Hukuk*
Frederic Bastiat (1801- 1850), “bırakınız yapsınlar” ilkesini savunan ve bu konuda uzmanlaşmış olan popüler bir Fransız ekonomi yazarıdır. Bastiat, hükümetin ekonomiye müdahalesinin -düzeni korumak ve sözleşme dayatmanın ötesinde- doğa ve ahlak yasalarını ihlal eden bir durum olduğuna inanır. Hukuk adlı tezi, 1848 Devrimi’nden sonra ilerleme kaydeden sosyalist doktrinleri çürütmek amacıyla, 1850’de yayımlanmıştır.
Elimizde Tanrı’nın bahşettiği her şeyi kapsayan bir şey var: Yaşam! Fiziksel, entelektüel ve manevi yaşam!
Ama yaşam kendini tek başına idame ettiremez. Nitekim Yaratan bizi onu korumak, geliştirmek ve mükemmelleştirmekle görevlendirmiş; bunun üstesinden gelebilmemiz için bizlere bir dizi muhteşem yetenek ve güç vermiş ve bizleri türlü doğal kaynakların tam da ortasına yerleştirmiştir. Bu doğal kaynakları güç ve yeteneklerimizi kullanarak işleyebilir, onları ürünlere dönüştürebiliriz. Bu, yaşamın öngörülemez seyrinin sürmesi için gereklidir.
Yetenekler, üretim, bir diğer ifadeyle bireysellik, özgürlük, mülkiyet, işte yaşam budur! Tanrı’nın bizlere bahşettiği bu üç armağan, kurnaz siyasi liderlerin hinliklerine karşın, tüm fani yasalardan önce bahşedilmiştir ve onlardan üstündür.
Yaşam, özgürlük ve mülkiyet, insanlar kendi yasalarını koydukları için yok olmamış, tersine, insanoğlu yaşam, özgürlük ve mülkiyeti önceden var olduğu için yasa koyabilmiştir.
O halde nedir hukuk? Bireysel savunma hakkının, ortak bir girişim ürünü olarak düzenlenmesidir.
Her birimiz kendini, kişiliğini, özgürlüğünü ve mülkiyetini savunma hakkına doğuştan sahibiz.2 Bunlar yaşamın üç temel gereksinimidir ve herhangi birinin muhafazası, diğer ikisinin muhafazasıyla mümkündür. Yaşam ve özgürlük bireyselliğimizin uzantısından başka nedir? Ve mülkiyet bunların bir uzantısı değil midir?
Herkesin -gereğinde güç kullanarak- kişiliğini, özgürlüğünü ve mülkiyetini savunma hakkı olduğuna göre, bir grup insanın bu hakları muhafaza etmek ve sürdürmek üzere, ortak bir güç oluşturmaları iktiza eder. Nitekim kolektif hak ilkesi -onun mevcudiyeti ve hukuku- bireysel hakka temellenir. Ve kolektif hakkı koruyan bu ortak gücün, doğaldır ki, bir “vekil” olarak hareket etmekten başka bir amacı veya görevi yoktur. Birey, bir başka bireyin kişiliğine, özgürlüğüne ya da mülkiyetine karşı hukuken güç kullanamayacağına göre, söz konusu ortak güç de -aynı nedenle- hukuken bireylerin ya da insanların kişiliğini, özgürlüğünü veya mülkiyetini tahrip etmek üzere güce başvuramaz. (…)
Eğer bu doğruysa, hiçbir şey şundan daha aşikâr olamaz: Yasama, bireyin doğal savunma hukukunun düzenlenmesi, tüm bireysel güçler adına, söz konusu ortak gücün temsilcisidir. Ve bu ortak güç, sadece bireysel güçlerin doğal ve hukuksal olarak yapma hakkına ve gücüne sahip oldukları şeyleri yapacaktır: Kişilikleri, özgürlükleri ve mülkiyetleri korumak, her birimizin hakkına sahip çıkmak ve adaletin hüküm sürmesini sağlamak.
Bir ülke bu temeller üzerine inşa edilecek olursa, bana öyle geliyor ki, bu ülkede düzen fiilen olduğu kadar düşüncede de hüküm sürer. Ve bana öyle geliyor ki, yönetim şekli ne olursa olsun, böyle bir ülke düşünülebilecek en kabul edilir, ekonomik, sınırlı, baskıcı olmayan, adil ve kalıcı bir hükümete sahip olur.
Böyle bir yönetimin altındaki herkes, varoluşun tüm sorumluluklarının yanı sıra, tüm ayrıcalıklarının sahibinin de kendisi olduğunu anlardı. Kişiliğe saygı gösterilen, emeğin özgür olduğu ve emeğin ürünlerinin adaletsizliğe karşı korunduğu bir ortamda, kimse hükümetle tartışmaya girmeyecek, başarılı olduğunda, bu başarı için devlete karşı minnet duygusu içinde olmayacaktı. Başarısız olması halinde ise, dolu ya da don yüzünden devleti suçlayan çiftçiler gibi, kötü talih için devleti suçlamayacaktı. Devletin varlığı, ancak böyle bir hükümet anlayışının sağlayacağı güvenliğin paha biçilmez değeriyle hissedilir. (…)
Ancak, ne yazık ki, hukuk asla kendini asli fonksiyonuyla sınırlamaz. Ve asli fonksiyonunu aştığı yerler, öyle önemsiz ve yoruma açık konular da değildir. Hukuk daha da ileri gitmiş, kendi amacına ters düşmüştür. Hukuk, amacı ortadan kaldırılacak biçimde kullanılmıştır: Adaleti tesis edip sürdürmesi gerekirken, adaleti yok etmek üzere kullanılmıştır; insan haklarına saygı duyması gerekirken onları sınırlamış ve tahrip etmiştir. Kolektif güç, kişilik, özgürlük ve mülkiyeti -hiçbir risk almaksızın- istismar etmek isteyen vicdansızların tasarrufuna bırakılmıştır. Yağmayı/soygunu sürdürmek için yağmayı/soygunu bir hak, yasal savunmayı cezalandırmak için savunmayı bir suç haline getirmiştir.
Bu çarpıklık nasıl gerçekleşti ve sonuçları ne oldu?
Hukuk, birbirinden tamamen farklı iki nedenle çarpıtıldı: aptalca tamah ve sahte hayırseverlik. Birinciden başlayalım:
Nefsi korumak ve geliştirmek herkesin paylaştığı bir amaç ve eğilimdir. İnsanlar kendi yeteneklerinden sınırsızca yararlanabilir ve emeğinin ürünlerini özgürce değerlendirmenin tadını çıkarırsa, sosyal gelişim sürekli, kesintisiz ve güvenilir olur.
Ne ki, insanların paylaştığı bir başka amaç ve eğilim daha vardır: Mümkünse başkalarının sırtından geçinmek ve zengin olmak! Bu, ne düşüncesizce yapılmış bir suçlama, ne bir hezeyandır, zira tarihsel olaylar buna tanıklık eder: ardı arkası kesilmeyen savaşlar, kitle göçleri, dini zulüm, evrensel kölelik, ticarette sahtekârlık ve tekeller! Bu ölümcül tutku, insanoğlunun doğasında vardır, onu, arzularını en az zahmetle tatmin etmeye sevk eden, o ilkel, külli ve bastırılamaz içgüdüsünde!
İnsan ancak sürekli çalışmak, doğal kaynakları kendi yetenekleriyle değerlendirmek suretiyle ihtiyaçlarını karşılayıp hayatta kalabilir. Bu süreç mülkiyetin kökenini oluşturur.
Ne var ki, insan başkalarının emeğini gasp etmek suretiyle de kendi ihtiyaçlarını karşılayıp hayatta kalabilir. Bu süreç de yağmanın/soygunun kökenini oluşturur.
Şimdi; insanoğlu doğal olarak kendini sakındığı, zahmet çekmek istemediği ve emek zahmet gerektirdiği için, soygun/yağma ona daha kolay gelir. Bu tarihsel bir gerçektir. Nitekim, ne din ne de ahlak öğretisi insanoğlunu soygundan/yağmadan alıkoyabilmiştir.
O halde, soygun/yağma ne zaman durur? Emekten daha zahmetli ve daha tehlikeli olunca durur.
O halde, hukukun asli görevinin temsil ettiği kolektif gücü insanoğlunun soygun ve yağmalama eğilimini durdurmak üzere kullanmak olduğu açıktır. Hukuk, aldığı önlemlerle mülkiyeti korumalı, soygun ve yağmayı cezalandırmalıdır.
Ne var ki, yasa insanlar ya da belirli bir sınıfa mensup insanlar tarafından oluşturulur. Ve yasa egemen bir gücün yaptırım gücü ve desteği olmaksızın işlerlik kazanamadığından, bu güç yasa koyuculara havale edilmek zorundadır.
Bu gerçeğin insanoğlunun doğasında olan söz konusu eğilimle (tamah) birleşimidir ki, hukukun evrensel çarpıklığını açıklar. Dolayısıyla, yasaların yasa koyucu tarafından, kişisel bağımsızlığı kölelikle, özgürlüğü baskıyla ve mülkiyeti soygunla/yağmayla tahrip etmek için niçin kullanıldığı kolayca anlaşır. Bu, kanunu koyucunun yararına, onun sahip olduğu güçle doğru orantılı olarak gerçekleşir. (…)
Şimdi; yasal soygun/yağma yolları sınırsız olduğundan, gerçekleştirmek için bir o kadar yöntem vardır: tarifeler, himayecilik, menfaat, sübvansiyonlar, teşvikler, aşamalı vergilendirme, devlet okulları, iş garantisi, kâr garantisi, asgari ücretler, borç erteleme hakkı, bedava kredi, vs. Bu yöntemlerin hepsi, yasal soygunu/yağmayı amaçlar ve bir bütün olarak sosyalizmi oluşturur.
Şimdi; sosyalizme böyle bir tanım vücut verdiğine göre, onunla bir savaş doktrininden başka neyle mücadele edilebilir? Eğer bu sosyalist doktrini yanlış, saçma ya da kötü buluyorsanız, aksini ispatlayın veya çürütün. Ne kadar yanlış, saçma ve kötüyse, çürütmek o kadar kolay olacaktır. Hepsinden önemlisi, eğer güçlü olmak istiyorsanız, işe sosyalizmin yaşamın içine sızan her bir zerresinin kökünü kazımakla başlayın. Bu hafife alınacak bir hizmet olmayacaktır. (...)
Bu yasal soygun/yağma sorunu, bir daha baş vermeyecek biçimde kesilip atılmalıdır ve bunu yapmanın sadece üç yolu vardır:
1. Soygun/yağma yapanlar birkaç kişidir ama çoğunluğu soyar/yağmalarlar.
2. Herkes herkesi soymakta, yağmalamaktadır.
3. Kimse kimseyi soymaz, yağmalamaz.
Sınırlı soygun/yağma, evrensel soygun/yağma ve hiç soygun/yağma arasında seçim yapmak zorundayız. Yasa, bunlardan, sadece birinin peşine düşebilir.
Sınırlı yasal soygun/yağma: Bu sistem, oy hakkı kısıtlandığında yürürlükteydi. Sosyalizmin yaygınlaşmasına mani olmak için bu sisteme dönülebilir.
Evrensel yasal soygun/yağma: Bu sistem, adalet, barış, düzen ve istikrar ilkeleri evrenselleştiğinden beri bizi tehdit etmekte. Siyasi hak ve özgürlüklerine yeni yeni kavuşan çoğunluklar, yasayı kendilerinden öncekiler gibi, yani oy verme hakları kısıtlananlar gibi, soyguna/yağmaya hizmet edecek biçimde formüle etmeye karar verdiler.
Hiç yasal yağma: Bu adaletin, barışın, düzenin, istikrarın, uyumun ve mantığın ilkesidir. Ben, ciğerlerimin tüm gücüyle (ki heyhat! çok yetersiz) bu ilkeyi ölene dek haykırarak savunacağım.
Zamanımızın en yaygın safsatası, yasanın adil olmasının yeterli olmadığının, aynı zamanda hayırsever olması gerektiğinin altının çizilmesidir. Yasanın her yurttaşın yeteneklerini özgürce ve kimseye zarar vermeksizin, fiziksel, entelektüel ve manevi gelişim için kullanmasını garanti altına alması da yeterli değildir. Talep edilen, yasanın refah, eğitim ve maneviyatı ülke genelinde doğrudan iyileştirmesi ve yaygınlaştırmasıdır.
Bu sosyalizmin baştan çıkarıcı tuzağıdır! Ve tekrarlıyorum: Yasanın bu iki kullanımı birbirleriyle çelişir. İkisinden birini seçmek zorundayız. Bir yurttaş aynı anda hem özgür hem de özgürlükten yoksun olamaz.
Bay de Lamartine3 bir keresinde bana şöyle yazmıştı: “Doktrininiz benim programımın sadece yarısıdır. Siz özgürlükte durmuşsunuz ama ben kardeşliğe kadar gidiyorum.” Ona şöyle cevap verdim: “Programınızın ikinci yarısı ilk yarısını imha edecektir.”
Gerçek şu ki, benim için kardeşlik sözcüğünü, gönüllü sözcüğünden ayrı tutmak mümkün değildir. Özgürlüğü yasal olarak ortadan kaldırmaksızın -ve dolayısıyla adalet yasal olarak ayaklar altında alınmadan- kardeşliğin yasal olarak nasıl dayatılabileceğini anlamam mümkün değil.
Yasal soygunun/yağmanın iki kökü vardır: Bunlardan birinin kökü, daha önce de söylediğim gibi, açgözlülükte (tamah), diğeri sahte hayırseverliktedir. (...)
Bastiat bundan sonra sosyalizmin türevlerini, kökünün insanoğlunun söz konusu açgözlülüğü ve sahte hayırseverliğinde olduğunu iddia ederek, açıkça yerer ve şu sonuca varır:
Hukuk adalettir. Bu sav, sade/basit ve kalıcı bir hükümet modeli geliştirmek için yeterlidir. Gücünü adaletsizliği önlemekle sınırlandırmış, düzenini buna göre kurmuş olan bir hükümete karşı, devrim, isyan, hatta en ufak bir ayaklanma düşüncesinin bile nasıl gelişebileceğini sorarım size.
Bolluk, ancak böyle bir rejim altında olur ve böyle bir rejimin şemsiyesi altında eşit olarak paylaşılır. İnsanlığın ayrılamaz parçası olarak çekilen acılara gelince, bunlardan dolayı hükümeti suçlamak kimsenin aklına bile gelmez. Bu doğrudur, çünkü şayet hükümetin gücü adaletsizliği önlemekle sınırlıysa, çekilen acılardan ancak iklim değişimden sorumlu olduğu kadar sorumlu tutulabilecektir.
Bu tespiti kanıtlamak üzere, şu soru üstünde düşünün derim: İnsanların daha fazla ücret, bedava kredi, üretim araçları, avantajlı tarifeler ya da kamuda istihdam için Temyiz Mahkemesi’ne karşı ayaklandığını ya da bir sulh hâkimine topluca saldırdığını duydunuz mu hiç? Hayır, çünkü herkes gayet iyi bilir ki, bu tür meseleler Temyiz Mahkemesi’nin veya sulh hâkiminin yasama alanına girmez. Hükümet asli fonksiyonlarına (yukarıda belirtildiği şekilde) çekilecek olursa, herkes bu gibi meselelerin hukukun yasamaya dair yetki alanında olmadığını çabucak öğrenir.
Ama yasaları kardeşlik ilkesi çerçevesinde oluşturun -tüm iyinin ve tüm kötünün yasadan kaynaklandığını; tüm bireysel talihsizliklerden ve sosyal eşitsizliklerden yasanın sorumlu olduğunu ilan edin- bakın nasıl da kapı açarsınız sonu gelmez şikâyetlere, huzursuzluğa ve devrimlere.
Hukuk adalettir. Ve adaletin yasası altındaki herkes -doğru olanın saltanatında, özgürlüğün, güvenliğin, istikrarın ve sorumluluğun- varoluşunun gerçek değerine ve saygınlığına ulaşır. İnsanlık, Tanrı’nın insanlık için öngördüğü düzen ve barışçıl ilerlemeyi, ancak adaletin yasasının şemsiyesi altında, şüphesiz yavaş yavaş ama mutlaka gerçekleştirecektir.
Bana öyle geliyor ki, tartışılan mesele her ne olursa olsun -ister dini, felsefi, siyasi ya da ekonomik olsun; ister zenginlik, maneviyat, eşitlik, hak, adalet, ilerleme, sorumluluk, işbirliği, mülkiyet, emek, ticaret, sermaye, ücretler, vergiler, nüfus, finans ya da hükümeti ilgilendirsin- ve araştırmalarım bilimsel ufkun hangi noktasından başlarsa başlasın, hep tek bir sonuca varıyorum: İnsan ilişkileri sorununun çözümü özgürlüktedir.
Yaşananlar da bunu kanıtlamıyor mu? Şu dünyaya bakın. En barışçıl, en ahlaklı ve en mutlu insanlar çoğunlukla hangi ülkelerde yaşıyor? Yasanın kişiye özel işlere en az müdahale ettiği, hükümetin varlığını en az hissettirdiği, bireyin geniş bir ufuk ve etkin özgür düşünce sahibi olduğu, bürokrasinin asgari düzeyde ve sade olduğu, vergilerin en hafif ve eşite yakın düzeylerde olduğu, toplumsal hoşnutsuzluğa en az cevaz verildiği, bireylerin ve insan topluluklarının sorumluluklarını en etkin biçimde üstlendikleri ve dolayısıyla, ahlaken düşük olanların manevi açıdan sürekli iyiye yöneldiği, ticaretin, ortaklıkların en az kısıtlandığı, emeğin, sermaye ve nüfusun hareket özgürlüğüne müdahalenin asgari düzeyde olduğu, insanoğlunun doğal eğilimleri uyarınca yöneldiği ve keşiflerinin çoğunlukla Tanrı’nın yasalarıyla uyum içinde olduğu, kısacası, en mutlu, en ahlaklı ve en barışçıl insanların olduğu yer, şu ilkeyi benimseyen ve uygulayanların olduğu yerdir: İnsanoğlu mükemmel olmasa da, umut onun (kişinin) özgür ve gönüllü davranışlarında yatar; yasa gücü, evrensel adaletin tesis ve idamesi dışında, hiçbir yerde kullanılmamalıdır.4
Şunu söylemek zorundayım: Dünyada çok fazla “büyük” insan var - yasamacılar, düzenleyiciler, iyi niyetli ama başarısız toplumsal reformcular, toplum önderleri, ulusların ataları, vs. Kendisini diğer insanların üstünde gören (oraya yerleştiren) ve insan topluluklarını düzene sokmayı, korumayı ve yönetmeyi kariyer edinmiş olan çok insan var.
Şimdi biri çıkıp bana, “Siz de bunu yapıyorsunuz,” diyebilir.
Doğru, ama kabul edilmelidir ki, ben farklı bir saikle hareket etmekteyim; reformcuların saflarına katıldıysam, bu onları insanları rahat bırakmaya ikna etmek içindir. (…)
Benim insanlara karşı tutumum, ünlü bir gezginin şu hikâyesiyle açıklanabilir: Bir gün gezgin, kendini vahşi bir kabilenin ortasında bulur. Bir çocuk dünyaya gelmiş; tüm falcılar, büyücüler ve sahte hekimler ellerinde halkalar, kancalar ve sicimler olduğu halde bebeğin etrafını sarmıştır. İçlerinden biri, “Eğer burun deliklerini germezsem, bu çocuk asla barış çubuğunun kokusunu alamayacak,” der. Bir diğeri, “Eğer kulak memelerini omuzlarına kadar aşağı çekmezsem asla duymayacak”; üçüncüsü, “Eğer gözlerini yana çekmezsem asla günışığını göremeyecek”; dördüncüsü, “Eğer bacaklarını bükmezsem asla dik duramayacak” ve beşincisi, “Eğer kafatasını düzleştirmezsem asla düşünmeyi öğrenemeyecek,” der.
Gezgin, “Yeter,” diye haykırır ve “Tanrı ne yaptıysa iyi yapmıştır. O’ndan daha iyi bildiğinizi iddia etmeyin. Tanrı bu çelimsiz yaratığa uzuvlar vermiş; bırakın da onları özgürce kullanarak gelişsin ve güçlensin,” der.
Tanrı insanlara alınyazılarını gerçekleştirmeleri için gerekli olan her şeyi vermiş, onlara bir bedenin yanı sıra, sosyal bir yapı bahşetmiştir. Ve insanların bu sosyal uzuvlarını öyle oluşturulmuştur ki, bunlar özgürlüğün temiz havasında uyumlu bir şekilde gelişirler. O halde, şarlatanları ve düzen kurma meraklılarını defedin! Onların halkalarından, zincirlerinden, kancalarından, kıskaçlarından ve suni sistemlerinden kurtulun. Kamu yönetiminin kaprislerini, sosyal projelerini, merkezileşmesini, tarifelerini, devlet okullarını, resmi dinlerini, bedava kredilerini, banka tekellerini, yönetmeliklerini, kısıtlamalarını, eşitliği vergilendirmek suretiyle sağlamalarını ve dinden hareketle ahlak dersi vermelerini kabul etmeyin.
Yasa koyucular ile iyi niyetli ama başarısız reformcular, çok sayıda sistemi topluma beyhude dayatmak suretiyle, artık öyle bir yerdeler ki, başladıkları noktaya geri dönmek durumundalar. Umarım tüm sistemlerden vazgeçip, özgürlüğü denerler, çünkü özgürlük Tanrı’nın ve O’nun eserlerinin idrak edilmesi ve benimsenmesi demektir.
* Frederic Bastiat, The Law, Irvington on-Hudson, Foundation for Economic Education, 1950.