Hürriyet Üzerine*
Stuart Mill (1806-1873), İngiltere’nin önde gelen düşünürlerindendir. Babası James Mill, Jeremy Bentham tarafından geliştirilen faydacı (utilitarian) felsefenin önemli bir savunucusudur. Stuart Mill’ın kendisi de bir faydacıdır. Yaşamının büyük bir kısmını, bu öğretiyi ıslaha adamış, Jeremy Bentham’ın hayatının sonlarına doğru kapıldığı “özgürlük” endişesini baştan itibaren taşımıştır. Mill, ilk kez 1859’da yayımlanan, Hürriyet Üzerine [On Liberty] adlı kitabında, devlet gücünün tümüyle faydacı nedenlerle sınırlandırılması gereğini savunur. Kitap yayınlanır yayınlanmaz bir liberalizm klasiği olarak coşkuyla karşılanmış, ancak bundan birkaç yıl sonra, James Stephen tarafından otoriter bir yaklaşımla eleştirilmiştir. Aşağıda Mill’in yeni toplumda özgürlüğü tehdit eden oluşumlar ve bunlarla nasıl baş edilebilineceğine dair düşünceleri anlatılmaktadır.
Bu denemenin konusu “irade özgürlüğü” değil, sivil veya toplumsal özgürlüktür. Başka bir deyişle, bu deneme, toplum tarafından birey üzerinde meşru bir biçimde kullanılabilen iktidarın “niteliğini ve sınırlarını” konu edinmektedir. Bu, seyrek olarak konuşulan, hatta hemen hemen hiç tartışılmayan bir konudur. Ancak unutulmamalıdır ki, bu konu potansiyel varlığıyla çağın pratik çekişmelerini derinden etkileyen ve çok geçmeden de kendisini geleceğin hayati sorunu olarak kabul ettirmesi beklenen bir sorundur. Aslında bu konu insanları en eski devirlerden beri ihtilafa düşürecek kadar eski ve derindir. Ancak insanlığın yaşadığı medeni aşamanın gelişmesine paralel olarak kendini yeni koşullar altında ortaya koymakta, bunlardan dolayı çok daha farklı ve çok daha köklü bir incelemeyi gerektirmektedir.
Özgürlük ile otorite arasındaki mücadele, başta Eski Yunan, Roma ve İngiltere tarihleri olmak üzere, tarihin bizlerce bilinen en eski dönemlerinin belirgin özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski çağlarda bu mücadele halk ve halkın bazı sınıfları ile hükümet arasında olurdu. Bir bakımdan özgürlük baştaki yöneticilerin despotik yönetimine karşı korunmayı ifade etmekteydi. Eski Yunan’daki bazı halk hükümetleri hariç, diğer yönetimlerde yöneticiler halka karşı düşman olarak kabul edilirlerdi. Bunlar, yetkilerini miras ve fetihler yoluyla alan ve yönettikleri kesimin rızasına dayanmayan tek kişi, kabile veya kastın yönetimi şeklinde olurdu. Yetkinin baskıcı bir şekilde kullanılmasına karşı ne tür önlem alınmış olursa olsun, yönetilenler yöneticilerin üstünlüğüne ne itiraz etme cesaretini ne de itiraz etme isteğini gösterirlerdi. Onların gücü, düşmana karşı olduğu gibi, kendi halkına karşı da kullanılabilecek, zorunlu fakat aynı zamanda son derece tehlikeli bir silah olarak kabul edilirdi. Topluluğun güçsüz üyelerini sayısız akbabalara yem olmaktan kurtarmak için, bu akbabalardan daha güçlü ve onların yükselmesini önlemekle görevli bir avcıya ihtiyaç vardı. Ancak sürünün üzerine çullanmada, küçük çaylakların herhangi birinden daha az istekli olmayacağından dolayı, bu avcının gagasına ve pençelerine karşı da mutlaka savunma halinde bulunmak gerekirdi. Bu nedenle, özgürlük dostlarının hedefi, yöneticinin topluluk üzerinde kullanmasına cevaz verebilecek iktidarına sınır koymaktı. Onların özgürlükten anladıkları şey, işte bu sınırlama idi.
Buna iki yoldan teşebbüs edilirdi. Birincisi, siyasal haklar ve özgürlükler denen bazı dokunulmazlıkları kabul etmekti. Yöneticinin bu haklara müdahalesi görevini kötüye kullandığı şeklinde yorumlanır, bu da yönetilenlerin başkaldırısını meşru hale getirirdi. İkincisi ise, anayasal önlemlerin alınmasıydı. Bu sayede topluluğun veya onu temsil eden kurumların rızasını almak, iktidarın faaliyetleri için zorunlu hale gelirdi. Avrupa ülkelerinin çoğunda iktidar, bu sınırlama biçimlerinden birincisine az veya çok boyun eğmek zorunda bırakılmıştı. Ne var ki, ikincisi için durum böyle değildi. Buna ulaşmak veya kısmen olduğu yerlerde tam anlamıyla elde etmek, özgürlük dostlarının temel amacı haline geldi. İnsanlar, bir düşmanı başka bir düşmanla çarpıştırmaktan ve zorbalığına karşı bazı teminatlara sahip oldukları bir efendi tarafından yönetilmekten memnun oldukları sürece isteklerini bu noktadan öteye götüremediler.
Fakat insani etkinliklerin ilerlemesine paralel olarak, insanlar zamanla yöneticilerin kendilerinden ayrı ve çıkarlarının kendi çıkarlarına zıt bir güç olmasını tabiatın zorunlu bir gereği olarak kabul etmez oldular. Böylece, devlet idaresini elinde bulunduranları, diledikleri zaman görevden alabilecekleri birer ücretli memur veya vekil haline getirmek onlara çok daha makul göründü. İnsanların, hükümet yetkililerinin kendilerinin aleyhlerine istismar edilemeyeceğinden ancak bu yolla emin olacakları sanıldı. Seçime dayalı ve geçici yöneticilere ilişkin bu yeni talep, halka dayalı partilerin bulunduğu her yerde parti faaliyetlerinin temel amacı haline geldi ve yöneticilerin yetkilerini sınırlama konusunda var olan önceki çalışmaların yerini büyük ölçüde aldı. Yönetimin periyodik seçimlere dayanarak belirlenmesi konusundaki mücadele ilerledikçe, bazı kimseler iktidarın sınırlanmasına fazlaca önem verildiğini düşünmeye başladılar. İktidarı sınırlandırma, çıkarları halkın çıkarlarıyla çelişegelen yöneticilere karşı bir önlem olarak görülmekteydi. Ama artık istenen şey yöneticilerin halkla özdeşleştirilmesi, çıkar ve iradelerinin halkın çıkar ve iradesiyle aynı olmasıydı. Halkın bizatihi kendi iradesine karşı korunmasına ihtiyaç yoktu. Onun kendi kendine zorbalık yapması düşünülemezdi. Yöneticiler halka karşı gerekli sorumluluğu yerine getirdiği ve onun tarafından derhal değiştirilebildiği takdirde sorun kalmayacaktı. Halk bu durumda nasıl kullanılması gerektiğini kendisinin dikte edeceği iktidarı, onlara emanet etmeyi göze alabilirdi. Yönetenlerin iktidarı, halkın kendi elinde yoğunlaşmış ve kendisinin uygun gördüğü şekilde kullanabildiği kendi iktidarından başka bir şey olmayacaktı. Kıta Avrupası’nda hâlâ baskın biçimde gözüken bu düşünüş veya duyuş tarzı, Avrupa liberalizminin son nesli arasında hayli yaygındı. Bugün, hükümetlerin yapabilecekleri şeylere bir sınır kabul edenler, Kıta Avrupası’nın siyasi düşünürleri arasında artık istisnai birer parlak örnek olarak durmaktadır. Bu yönde teşvik edici şartlar devam etmiş olsaydı, bugün buna benzer bir düşünce biçimi kendi ülkemizde de hüküm sürüyor olabilirdi.
Psikolojik teorilerde olduğu gibi, siyasi ve felsefi teorilerde de başarı, başarısızlığın göz ardı ettiği hataları ve aksaklıkları göz önüne serer. Halkın kendi yetkisinin kendisine karşı kısıtlanmasına gerek olmadığını ileri süren anlayış, halk hükümetinin henüz bir hayalden ibaret olduğu veya uzak geçmişte var olmuş bir şey olarak kitaplarda okunduğu sıralarda ancak bir aksiyon olarak kabul edilebilirdi. Bu anlayışı, halk kurumlarının sürekli işleyişine değil, monarşik ve aristokratik zorbalığa karşı ani ve tepkisel bir isyan niteliğinde patlak veren ve aynı zamanda yönetimi ele geçiren bir azınlığın eseri olan Fransız İhtilali gibi sapmalar dahi yıkamadı. Bununla birlikte, zamanla demokratik bir cumhuriyet meydana çıkıp yeryüzünün büyük bir kısmına yerleşti ve kendisini milletler topluluğunun en güçlü unsurlarından biri olarak hissettirdi.16 Dolayısıyla, seçimle gelen ve halka karşı sorumlu olan hükümet, var olan gözlem ve eleştirilerin konusu olmaya başladı. Şimdi artık “kendi kendini yönetme” ve “halkın kendi üzerindeki iktidarı” gibi sözlerin sorunun gerçek yüzünü ifade etmediği anlaşılmıştı. İktidarı elinde bulunduranlarla onlar tarafından yönetilenler daima aynı insanlar değildirler. Başka bir deyişle, sözü edilen “kendi kendini yönetme”, her bireyin kendisi tarafından yönetilmesini değil, aksine, diğer kimseler tarafından yönetilmesini ifade etmektedir. Halkın iradesi, pratik hayatta halkın en aktif veya sayıca en fazla olan kısmının iradesi anlamına gelmektedir. Böyle olduğu için halkın çoğunluk olmayı başararak veya kendisini çoğunluk kabul ettirerek iktidarı elinde bulunduran kesimi, diğer kesim üzerinde baskı uygulayabilir. Bu nedenle, diğer iktidar biçimlerine karşı olduğu gibi, bu iktidar biçiminin de gücünü istismar etmesine karşı önlem almak gerekiyor. Hükümetin bireyler üzerindeki gücünün sınırlaması konusu, yöneticilerin topluma ya da toplum içindeki güçlü gruba karşı düzenli olarak sorumluluk duygusu taşıyor olmaları halinde bile öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu görüş tarzı hem düşünürlere hem de demokrasinin gerçek ya da sözde çıkarlarına ters düştüğü Avrupa toplumundaki önemli sınıflara hoş geldiği için hiç güçlüğe uğramadan yerleşti. Artık şimdilerde “çoğunluğun diktatörlüğü”17 konusu, toplumun korunmaya hazır olmasını gerektiren en önemli kötülükler arasında yer almıştır.
Kamu yetkilileri eliyle uygulandığı ilk zamanlar, diğer diktatörlüklerden olduğu gibi, çoğunluk diktatörlüğünden de korkulmaktaydı; hatta halen de korkulmakta olduğu söylenebilir. Fakat düşünen insanlar, toplumun bizzat kendisi zorba olduğunda (toplumun kendisini meydana getiren tek tek bireyler üzerinde baskı uygulaması), onun zulmetme araçlarının siyasetçiler eliyle yapılan işlemlerle sınırlı kalmayacağını kavradılar. Toplum kendi emirlerini kendisi icra edebilir; haddi zatında ediyor da. Doğru emirler yerine yanlış emirler çıkardığı ya da kendisinin karışmaması gereken şeyler hakkında herhangi bir buyrukta bulunduğu zaman, siyasal zorbalıkların çoğundan daha korkunç bir toplumsal zorbalık, hayatın ayrıntılarına çok daha derin biçimde nüfuz ederek, bizzat bireysel ruhun kendisini esaret altına alır ve böylece bireye daha az kurtuluş yolu bırakır. Bu bakımdan, devlet yöneticilerinin zorbalığına karşı korunma yeterli değil, aynı zamanda toplumda baskın olan duygu ve düşüncenin diktasına karşı da korunma gereklidir. Toplumun kendi düşünce ve teamüllerini bunlara karşı çıkanlara zorla kabul ettirme eğiliminin yanı sıra; kendi gidişine uymayan herhangi bir kişiliğin gelişmesini köstekleyerek ya da önleyerek tüm bireyleri toplumun genel kalıplarına uymaya zorlama eğilimine karşı da korunmak şarttır. Kolektif düşüncenin bireyin bağımsızlığına meşru müdahalesinin bir sınırı vardır. İnsani ilişkilerin iyi bir noktada seyrini sağlamak için bu sınırı bulmak ve saldırıya karşı korumak en az siyasal zorbalığı önlemek kadar önemlidir.
Bu önermeye genel olarak itiraz edilmese de pratikte kolektif düşünceye karşı sınırı nereye koyacağımız ve bireysel özgürlük ile toplumsal denetim arasındaki ayarlamayı nasıl yapacağımız konusu henüz çözülmemiş bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Herhangi bir insana yaşamayı değerli kılmak, diğer insanların eylemleri üzerine konan sınırlamalara bağlıdır. Bu bakımdan öncelikle kanun yoluyla bazı zorunlu davranış kuralları konabilir. Bu kuralların neler olması gerektiği başlıca temel sorundur ve aşikâr olan bazılarını istisna tutacak olursak, çözümünde en az ilerleme kaydedilen sorunun da bu olduğunu söyleyebiliriz. Bunu aynı şekilde karara bağlamış olan hiçbir iki ülke ya da iki çağ yoktur. Haddi zatında, bir çağın ya da bir ülkenin bu konuda aldığı karara bağlı kalan başka bir çağ veya ülke de yoktur. Buna rağmen, belli bir çağın ya da ülkenin insanları, bu konuya üzerinde öteden beri uzlaşma sağlanmış bir konu gibi yaklaşmada zorluk çekmemişlerdir. Kendi aralarında cari olan kurallar onlara son derece açık ve güvenilir görünmektedir. Bu evrensel illüzyon, atasözünde “ikinci tabiat” olarak gösterilen, oysa yanlışlıkla “birinci tabiat”ın yerine geçen ve bu şekilde devam edegelen geleneklerin sihirli etkisinin örneklerinden birini oluşturmaktadır. İnsanların birbirlerine empoze ettikleri davranış kurallarına yol açan endişeleri önlemede geleneklerin açık bir etkisi vardır. Çünkü geleneklerde konu, bir insanın diğerine ya da diğerlerinin kendisine makul gerekçeler göstermesine gereksinim bırakmayacak kadar yalın olarak kabul edilir. Halk gelenekler yoluyla ya da filozof karakterli kişiler tarafından, bu tür konularla ilgili olarak kendi duygularının makul gerekçelerden daha önemli olduğuna, hatta gerekçelerin anlamsız olduğuna inandırılmıştır. Halka, insani davranışlarını düzenleme konusunda kılavuzluk eden pratik ilke, kendisi ile aynı histe olanlar nasıl istiyorlarsa, herkesten o yolda hareket etmelerini istemek gerektiğine dair mevcut olan duygudur. (…)
Siyasi tarihimizin özel hal ve şartlarından dolayı, İngiltere’de kamuoyunun boyunduruğu muhtemelen daha ağır ise de, yasanın boyunduruğu Avrupa’nın diğer ülkelerinin çoğundan daha hafiftir. Yasama veya yürütme organı tarafından bireyin davranışlarına doğrudan doğruya müdahale edilmesine karşı büyük bir hassasiyet vardır. Bunun böyle olması, bireyin bağımsızlığına gösterilen saygıdan çok, hâlâ mevcut olan bir alışkanlıktan, yani hükümete kamunun çıkarına zıt bir çıkarı temsil ediyor gözüyle bakma alışkanlığından ileri geliyor. Çoğunluk, hükümetin iktidarını kendi iktidarı, fikirlerini kendi fikirleri olarak hissetmeyi henüz öğrenememiştir. Bunu öğrendiği gün, bireysel özgürlük muhtemelen hükümetin istilasına, bugünkü kamuoyunun istilasından daha fazla maruz kalacaktır. Fakat yine de, bireylerin yasa tarafından kontrol edilmesine alışmamış oldukları konularda, yasanın herhangi bir denetleme girişimine karşı harekete geçmeye hazır, birikmiş bir yığın duygu vardır. Hem de konunun yasal denetimin meşru alanına girip girmediğine pek bakılmaksızın. O kadar ki, bütünü itibariyle son derece sağlam olan bu duygu, özel hallere uygulanmasına geçilirken muhtemelen pek çok kere yerinde kullanılmış olmaz. Pratikte hükümet müdahalelerinin uygunluk ve uygunsuzluğunu her zaman isabetli bir şekilde ölçmek için kabul edilmiş bir ilke yoktur. Herkes bu konuda kendi bireysel tercihlerine göre karar veriyor. Bazıları, yapılacak herhangi bir iyilik veya çaresi bulunacak bir fenalık ile karşılaştıkları zaman, hükümetin işi kendi üzerine almasını seve seve teşvik etmek isterler. Diğer bazıları ise, beşeri çıkarlarının hükümet kontrolü altına sokulan kısımlarına bir yenisini ilave etmektense, sosyal fenalığın hemen hemen her türlüsüne katlanmayı tercih ederler. İnsanlar, herhangi bir konuda kendi duygularının bu genel istikametine göre taraflardan birinin safında yerlerini alırlar. Kendi duygularının genel istikametinin yanı sıra, insanlar hükümete yapması teklif olunan belli şeylere duydukları ilginin derecesine göre, yahut hükümetin onu kendilerinin beğendikleri tarzda yapacağı veya yapmayacağı hususunda besledikleri inanca göre taraf tutarlar. İnsanların, “bir hükümet tarafından yapılması uygun olan şeyler nelerdir” hususunda biteviye bağlandıkları herhangi bir düşünceden dolayı bir konunun lehinde veya aleyhinde bir tutum sergiledikleri pek nadir görülmüştür. Bana öyle geliyor ki, bu kural ya da ilke yokluğunun bir sonucu olarak, halen taraflardan biri diğeri kadar sık yanılabiliyor. Hükümet müdahalesi, hemen hemen eşit bir biçimde, bazen yerinde olmayarak ileri sürülüyor, bazen de yerinde olmayarak mahkûm ediliyor.
Bu denemenin amacı, toplumun birey ile olan zorlama ve kontrol tarzındaki ilişkileri konusunda kullanılan araçlarla ilgili basit bir ilke beyan etmektir. Bu araçlar yasal cezalar şeklindeki maddi güç tarzında olabileceği gibi, kamuoyunun manevi baskısı şeklinde de olabilir. Burada ileri sürülen ilke iki durum için de geçerlidir. Bu ilke, insanların bireysel olarak ya da toplu olarak aralarından herhangi birinin hareket serbestliğine müdahalelerine cevaz veren biricik gerekçenin, ancak “nefsi koruma” gerekçesi olacağı ilkesidir. Medeni bir topluluğun herhangi bir üyesi üzerinde, onun arzusuna rağmen, gücün haklı olarak kullanılabileceği tek yer başkalarına gelecek zararı önleme noktasının olduğu yerdir. Bireye maddi ya da manevi olsun, kendi hayrı için müdahale yeterli bir gerekçe değildir. Hiçbir kimse, bir şeyi yapmaya veya buna katlanmaya, sırf böyle yapması onun için hayırlı olacaktır diye, onu daha mesut kılacaktır diye, başkalarının düşüncelerine göre böyle yapması akıllıca yahut doğru olacak diye mecbur edilemez. Bu hiçbir şekilde haklı değildir. Bunlar bir kişiyle ilgili olarak serzenişte bulunmak, onunla tartışmak, onu ikna etmek veya ondan ricada bulunmak için haklı nedenler olabilir; ancak o başka türlü yaptığı takdirde onu zorlamak veya herhangi bir kötülüğe uğratmak için hiçbir zaman haklı birer neden oluşturamazlar. Kendisine müdahalenin meşru olması için onun yapmamasını istediğiniz davranışının başkasına mutlak surette zarar verecek nitelikte olması gerekir. Bir bireyin davranışından dolayı topluma karşı sorumlu olabileceği kısmı, o davranışın başkasını ilgilendiren kısmıdır. Kendisini ilgilendiren kısmında özgür olması onun için mutlak bir haktır. Birey kendisi üzerinde, kendi vücudu ve beyni üzerinde, bizzat kendi başına buyruktur.
Şu noktanın altını çizmek gerekiyor ki, bu ilke, yetilerinde erginleşmiş insanlara uygulanmak üzere ortaya atılmış bir ilkedir. Çocuklardan yahut yasaların rüşt yaşı olarak tayin ettiği yaştan daha küçük yaşta bulunanlardan söz etmiyoruz. Henüz başkaları tarafından gözetilmeye muhtaç halde olanların, başkalarından gelecek zararlara olduğu kadar, bizzat kendi eylemlerine karşı da himaye olunmaları lazımdır. Aynı nedenden dolayı, bir ırkın daha ergenlik çağına gelmemiş sayılabileceği o geri toplum hallerini de bu ilkenin dışında bırakabiliriz.18 Kendiliğinden gerçekleşen ilerlemenin yolu üzerinde dikili duran güçlükler o kadar büyüktür ki, onları yenme çarelerini beğendiğimiz gibi seçmemiz nadir olarak mümkün olur. Bu bakımdan, içi reform ruhu ile dolu bir liderin, muhtemelen başka türlü varılamayacak olan bir amaca ulaştıracak her tür çareyi kullanması meşrudur. Medeni olmayan toplumları idarede istibdat, meşru bir hükümet tarzıdır. Yeter ki amaç onların ıslahı olsun ve kullanılan araçlar bu amaçla kullanılmış olsun. Bir prensip olarak özgürlüğün insanların serbest ve özgür tartışma ile düzelebilir hale gelmelerinden önceki herhangi bir durumda uygulanmasına imkân yoktur. O zamana kadar, onlar için (şayet böyle birini bulacak kadar şansları varsa) bir Ekber’e, bir Charlemagne’a mutlak surette itaatten başka yapacak bir şey yoktur. Fakat insanoğlu, inanarak ve inandırılarak, kurtuluşa yüz tutma kabiliyetine ulaşır ulaşmaz (ki burada ilgilenmek zorunda olduğumuz tüm milletlerde bu devreye çoktan varılmıştır) artık gerek doğrudan doğruya, gerekse yasanın dışına çıkanlara eza ve ceza şeklinde uygulanan cebir, insanların kendi hayırlarına bir çare olarak kabul edilemez; yalnızca başkalarının emniyeti için haklı olarak görülebilir.
Şunu söylemek yerinde olur ki, ben “fayda”dan bağımsız bir şey olarak, “soyut hak” fikrinden iddiam lehine çıkartılabilecek olan her türlü avantajdan vazgeçiyorum. Bütün ahlaki konularda ben faydayı başvurulacak en son ölçü olarak görüyorum. Fakat bunun en geniş anlamda, ileri bir varlık olarak bir insanın daimi çıkarına dayanan fayda olması lazımdır. Bu çıkarlar, iddia ediyorum ki, bireye ait olan tercihleri dış denetime tabi tutmaya, ancak bireyin başka kimselerin çıkarını ilgilendiren eylemleri söz konusu olduğunda cevaz verir. Eğer bir kimse başkalarına zararlı bir davranışta bulunuyorsa, onu kanun yoluyla, yahut yasal cezaların sağlıklı bir biçimde tatbik olunamadığı hallerde, genel tasvipsizlik ile cezalandırmak için prima facia (aslı sabit oluncaya kadar geçerli) olan bir durum vardır. Yine başkalarının istifadesi için bir bireyin haklı olarak zorlanabileceği birçok müspet eylem de vardır. Mesela bir mahkemede şahitlik yapmak, yurdun müşterek savunmasına veya himayesinden faydalandığı toplumun çıkarı için gerekli olan ortak bir işte kendisine düşen hisseyi üzerine almak, bir hemcinsinin hayatını kurtarmak veya savunmasız olanları fena muameleye karşı korumak üzere araya girmek gibi bazı bireysel iyilik davranışları bir insanın topluma karşı görevidir. (…)
Fakat bir hareket alanı vardır ki, onda toplumun bireyden bağımsız, dolaylı bir çıkarı vardır. Bu alan bir şahsın hayat ve hareket tarzının yalnız bizzat kendisine etki eden kısmını içine alır. Yalnız bizzat kendisine dediğim zaman, “doğrudan doğruya” ve “ilk önce” demek istiyorum. Zira kendisine dokunan herhangi bir şey onun vasıtasıyla başkasına etki edebilir. Bu ihtimal üzerine bina edilebilecek olan itirazı daha sonra ele alacağız. O halde bu, insan özgürlüğünün özel sahasıdır. Bunun içine öncelikle bilincin iç sahası girer ki, en geniş anlamda vicdan özgürlüğünü ve mutlak anlamda her türlü konuyla ilgili düşünce ve duygu özgürlüğünü kapsar. Bu konular pratik ya da spekülatif olabileceği gibi, bilimsel, ahlaki ya da teolojik de olabilir. Düşünce beyan etme ve yayma özgürlüğü başka bir ilkeye girer gibi görülebilir. Zira bu özgürlük bireyin davranışının başka kimseleri ilgilendiren kısmına aittir. Fakat düşünce özgürlüğünün kendisi kadar önemli olduğu için, büyük bir kısmı itibariyle aynı sebeplere dayandığından pratikte ondan ayrılmaz. Bu ilke ikinci olarak, zevklerimizde ve uğraşılarımızda serbestliği, hayatımızın planını kendi karakterimize uyacak şekilde düzenlemeyi, karakterimiz avanakça, ters ya da yanlış olarak algılasa bile, yaptığımız şeyler kendilerine zarar vermediği müddetçe hemcinslerimizin engellemesine uğramamayı ve muhtemel sonuçlarına katlanmamız şartıyla beğendiğimiz tarzda davranabilme özgürlüğünü gerektirir. Üçüncü olarak, bireylerin kendi aralarında bir araya gelme özgürlüğü ile başkalarına zararı olmayan herhangi bir amaç için birleşme özgürlüğü ortaya çıkar. Bir araya gelen bireylerin reşit olmaları, zor ya da hile etkisi altında bulunmamaları şarttır.
Hükümetinin şekli ne olursa olsun, bu özgürlüklere bütünü itibariyle saygı gösterilmeyen hiçbir toplum özgür değildir. Bu özgürlüklerin kayıtsız şartsız var olmadığı hiçbir toplum tam olarak özgür olamaz. Özgürlük adını hak eden tek özgürlük, başkalarını saadetlerinden mahrum etmeye veya onların saadet elde etme gayretlerine engel olmaya kalkışmadığımız müddetçe kendi iyiliğimizi kendi bildiğimiz yolda arama özgürlüğüdür. Her birey gerek bedensel, gerekse zihinsel ve ruhsal bakımdan kendi sağlığının asıl ve yegâne bekçisidir. Unutulmamalıdır ki, insanlık herkesin kendi istediği gibi yaşamasına tahammül gösterdiği zaman, kişileri başkalarına hoş gelecek şekilde yaşamaya zorladığından daha büyük kazanç elde eder.
* John Stuart Mill, Hürriyet Üstüne, Liberte Yayınları, 2009, Türkçe çeviri: M. Osman Dostel, Sadeleştiren: Ömer Çaha.
M. Osman Dostel tarafından 1955 yılında Hürriyet ismiyle Türkçeye çevrilen John Stuart Mill’in On Liberty adlı bu çalışması, Türkçeye tarafımca aktarılmıştır. Mill’in ağır ve karmaşık olan üslubunu dilimizde tam olarak yakalamak gerçekten çok güçtür. Dostel, bu üslubu, elli yıl önceki Osmanlıca ağırlıklı Türkçesi ile kısmen başarmış, Mill’in anlatmak istediklerini Türkçenin kendine özgü dil kuralları içinde aktarmaktan çok, üslup yapısını aynen koruma kaygısı gütmüştür ki, bu da bazen yarım sayfaya varan uzunlukta cümlelerle donatılmış bir metnin anlaşılır olmasını ve rahatça okunmasını zorlaştırmıştır. Bu bakımdan, metni günümüz Türkçesine aktarırken, çevirmenin hoşgörüsüne sığınarak sadeleştirme de yapmak zorunda kaldım. Bunun bir sonucu olarak Mill’in düşüncelerini sade ve yalın bir Türkçe ve kısaltılmış cümlelerle aktararak daha rahat okunmasını ve anlaşılmasını sağlamaya çalıştım. (ç.n.)