. Yasamanın birçok komisyonu vardır ama en büyük olanı budur. Yasama, bu görev için en güvendiği insanları seçer. Evet, bu insanları doğrudan seçmez ama dolaylı olarak seçse de, zaten neredeyse her şeye kadirdir… Bir kural olarak hükmi başbakan yasama meclisi tarafından seçilir; esas başbakan da birçok amaca dönük olarak -örneğin Avam Kamarası’nın lideri- neredeyse istisnasız olarak yasama tarafından atanır. Parti başkanlığı yapmak ve sonuç olarak ulusu yönetmek için hemen hemen daima yasama organındaki çoğunluk partisinin isteği doğrultusunda seçilen bu lider, Amerikalıların halk tarafından seçilen başkanı kadar sahicidir. Kraliçe, anayasanın saygın yönünün, başbakan ise etkin yönünün başındadır. Kraliyet, dediklerine göre, “onur kaynağı” ama Hazine iş kaynağıdır. Ne var ki, bizim başkanımız Amerikalılarınkinden farklıdır. Bizimki doğrudan halk tarafından değil, halkın temsilcileri tarafından seçilir, ve bu yönüyle, bir “çifte seçim” örneğidir. Yasaları yapmak üzere, ismen seçilenlerden oluşan yasama meclisinin işi, aslında işleri yürütecek birini bulmak ve ona sahip çıkmaktır.
* Walter Bagehot, The English Constitution, Oxford University Press, 1928.