Hıristiyan Dininin Kurumları*
Tanrı Kendisi Tarafından Yaratılan Dünyayı Korur ve Besler ve Çeşitli Bölümlerine Kendi Takdiriyle Hükmeder.
Tüm işini bir defada bitiren Tanrı’yı anlık bir Yaratıcı haline getirmek soğuk ve kısır bir tanım olur; kâfirlerden, özellikle de evrenin status quo’sunda olduğu kadar başlangıcında da parlayan ilahi gücün varlığını gördüğümüze göre, farklı olmamız gerekir. Kâfirlerin zihinleri de sadece yeryüzüne ve göklere bakarak Yaratıcı’ya yükselmeye mecbur ediliyor ama inancın yaratılış için tüm övgüleri Tanrı’ya yöneltmek için kullandığı özgün bir yöntem var. Havari’nin1 söylediklerine daha önce de atıfta bulunmuştuk, sadece “evrenin Tanrı’nın buyruğuyla yaratıldığını (...) inanç sayesinde anlıyoruz.” (İbraniler 11:3) (...) Tanrı’nın takdirine teslim olmazsak -aklımızla anlamış ve dilimizle itiraf etmiş olsak bile- şu sözün gerçek anlamını kavrayamayız: “Tanrı Yaratıcıdır.” Tam da yaratılış sırasında Tanrı’nın gücüyle yüzleşen dünyevi akıl buradan ileri gidemez; yapabileceği en fazla, yaratılışın bilgeliğini, gücünü ve iyiliğini tartmak ve bu konuda tefekkür etmektir. (Bu meseleler aslında aşikârdır ve istemeyenlere bile kendisini kabul ettirir.) Üstelik hareketin gücünün kaynaklandığı bir genel koruma ve idare etme faaliyeti hakkında da tefekkür eder. Kısacası, dünyevi akıl başlangıçtan bu yana her şeyi bir arada tutan, ilahi biçimde ihsan edilmiş bir enerji olduğunu düşünür.
Ancak inanç daha derinlere nüfuz eder; her şeyin Yaratıcısını bulduğunda onun ölümsüz İdareci ve Koruyucu olduğu sonucuna varır – sadece göksel çerçeveyi hareket ettirip onun parçalarının evrensel hareketini sağlamaz, ayrıca kendi yarattığı her şeyi, en ufak serçeye varıncaya kadar destekler, besler ve hepsiyle ilgilenir... Bu nedenle, Davut evrenin Tanrı tarafından yaratıldığını kısaca anlattıktan sonra hemen O’nun takdirinin kesintisiz bir yoluna eğilir: “Gökler Yehova’nın sözüyle, gök cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı.” (Mezmurlar 33:6) (...) Sonra ekler: “Tanrı göklerden bakar oldu insanlara.” (Mezmurlar 53:2) (...) Aynı yoldan devam eder. Evrenin Yaratıcısı olmasaydı Tanrı’nın insanların işleriyle ilgilenmesinin de inanılır bir şey olmayacağını tüm insanlar bu kadar açık biçimde akıl edemese de hiç kimse Tanrı tarafından yaratılan evrenin O’nun tarafından başıboş bırakılacağına ve işlerine ilgi göstermeyeceğine gerçekten inanmaz; Davut’un birinden diğerine en mükemmel düzenlere rehberlik etmesi hiç de uygunsuz değildir. Genel olarak filozofların öğrettiği ve insan zihinlerinin öğrendiği şey evrenin tüm parçalarının Tanrı’nın gizli ilhamıyla canlandırıldığıdır.2 Ama onlar her şeyin tanrısal olduğunu söyleyen Davut kadar ileri gitmez: “Hepsi seni bekliyor, yiyeceklerini zamanında veresin diye. Sen verince onlar toplar, sen elini açınca onlar iyiliğe doyar. Yüzünü gizleyince dehşete kapılırlar, soluklarını kesince ölüp toprak olurlar. Ruhunu gönderince var olurlar, yeryüzüne yeni yaşam verirsin.” (Mezmurlar 104:27-30) (...) Gerçekten de öyledir, Pavlus’un Tanrı’nın içinde var olduğumuz ve hareket ettiğimiz ve yaşadığımıza dair ifadesini onaylasalar da onun övdüğü lütuf hissini gerçekten hissetmekten çok uzaktırlar, çünkü hepsi Tanrı’nın babalığından gelen iyiliğini, o özel ilgisini tatmamıştır…
Lakin, dünyanın özellikle insanoğlu uğruna yaratıldığını bildiğimizden onun yönetilmesinde de bu amacı aramamız gerekir. Peygamber Yeremya şöyle haykırır: “Ey Tanrım, insanın yaşamının kendi elinde olmadığını, adımlarına yön vermenin ona düşmediğini biliyorum,” (Yeremya 10:23). Üstelik Süleyman şöyle der: “İnsanın adımlarını Tanrı yönlendirir.... İnsan tuttuğu yolu nasıl anlayabilir?” (Süleyman’ın Özdeyişleri 20:24) (...) Bırakalım onlar Tanrı’nın insanı insan doğasının eğilimlerine göre hareket ettirdiğini ama insanın kendi uygun gördüğü gibi hareket ettiğini söylesinler. Hayır, bu söylenen doğru olsaydı, onun yollarından birini serbestçe seçmek insanların kontrolünde olurdu. Belki bunu inkâr edebilirler, çünkü o Tanrı’nın gücü olmadan hiçbir şey yapamaz. Ancak gerçekte bunu kabul edemezler çünkü peygamber ve Süleyman Tanrı’ya sadece gücü değil, tercihi ve belirlemeyi de isnat eder. Başka bir yerde Süleyman, sanki Tanrı’nın eliyle yönlendirilmiyormuş gibi, Tanrı’yı dikkate almadan kendileri için bir hedef belirleyen insanların bu aceleciliklerini nazikçe azarlar. “İnsan aklıyla çok şey tasarlayabilir ama dilin vereceği yanıt Tanrı’dandır.” (Süleyman’ın Özdeyişleri 16:1) (...) O izin vermeden konuşmaları bile mümkün olmayan sefil insanların Tanrı’nın izni olmadan kendi kendilerine hareket edebileceklerini düşünmeleri saçma bir ahmaklıktır!
Âdem’in Günahı, İnsan’ın Asıl Sözleşmesinin Yok Olmasına ve Tüm İnsan Soyunun Mahvına Sebep Olmuştur.
Tanrı’nın bu kadar ağır biçimde cezalandırdığı, hafif bir günah değil, iğrenç bir suç olmalıdır, bu yüzden Âdem’in kaçışında Tanrı’da tüm insanlığa karşı korkunç bir intikam ateşini tutuşturan ne tür bir günah olduğunu düşünmemiz gerekir. Âdem’in günahını açgözlülüğün getirdiği bir taşkınlık olarak düşünmek çocukçadır. Arzulanabilecek tüm zevkler her yerde bol miktarda mevcutken tüm erdemlerin membaı ve tamamı sadece bir meyveden uzak durmaktan oluşuyordu; dünyadaki kutsal bereket sayesinde elde sadece bolluk değil, muhteşem bir çeşitlilik mevcuttu!
Bu yüzden daha derinlemesine incelememiz gerekiyor. İyiyle kötüyü bilme ağacı, itaatini sınamak ve kendi isteğiyle Tanrı’nın emrinde olduğunu ispatlaması amacıyla Âdem’e yasaklanmıştı. Ağacın adı bu emrin tek amacının onu kaderine razı tutmak ve kötü arzularla dolmasını engellemek olduğunu gösteriyordu. Ama ona verilen söz, hayat ağacının meyvesinden yediği sürece ebedi hayat ümidiydi, diğer yandan da iyiyle kötüyü bilme ağacının meyvesinden yerse korkunç bir ölüm tehdidi vardı; böylece inancını uygulamış ve kanıtlamış olacaktı. Bu yüzden Âdem’in nasıl olup da Tanrı’nın gazabını kendi üzerine çektiğini çıkarsamak zor değildir. Gerçekten de, Augustine gururumuzun tüm kötülüklerin başlangıcı olduğunu söylerken haklıydı. Çünkü tutkular onu izin verilenden ve doğru olandan öteye çekmeseydi, ilk durumunda kalmaya devam edebilirdi.
Ama Musa’nın tanımladığı ayartılmanın doğasını daha iyi tanımlamamız gerekir. Kadın, sadakatsizliği yüzünden Tanrı’nın sözünden çıkıp yılanın hilesine kapıldığına göre, düşüşün başlangıcının itaatsizlik olduğu açıktır. Tek bir insanın itaatsizliği yüzünden her şeyin kaybedildiği öğreten Pavlus da bunu teyit eder. (...) Ama aynı zamanda Tanrı’nın otoritesine karşı isyan eden ilk insanın sadece kendisine yaltaklanan Şeytan tarafından ele geçirilmesinden dolayı değil, doğruluğu küçümseyip yanlışlığın tarafına geçmesinden dolayı da yaptığını not etmek gerekir. Elbette Tanrı’nın sözünü küçümsersek ona olan saygıyı sarsmış oluruz. Çünkü onu dikkatle dinlemezsek Majesteleri aramızda durmaz, ibadet de mükemmel olmaz. Bu yüzden sadakatsizlik düşüşün temelidir. Ancak onun ardından tutku ve gurur, nankörlükle birlikte ortaya çıkmıştır, çünkü Âdem kendisine ihsan edilenden fazlasını isteyerek Tanrı’nın onun için harcanacak büyük cömertliğini utanç verici biçimde reddetmişti. Tanrı’ya benzer biçimde yaratılmış olmak, Tanrı ile eşitliğe sahip olmadıktan sonra yeryüzünün oğluna ufak bir mesele gibi gelmişti – akıl almaz bir ahlaksızlık! İnsanın kendi Yaratıcısının otoritesinden çıkmasına sebep olan dinden çıkma -gerçekten de cüretkârca boyunduruğundan kurtulmaya çabalamıştı- pis ve iğrenç bir suç ise Âdem’in günahını küçük göstermek için çabalamak boşunadır. Üstelik basit bir dinden çıkma vakası değildir, Tanrı’ya ilişkin aşağılık iftiralarla işbirliği yapmıştır. Bunlar, Tanrı’yı yalancılıkla ve kıskanmakla ve kötü niyetle suçlayan Şeytan’ın iftiralarıyla örtüşmüştür. Son olarak, inançsızlık tutkuya kapı açmıştır; tutku ise müzmin itaatsizliğin annesidir, neticede insan Tanrı korkusunu bir kenara atmış, arzuları kendisini nereye götürürse oraya gitmiştir. Bugün kulaklarımızı açıp İncil’i dinlediğimiz takdirde kurtuluş kapısının açılacağını ama pencereler Şeytan’a açılırsa, ölümün geleceğini söyleyen Bernard’ın öğretisi doğrudur. (...) Çünkü Âdem, Tanrı’nın sözlerine inanmamış olmasaydı, O’nun otoritesinden çıkmaya asla cüret edemezdi. Bu da gerçekten tüm arzuları kontrol edecek en iyi boyunduruktur: Tanrı’nın emirlerine uyarak doğrulukla yaşamaktan daha iyi bir şey olmadığı düşüncesi, sonra da mutlu bir yaşamın nihai amacının O’nun tarafından sevilmek olması. Bu yüzden Şeytan’ın küfürlerine kapılan Âdem, Tanrı’nın tüm görkemini mümkün olduğunca söndürmüştür…
İnsan Artık Seçme Özgürlüğünden Mahrum Bırakılmış ve
Sefil Bir Köleliğe Mahkûm Edilmiştir.
Gördük ki ilk insanı kendine bağladıktan sonra günahın hâkimiyeti sadece tüm insanoğlunu etki alanına almamış, ruhları tamamen işgal etmiştir. Biz, bu köleliğe düştüğümüze göre, tüm özgürlüklerden mahrum edilip edilmediğimizi anlamak ve özgürlüğün bir parçası bile hayatta kaldıysa, bunun kapsamını belirlemek için araştırma yapmalıyız. Ama bu sorudaki gerçekliğin bizim için daha belirgin olabilmesi amacıyla, şimdi tüm argümanı yönlendireceğimiz bir hedef belirliyorum. Hataya düşmeyi engellemenin en iyi yolu her iki yönden insanı tehdit edecek olan tehlikeleri gözden geçirmektir. (1) İnsanın namusu tamamen reddedilirse hemen bu olgudan dolayı rehavet içine girebilir ve kendi kendine doğruluğu bulamayacağı söylendiğinden kendisinde hiçbir doğruluk yokmuş gibi böylesi çabaları sonuçsuz olarak görür. (2) Tanrı’yı bu konudaki onurdan mahrum etmeden ve insana küstahça bir kendine güven veren ve kendisini mahvetmesine sebep olmadan insana en ufak bir başarı atfedilemez.
Bu kayalıklara çarpmak istemiyorsak rotamızı şöyle belirlemeliyiz: İnsana kendi gücü dahilinde hiçbir iyi şey olmadığı öğretilirse ve insan her yönden en sefil ihtiyaçlarla kuşatılırsa, bunlara rağmen kendisinde olmayan bir iyiliğe, mahrum bırakıldığı bir özgürlüğe talip olması istenmelidir. Aslında bu çaresiz ve hareketsiz durum, en yüksek erdemlerle donatıldığını varsaydığımız durumdan çok daha fazla tahrik eder insanı. Herkes ikinci noktanın ne kadar gerekli olduğunu görmektedir. Ancak birçok kişinin ilk nokta hakkında şüpheleri olduğunu gözlemliyorum. Kendisine ait olan hiçbir şeyin insandan alınamayacağı kesin bir olgu olduğuna göre, haksız biçimde övünmekten uzak durmanın insan için ne kadar önemli olduğu açıkça bellidir. İnsan, Tanrı’nın keremiyle en yüksek onur işaretleriyle farklı kılındığında bile kendisiyle övünmesine izin verilmemiştir. En yüce görkemden -kendi nankörlüğü yüzünden- en derin rezilliğe düştüğüne göre burnunu daha ne kadar sürtmek gerekir ki! Bence en yüksek onur düzeyine getirildiğinde Kutsal Kitap’ın ona atfettiği tek şey sadece Tanrı’nın suretinde yaratılmış olmaktı. Bu yüzden insanın kendi iyi eylemleri yüzünden değil, Tanrı’nın yoluna girdiği için kutsandığı ortaya çıkmaktadır. Şimdi insan görkeminden sıyrılmış ve mahrum olmuşken, görkeminin büyüklüğü ve zenginliği bolken keremine minnettar olmadığı Tanrı’yı tanımaktan başka ne yapabilir; en azından kendi fakirliğini itiraf ederek, daha önce lütufları için övmediği Tanrı’yı övmesi gerekmez mi?
Ayrıca, bilgeliğimizin ve erdemlerimizin tüm itibarından mahrum edilmişken Tanrı’nın görkemine uymak bizim avantajımızadır. Bu nedenle, bize gerçeğin ötesinde bir şeyler veren herkes harabelerimizin üzerine bir de dine saygısızlık eklemiş olur. Bize kendi savaşımızı sürdürmemiz öğretildiğinde bir kamış çubuğa dayanmış oluruz, kırılır kırılmaz yere düşeriz! Yine de kamış bir çubukla bile karşılaştırdığımızda gücümüzü boş yere övmüş oluruz! Çünkü birçok insanın bu meselelerle ilgili tasarladıkları ve geveledikleri duman gibidir. Bu yüzden Augustine’in haklı olarak o ünlü ifadesini sıkça tekrarlar: Özgür iradeyi savunanlar onu güçlendirmek yerine ayaklar altında çiğniyorlar. Başlangıçta bunları söylemek gerekiyordu, çünkü bazı kişiler insanın gücünün, Tanrı’nın gücünün insanda toplanmasına dayanan kendi temelinden kazınıp koparıldığını duyduklarında tüm bu tartışmaları tehlikeli, hatta gereksiz bulup tiksiniyorlar. Ancak bu dini açıdan temel bir mesele ve bizim için faydalı…
(...) Özgür irade, Tanrı’nın lütfundan, hatta sadece seçilmişlerin yenilenme yoluyla aldıkları o özel lütuftan yardım görmezse, insanların iyi işler yapması için yeterli değildir. (...) Ancak şu ana kadar henüz insanın iyilik yapma gücünden tamamen mahrum edilip edilmediğini, zayıf da olsa, kendi başına hiçbir şey yapamadığı halde Tanrı’nın lütfu ile kendi görevini yerine getirebilecek biraz gücü kalıp kalmadığını açıklamadık. Cümlelerin Ustası3 şu düşüncesiyle bu noktada bir karara varmayı amaçlıyordu: “İyi işler yapabilecek hale gelmek için iki tür lütfa ihtiyacımız var.” İlk türe “çalıştıran” lütuf adını vermiştir, bu lütuf etkin olarak iyi şeyler yapmamızı sağlar. İkinci tür ise “destekleyen” lütuftur ve iyi niyetlere yardımcı olur. Bu ayrımda beni mutsuz eden şey, iyilik yapma yönündeki etkin arzuyu Tanrı’nın lütfuna atfetse de insanın da kendi doğasıyla etkin olmasa da bir şekilde iyiliği aradığına dair bir ipucu vermesidir. (...) Lombardus neticede özgür bir iradeye sahip olduğumuzu ilan eder; bu, iyi ve kötüyü düşünmeye veya gerçekleştirmeye eşit derecede muktedir olmak değil, sadece zorlamalardan kurtulduğumuz anlamına gelir. Lombardus’a göre, kötü insanlar ve günahın kölesi olsak da, sadece günah işliyor olsak da bu özgürlük engellenmez.
İnsanın Çaresiz Biçimde Ama Zorlama Olmaksızın, Günahkâr Olması
Bir Özgür İrade Doktrini Oluşturmaz.
İyi ile kötü arasında özgürce ve eşit biçimde seçim yapabildiğinden değil, zorlama değil kendi iradesiyle kötü eylemler yaptığından insanın bu tür bir özgür karar verme yetisi olduğundan bahsedilebilir. Gerçekten de doğru ifade edilmiştir, ancak bu kadar ufak bir şeye bu kadar mağrur bir isim vermek hangi amaca hizmet edecektir? Evet, asil bir özgürlük – çünkü insan günaha hizmet etmeye zorlanmaz ama iradesi günahın zincirlerine bağlı olduğundan gönüllü bir köledir! Gerçekten de amaçsızca kiliseye saldırmak için kullanılan kelimeler üzerinde çekişmekten nefret ediyorum. Ama ben vicdanımın sözünü dinleyerek, özellikle de ölümcül hatalar söz konusu olduğunda saçma bir şeyi ifade eden bu kelimelerden vazgeçmeye karar verdim. Ama soruyorum, kaç kişi insana atfedilen özgür irade sözünü duyduklarında hemen insanı kendi aklının ve iradesinin efendisi, kendi gücüyle kendini iyiliğe ve kötülüğe döndürebilecek biri olarak hayal etmekten uzak durabilir? Ama (birileri şöyle diyecektir) bunun anlamı sıradan insanlara anlatılırsa, bu tür bir tehlike ortadan kalkar. İnsanoğlunun mizacı gönüllü olarak yanlışa eğilimlidir, bu yüzden bir konuşmadaki sözlerden hemen doğru değil, yanlış anlamı çıkarır. Bu kelime söz konusu olduğunda sahip olmamız gerekenden de fazla ve kesin deneyimlere sahibiz. Antik yazarları yorumlarken halefleri kelimenin etimolojik anlamına sıkıca yapıştıklarından kullandığı anlamı göz ardı edip kendilerini yıkıma götüren bir özgüvene kapılmışlardır.
Kendi Kendimizi Onaylamaktan Tamamen Vazgeçmeliyiz. Özgür İrade
Doktrini Her Zaman Tanrı’dan Onurunu Çalma Tehlikesini Barındırır.
(...) Burada bir defa daha tekrarlamak zorundayım: Kendi musibetini, fakirliğini, çıplaklığını ve rezilliğini fark ederek tamamen yıkılan ve bunalan kişi kendisi hakkında en ileri bilgiye sahip olmuş demektir. Kendisinde eksik olanları Tanrı’yla telafi edebileceğini öğrendiği sürece insanın kendisini gereğinden fazla şeyden mahrum bırakması tehlikesi yoktur. Boş bir özgüven içinde kaybolmadan ve Tanrı’nın onurunu gasp etmeden ve bu yüzden dine karşı utanç verici bir saygısızlıktan dolayı suçlu durumuna düşmeden, kendisi için talep edebileceği, gerçekten de hakkı olan çok az şey vardır. Gerçekten de bizi Tanrı’ya değil de bize dayanan bir şeyler aramaya sevk eden bu arzu zihnimizi işgal ettiğinde bilelim ki bu fikri aklımıza getiren, ilk ana babamızın “iyi ve kötüyü bilerek Tanrı gibi olmayı” (Yaratılış 3:5) arzulamasına sebep olan rehberden başkası değildir.... İnsanın kendisini övmesine sebep olan şey şeytanın sözleriyse, düşmanımızdan öğüt almak istemediğimiz sürece o sözleri dinlemeyelim. Kendi kendine güvenebilecek kadar büyük bir güce sahip olma fikri nasıl da tatlıdır! Ama bu boş özgüven aklımızı çelmeden gelin Kutsal Kitap’ta bizi açıkça aşağılayan çok sayıda bölüme göz atalım. Örneğin: “İnsana güvenen, insanın gücüne dayanan... kişi lanetlidir” (Yeremya 17:5). Ardından: “Ne atın gücünden hoşlanır, ne insanın bacaklarından (yiğitliğinden). Tanrı kendisinden korkanlardan, sevgisine umut bağlayanlardan hoşlanır” (Mezmurlar 147:10-11). Ardından: “Yorulanı güçlendirir, takati olmayanın kudretini artırır. Gençler bile yorulup zayıf düşer, yiğitler tökezleyip düşerler. Tanrı’ya umut bağlayanlarsa taze güce kavuşur” (Yeşeya 40:29-30). Tüm bunların bir amacı vardır: “Alaycılarla alay eden, alçakgönüllülere lütfeden” (Süleyman’ın Özdeyişleri 3:34) Tanrı’nın bizden memnun olmasını istiyorsak ne kadar ufak olursa olsun, kendi gücümüze dair hiçbir fikre güvenmemeliyiz.... Gelin şu vaatleri hatırlayalım: “Susamış toprağı sulayacak, kurumuş toprakta dereler akıtacağım” (Yeşeya 44:3). Ardından: “Ey susamış olanlar, sulara gelin.” (Yeşeya 55:1) (...) Bunlar da ispatlıyor ki, hiç kimsenin kendi fakirliğini fark etmeden Tanrı’nın lütfuna ulaşmasına izin verilmeyecektir. Ayrıca Yeşeya’daki şu örnek gibi ifadeleri de atlamayalım: “Gündüz ışığın güneş olmayacak artık, ay da aydınlatmayacak seni, çünkü Tanrı sonsuz ışığın, Tanrı görkemin olacak.” (Yeşeya 60:19). Elbette Tanrı hizmetkârlarını aydınlatan güneşin veya ayın ışığını yok etmeyecektir ama onun iradesi insanlara çok görkemli geleceğinden Tanrı onlara en mükemmel kabul ettikleri şeylere bile güvenmemelerini söylemektedir…
Çarmıha Katlanmak, Özverinin Bir Parçasıdır
Mesih’in çarmıhı ve bizimkiler
Ama dindar bir zihnin daha yükseğe tırmanması gerekir, Mesih’in öğrencilerini çağırdığı yüksekliğe: Herkes kendi çarmıhına katlanmalıdır. Çünkü Efendimizin benimsediği ve yoldaşlığa değer bulduğu kişiler zor, yorucu, rahatsız ve her türden ve çok sayıda kötülükle dolu bir yaşama hazır olmalıdır. Göklerdeki Babamızın iradesi, kendi çocuklarını belirli bir sınavdan geçirmek yönündedir. İlk doğan çocuğu Mesih ile başlayarak bu planı tüm çocukları için uygular. Oğlunu diğer herkesten daha çok sevmesine ve Baba’nın zihni Oğul’dan çok memnun olmasına rağmen yine de O’na müsamaha göstermemiş ve yumuşak davranmamıştır; doğruyu söylemek gerekirse, yeryüzünde yaşarken sadece sürekli olarak bir çarmıhla sınanmamıştır, onun tüm hayatı bir tür çarmıhtan başka bir şey değildir. Bunun sebebini havari ifade eder: “Oğul olduğu halde çektiği acılarla söz dinlemeyi öğrenmesi” (İbraniler 5:8) gerekmektedir.
Bunu düşündüğümüzde, başımız olan Mesih’in özellikle de bizim iyiliğimiz için, sabrın örneğini kendisinde göstermek için boyun eğdiği koşullardan niçin kendimizi hariç tutalım? Bu nedenle, Havari, tüm çocuklarının kaderinin Mesih’e uymak olduğunu öğretmiştir. Bu nedenle, aykırı ve şeytani görünen sert ve zorlu koşullar bizi rahatlatır: Mesih’in göksel görkeme ulaşmak için içinden geçtiği kötülükler labirentinde çektiği acıları paylaşmış oluruz, biz de aynı üzüntülerden geçerek belki aynı görkeme ulaşabiliriz. Komünyonda bu acılar sadece kutsanmış olmaz, ayrıca kurtuluşumuz için bize yardım edilmiş olur.
Ayrıca Efendimizin Babasına olan itaatini ispatlamak ve doğrulamak dışında çarmıha katlanmak için hiçbir sebebi yoktu. Ama bizim için hayatımızı sürekli çarmıhta geçirmek için birçok sebep vardır. İlkin, doğamız gereği her şeyi etimize yormaya eğilimli olduğumuzdan -acizliğimiz olduğu gibi gözlerimizin önüne sürülmediği sürece- kendi erdemlerimize gereğinden fazla itibar ederiz. Ne olursa olsun, tüm zorluklara rağmen bu erdemlerin bozulacağından ve fethedileceğinden şüphelenmeyiz. Böylece etimize aptalca ve boş bir güven duyarız, buna bel bağlarız, sanki Tanrı’nın lütfu olmadan bizim gücümüz yeterliymiş gibi Tanrı karşısında küstah bir gururla dururuz.
O, hem çabalarımızın yetersizliğini hem de zayıflığını yaşattığı tecrübelerle bize ispatlayarak bu küstahlığı gemleyebilir. Bu yüzden bizi ya utanç ve yoksulluğa veya mahrumiyete veya hastalığa veya başka felaketlere duçar eder. Bize denk geldiği kadarıyla son derece haksız olan bu felaketlere dayanmamız uzun sürmez, kısa sürede yeniliriz. Kibrimiz böylece kırıldığında, felaketlerin ağırlığı altında ayakta durmamızı sağlayacak tek şeyi,Tanrı’nın gücünden yardım istemeyi öğreniriz. Ancak en kutsal insanlar bile kendi güçleriyle değil, Tanrı’nın lütfuyla ayakta kaldıklarını bildikleri halde, çarmıhla sınanarak kendileri hakkında daha derinlemesine bilgi sahibi olmadıkları sürece kendi yiğitliklerinden ve sebatlarından çok emindirler.
Bu nedenle, huzurlu zamanlarda kendi büyük sebat ve sabırlarını pekiştirirler, sıkıntılar kibirlerini kırdığında tüm bunların ikiyüzlülük olduğunu öğrenirler. İnananlar kendi hastalıkları hakkındaki böylesi delillerle tevazularını geliştirebilir ve etlerine olan sapkın güvenlerinden sıyrılarak Tanrı’nın lütfuna yönelirler. Tanrı’nın yolundan gittiklerinde onları yeterli koruma ve esirgemeye kavuşturacak ilahi gücün varlığını hissedeceklerdir.
Çarmıh Tanrı’nın Sadakatini Yaşamamıza Olanak Sağlar ve
Bize Gelecek İçin Umut Verir.
Pavlus bize şunu öğretmiştir: “Sıkıntı dayanma gücü ve dayanma gücü de güvenilir bir karakter yaratır” (Romalılar 5:3-4). Şimdi çarmıhtan birbirine örülmüş birçok iyi şeyin fışkırdığını görüyoruz. Çünkü kendi gücümüzle ilgili yanlış düşüncelerimizi altüst eden ve iki yüzlülüğümüzün maskesini düşürerek bizi memnun eden çarmıh, etin o tehlikeli özgüvenine saldırır. Bize gücümüzü yitirmemek ve pes etmemek için sadece Tanrı’ya güvenmeyi ve mütevazı olmayı öğretir. Ayrıca, söz verdiği şeyleri gerçekleştirecek olan Efendimizin gelecekte kendi doğrusunu oluşturmasıyla umut zaferin ardından gelecektir. Sadece bu sebeplerle bile olsa, çarmıha katlanmamızın ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar.
Ne kadar güçsüz olduğumuzun neredeyse tamamen farkına varmamızı sağlamak için kendimize olan kör sevgimizden kurtulmanın, kendimize güvenmemeyi öğrenmek için güçsüzlüğümüzü fark etmenin, kendimize güvenmeyip bu güveni Tanrı’ya aktarmamızın, fethedilmemiş olanı fethetmek için sebat etmekte Tanrı’nın yardımına güvenerek O’na inanan bir kalbe sahip olmanın, onun vaatlerinin doğruluğunu anlayabilmek için onun lütfundan yana olmanın, umudunu güçlendirmek için onun vaatlerine sorgulamadan inanmanın en ufak bir önemi yoktur.
Çarmıh Bize Sabrı ve İtaati Öğretir.
Efendimizin insanlara belalara duçar etmesinin başka bir sebebi daha vardır: Onların sabrını sınamak ve onlara itaati öğretmek. İnsanlara verdiğinden daha başka bir itaat göstermeleri mümkün değildir. Ancak azizlere bahşettiği lütufların içlerinde gizli ve atıl olmadığını anlatmak ve açıkça göstermek için deliller göstermek O’nu mutlu eder. Bu yüzden hizmetkârlarına bahşettiği sabretme gücünü ve sebatını açığa çıkararak onların sabrını sınadığı söylenir. Bu durum şöyle ifadelerin kullanılmasına neden olur: Tanrı, İbrahim’i denemiş ve İbrahim tek oğlunu kurban etmeyi reddetmeyerek dindarlığını ispatlamıştır. Bu yüzden Petrus, altının alev alev yanan bir ocakla ispatlandığı gibi, inancımızın da sıkıntılarla ispatlandığını öğretmiştir. (...) İnanan kişinin Tanrı’dan aldığı en mükemmel hediye olan sabrın ortaya çıkması ve ispatlanması için kullanılmasının gereksiz olduğunu kim iddia edebilir? Aksi takdirde insanlar da sabra hak ettiği değeri vermeyecektir.
(...) Bir an için bile olsa yumuşak ve hoşgörülü davranıp Tanrı’nın boyunduruğunu sarsan etin ahlaksızlık dürtülerinin ne kadar büyük olduğunu anlamadan itaatin ne kadar gerekli olduğunu idrak edemeyiz. İnsanın içindeki kötü niyetler bu hoşgörüyle azgınlaştığından, ahlaksızlığın kucağına düşmememiz için bir tür disiplinle engellenmemiz gereklidir. Bu nedenle, sınırsız bir zenginlikle çılgınlaşmayalım diye, çok onurlandırılıp gururlanmayalım diye; diğer iyi şeylerle -vücuda veya ruha ya da zenginliğe ilişkin iyi şeylerle- kibirlenip mağrurlanmayalım diye, Efendimiz şahsen ve uygun gördüğü biçimde bizim karşımızda durur, sınır tanımayan etimizi çarmıhın ilacıyla engeller ve bizi hükmü altına alır. Bunu da her bir insan için en sağlıklı yoldan yapar.
Bunun yanı sıra merhametli Babamızın sadece zayıflıklarımızı öngörmesi değil, bizim itaatkârlığımızı devam ettirmek için haddimizi aştığımızda bizi sık sık düzeltmesi de gereklidir. Bu nedenle, bir belaya duçar olduğumuzda hemen geçmişte yaptıklarımız aklımıza gelmelidir. Mutlaka böylesi bir cezayı hak edecek bir şeyler yapmış olduğumuzu hatırlarız. (...) Bu nedenle, sıkıntıların ağırlığı altında ezilirken bile Babamızın bize göstermiş olduğu nezaketi ve cömertliği fark etmemiz gerekir, çünkü o bir an bile bizim kurtuluşumuzu sağlamaktan geri durmamaktadır. Bizi belaya duçar etmesinin sebebi bizi yıkmak veya yok etmek değil, bizi dünyadaki ayıplardan kurtarma isteğidir.... O’ndan ayrı düştüğümüzde bizi azarlamak için yanına çağırmazsa bizi mahveder. Bu yüzden disiplinsiz olduğumuzda onun çocukları değil, piçler olduğumuzu söylediğinde haklıdır.... Eğer cömertliğini gösterip bizim kurtuluşumuzu düşünürken biz O’na katlanamazsak yoldan çıkmışız demektir.
Doğruluk uğruna zulme tahammül etmek münferit bir tesellidir. Çünkü Tanrı’nın bize nasıl bir onur ihsan ettiğini ve O’nun askerlerinin özel nişanına layık gördüğünü böylece anlayabiliriz. Sadece İncil’i savunmak için çabalayanların değil, doğruluk davası güdenlerin de doğruluk uğruna zulüm görenlerden olduklarını söylüyorum. Bu nedenle, ister Şeytan’ın yalanlarına karşı Tanrı’nın doğrularını ilan ederken veya sapkınların kötülüklerine karşı masumları ve iyileri savunurken hayatımızı, servetimizi veya onurumuzu tehlikeye sokacak dünyevi saldırılarla ve düşmanlıklarla uğraşmayı da göze almamız gerekir. Çabalarımızı böylesine fazla biçimde Tanrı’ya adadığımız için acı çekip dertlenmeyelim veya bizi kendi ağzıyla kutsadığı meselelerde kendimizi perişan görmeyelim. (...) Fakirlik bile kendi başına düşünüldüğünde perişanlıktır; sürgün, hakaret, hapsedilme ve rezil olmak da öyle; son olarak ölüm de felaketlerin en büyüğüdür. Ama Tanrı’nın lütfu üzerimizdeyken bunlardan her biri bizim için bir mutluluğa dönüşür. Bizim de buna göre etin yanlış hesaplarıyla değil, Mesih’in tanıklığıyla memnun olmamız gerekir.
Bugünkü Hayatı ve Yardımlarını Nasıl Kullanmalıyız
(...) Kutsal Kitap aynı zamanda dünyevi kazançların doğru biçimde kullanılması gerektiğini de hakkıyla açıklar – bu, hayatımızı düzenlerken göz ardı edilmemesi gereken bir meseledir. Çünkü yaşayacaksak yaşamak için gerekli olan yardımları da kullanmamız gereklidir. Keyiften çok ihtiyaçlara hizmet eden şeylerden de uzak duramayız. Bu yüzden şeyleri zevk için mi, ihtiyaç için mi kullandığımız konusunda temiz bir vicdana sahip olabilmek için bir ölçü tutturmamız gereklidir. Efendimiz bugünkü hayatın kendi halkı için Göklerin Krallığı yolunda acele ettikleri bir hac yolculuğu olduğunu öğretirken bizim için bu ölçüyü de belirlemektedir.... Bu dünyadan gelip geçmek zorundaysak şüphesiz buradaki iyi şeyleri yolumuzu engelleyecek biçimde değil, bize yardım edecek biçimde kullanmalıyız. Bu nedenle, Aziz Pavlus haklı olarak bizi bu dünyayı aslında kullanmıyormuş gibi kullanmaya, malları da satarmış gibi almaya ikna eder.
(...) Bugün birçok insan etin harici şeyleri kullanmaktaki aşırılıkları için bir bahane bulmaya çalışırken ve uçarı bir müsamahanın yollarına taş döşerken benim yaptıklarımın onlar için geçerli olmadığından çok emindir. Bu özgürlük hiçbir sınırla kısıtlanmamalı, şeylerin kendilerine meşru geldiği sürece istedikleri biçimde kullanımı insanların vicdanına bırakılmalıdır. Elbette vicdanların tanımlı ve kesin yasal formüllerle bağlanmasını ne mümkün ne de gerekli görüyorum ama Kutsal Kitap’ın meşru kullanım için getirdiği genel kurallar varsa kendimizi bunlara göre kısıtlamamız gerekir.
Prensibimiz şu olsun: Tanrı’nın bahşettiklerinin istimali, Yaratıcı’nın onların bizim için yarattığı ve tahsis ettiği amaca uygun olduğu sürece yanlış yönlendirilmiş sayılmaz, çünkü O bunları mahvımız için değil, iyiliğimiz için yaratmıştır. Buna göre, gayretli biçimde bu amaca uyanın tuttuğu yoldan daha doğru bir yol yoktur. Şimdi Tanrı’nın yiyeceği hangi amaçla tasarladığını düşünürsek yiyeceklerin sadece ihtiyaçları karşılamak için değil, zevk ve neşe için de yaratıldığını görürüz. Yine bu nedenle, giyinmenin amacı bir ihtiyacı karşılamanın yanı sıra zarafet ve terbiyedir. Çayırlar, ağaçlar ve meyveler, çeşitli kullanımlarının yanı sıra manzara güzelliği ve koku zevki için de yaratılmıştır. Çünkü bunlar doğru olmasaydı peygamber, “yüreklerini sevindiren şarabı, yüzlerini güldüren zeytinyağını” (Mezmurlar 104:15) Tanrı’nın bize sağladığı faydaların arasında saymazdı. (...) Kutsal Kitap kendi iyiliğini överken biz insanlara bu kadar çok şey verdiğini bize sürekli hatırlatmazdı. Bu şeylerin doğal nitelikleri bunlardan hangi amaçla ve ne dereceye kadar faydalanabileceğimizi yeterince açık biçimde gösterir. Tanrı çiçekleri gözlerimizi selamlayan bir güzellikle, burunlarımıza dolan o güzel kokularla yarattığına göre, gözlerimiz için bu güzellikten etkilenmek veya burunlarımız için bu kokunun tatlılığını fark etmek yasak mı olacaktır? Nasıl yani? Tanrı bazı renkleri diğerlerinden güzel kılmak için renkleri farklılaştırmamış mıdır? Nasıl yani? Altın ve gümüşü, fildişi ve mermeri diğer metal ve taşlardan daha değerli olacak bir güzellikle yaratmamış mıdır? Kısacası, birçok şeyi bizler için kullanım gerekliliğinin ötesinde bir çekicilikle donatmamış mıdır?
Bu Nimetleri Hoşgörülü Biçimde Kullanmamalı veya Hırslı Biçimde Servet Edinmeye Çalışmamalı, İtaatkâr Biçimde Çağrıya Hizmet Etmeliyiz.
Hediyeleri Verene Bakmak Dar Kafalılığı ve Dengesizliği Engeller.
Yaratılmış olan şeylerin sadece gerekli kullanımlarına izin verirken, bizi Tanrı’nın kereminin meşru meyvelerinden habis biçimde mahrum etmekle kalmayıp, bir insanı tüm duyularından soyup onu bir tomruğa çevirmedikçe gerçekleştirilemeyecek bu insanlık dışı felsefeyi bir kenara bırakalım.
Ancak, diğer yandan, özenli biçimde etin arzularına da direnmemiz gerekir, çünkü bu arzular belirli bir düzen içinde tutulmadığı takdirde ölçüyü aşmamıza neden olur. Ayrıca, daha önce de söylediğim gibi, bu düşüncenin özgürlük mazeretiyle her şeye izin veren avukatları da vardır. İlk olarak her şeyin Yaratıcı’yı tanımamız ve onun bize karşı iyiliğine şükretmemiz amacıyla bizim için yaratıldığı düşüncesini dizginlememiz gerekir. Aptallaşacak veya dinsel görevler ve çağrının getirdiği görevler için işe yaramaz hale gelecek kadar ziyafetlerde oburca tıkınıyorsanız veya şarap içiyorsanız şükretmek nerede kaldı? Eğer etiniz aşırı bolluk nedeniyle zihninize bulaşacak aşağılık arzulara kapıldıysa ve doğru ve onurlu şeyleri fark edemeyecek kadar saflığınızı kaybettiyseniz Tanrı’yı tanımanız nerede kaldı? Görüntümüzün görkemi hem kendimize hayran olmamıza hem de başkalarını aşağı görmemize neden oluyorsa, bizi şıklığı ve ışıltısıyla utanmazca davranmaya hazırlıyorsa, kıyafetlerimiz için Tanrı’ya minnet duymamız nerede kaldı? Zihinlerimiz görünüşümüzün ihtişamına sabitlendiyse, Tanrı’yı tanımamız nerede kaldı? Çünkü birçokları tüm duyularıyla zevklere öylesine esir oluyorlar ki, akılları ezilip yeniliyor. Birçok kişi mermerle, altınla ve resimlerle o kadar keyifleniyor ki mermer oluyorlar, metale dönüşüyorlar ve resimlere benziyorlar. Mutfağın kokuları veya aldıkları diğer kokuların tatlılığı onları öyle aptallaştırıyor ki, ruhani hiçbir şeyin kokusunu alamıyorlar. Diğer meselelerde de aynı şey oluyor. Bu yüzden Tanrı’nın hediyelerini suiistimal etmeyi kısıtlamayı bir yana bırakalım, Pavlus’un kuralı doğrulanmış oluyor: “Benliğinizin tutkularına uymayı düşünmeyin” (Romalılar 13:14). Çünkü bunlara çok fazla boyun eğersek ölçüsüz ve kontrolsüz biçimde büyürler.
Bugünkü hayatı horgörüp cennetteki ölümsüzlük hakkında tefekkür etmekten daha emin ve aracısız bir yol yoktur. Bu iki kuralın sonucunda, bu dünyayı kullananlar bu dünyayı kullanmamış gibi etkileneceklerdir, aynen Pavlus’un uyardığı gibi evlenenler evlenmemiş gibi, satın alanlar satın almamış gibi olacaklardır. Diğer kural ise fakirliğe barışçı ve sabırlı biçimde, zenginliğe ise ılımlı biçimde dayanmayı bilmektir. Size bu dünyayı kullanmayı yasaklayan, sadece yiyecek ve içeceklerde oburluğun aşırlığını ve masadaki aşırı müsamahakârlığı, bina ve giyim tutkusunu, gururu, kibri ve aşırı titizliği yok etmez, ayrıca sizin cennetteki yaşamı düşünmenizi ve ruhu eğitme hevesinizi engelleyen veya saptıran her ilgiyi ve eğilimi de yok eder. Uzun zaman önce Cato’nun söylediği doğrudur: “Kıyafetlere büyük ilgi var ama erdemlere büyük bir ilgisizlik var.” Eski bir deyimde söylendiği gibi, vücutlarının bakımıyla çok meşgul olanlar genelde ruhlarıyla pek az ilgilenirler.
Bu yüzden harici meselelerde inananların özgürlüğü sabit bir formülle kısıtlanamasa da şu yasaya tabidir: Kendini mümkün olduğunca şımartmamak, tersine bıkmaz usanmaz bir zihinsel çabayla gereksiz zenginliklerden ve -söylemeye bile gerek yok- uçarılıktan kurtulmakta ısrarcı olmak ve yardımların engellere dönüşmesine karşı özenle kendini korumak.
İkinci kural şudur: Dar ve kıt kaynaklara sahip olanlar çok fazla şeye sahip olmadan, sabırlı biçimde hayatlarına devam etmeyi öğrenmelidir, aksi takdirde bu şeylere dair ölçüsüz arzular yüzünden sıkıntıya girerler. Bu ölçülülük kuralına uyarlarsa, Efendimizin okulunda belirgin bir ilerleme kaydetmiş olurlar. En azından bir derece ilerleme kaydetmeyenlerin de Mesih’in öğrencilerine ispatlamaları gereken pek bir şey yoktur. Çoğu ahlak bozukluğuna dünyevi şeylere dair bir arzu eşlik etmesi gerçeğinin yanı sıra fakirliğe sabırsız biçimde katlananlar zenginleştiklerinde de yaygın biçimde bunun zıddı olan hastalığa tutulurlar. Benim bahsettiğim de budur: Değersiz kıyafetlerden utanan pahalı elbiseleriyle böbürlenir, zayıf bir öğünle memnun olmayan, daha şık bir yemek arzusu yüzünden sıkıntı duyan kişi, kendi payına düşerse, bu zariflikleri aşırı biçimde suiistimal eder. Mahrumiyetine ve mütevazı koşullarına gönülsüzce ve sıkıntılı bir zihinle katlananlar onurlandırıldığında hiçbir şekilde kibirden kaçınmayacaktır. Bu nedenle, dindarlık arayışını sahte bir gayretle yürütmeyenler, Havari’nin örneğinde olduğu gibi bolluk ve acı çekme ihtiyacı ile dolmalı ve bunu özlemelidir.
(…) Bunun yanı sıra, Kutsal Kitap dünyevi şeylerin kullanımını düzenleyen üçüncü bir kural getirir. Sevginin emirlerini anlatırken bundan biraz bahsetmiştik. Tüm şeylerin bize Tanrı’nın inayetiyle verilişi ve bizim faydamıza tahsis edilmiş olması, bu şeylerin bize emanet edildiğini ve bir gün bunların hesabını vereceğimizi gösterir. Bu nedenle, şu sözü kulağımıza küpe etmeliyiz: “Kâhyalığının hesabını ver,” (Luka 16:2). Aynı zamanda böylesi bir hesap sormanın kimin için gerekli olduğunu da hatırlayalım: Zevk verici şeylerden kaçınmayı, ayık olmayı, tutumluluğu ve ılımlılığı tavsiye eden ve aynı zamanda aşırılıktan, gururdan, gösterişten ve kibirden tiksinen biri; insanın ruhunu namustan ve saflıktan uzaklaştıran veya zihnini bulandıran tüm keyifleri kendi ağzıyla lanetleyen biri.
Son olarak şu noktaya dikkat edilmelidir: Efendimiz her birimizden bu hayattaki eylemlerimizde kendi çağrısına uymaya davet etmektedir. Çünkü insan doğasının nasıl huzursuz biçimde alevlendiğini, nasıl kararsızca bir oraya bir buraya sürüklendiğini, tutkularının birçok şeyi birden elde etmeyi istediğini çok iyi bilir. Bu nedenle, aptallığımız ve aceleciliğimiz yüzünden her şeyi tersine çevirmememiz için her bir insana kendi yaşama biçimine uygun görevler tayin etmiştir. Kimse düşüncesizce O’nun belirlediği sınırları geçmesin diye bu farklı yaşama biçimlerine “çağrı” adını vermiştir. Bu nedenle, her birey, Efendimiz tarafından kendisine tayin edilen yaşama biçimine sahiptir; hayatı boyunca düşüncesizce oraya buraya savrulmasın diye bir nevi nöbet görevi verilmiştir her bireye. O’nun gözünde her bir eylemimiz buna göre yargılandığından bu ayrım insani veya felsefi akıl yürütmenin yargılamasından çok daha önemlidir. Filozoflar bile bir ülkeyi tiranlıktan kurtarmaktan daha asil bir eylem düşünemez. Ama bir tiranı kendi elleriyle yakalayan bir vatandaş göklerdeki hâkim tarafından açıkça lanetlenir.
Ancak örnekleri sıralamayı geciktirmeyeceğim. Efendimizin çağrısının her konuda iyi işlerin başlangıcı ve temeli olduğunu bilsek yeter. Kendini buna göre yönlendirmeyen kişi asla görevlerini yerine getirmek için doğru yolu tutmayacak demektir. Belki bazen görünüşte övgüye layık bir şeyler oluşturabilir ama yaptığı şey insanların gözüne nasıl görünürse görünsün, Tanrı’nın tahtında reddedilecektir. Ayrıca hayatının çeşitli parçaları arasında asla bir uyum olmayacaktır. Bu yüzden de hayatınızı düzenlemenin en iyi yolu bu amaca yönelmektir. Kimse kendi aceleciliği yüzünden çağrının izin verdiğinden fazlasına yeltenmeyecektir, çünkü kendi sınırlarını aşmanın yasayı çiğnemek olduğunu bilecektir. Muğlak bir görevde olan kişi, Tanrı tarafından kendisine verilen rütbeyi kaybetmemek için özel hayatını kin gütmeden yaşayacaktır. Tanrı’nın kılavuzluğunda yürüdüğünü bilmek insanlar için endişeler, çabalar, dertler ve diğer yükler karşısında en ufak bir rahatlama bile sağlamayacaktır. Yargıç kendi görevlerini daha istekli biçimde yerine getirecektir; ailenin reisi kendisini görevleriyle sınırlandıracaktır; tüm insanlar kendi yaşama biçimlerinin getirdiği rahatsızlıkları, üzüntüleri, yorgunlukları ve endişeleri kabullenecek ve bunlara katlanacaktır, çünkü bu yükün omuzlarına Tanrı tarafından konduğundan emindir. Bunda tek bir teselli mevcuttur: Hiçbir görev, içindeki size yönelik çağrıya uyduğunuz sürece Tanrı’nın gözünde parlamayacak veya çok parlak olarak kabul edilmeyecek kadar alçak ve basit olmayacaktır.
***
Doğru ve gerçek akıl temelde iki bölümden oluşur: Tanrı bilgisi ve kendi hakkımızda olan bilgimiz. Ama bilginin bu iki kolu birbiriyle çok yakından ilgilidir ve hangisinin öbüründen önce geldiğini ve hangisinin diğerini ortaya çıkardığını bulmak kolay değildir. İlk önce, hiç kimse kendini dışarıdan bir gözle inceleyemez, bir an önce içinde “yaşadığı ve tekamül ettiği” Tanrı’nın tefekkürüne dönmelidir, çünkü bu sahip olduğumuz yeteneklerin bizden gelmediğinin ve mevcudiyetimizin sadece Tanrı’da var olandan başka bir şey olmadığının delilidir. Cennetten bize süzülen bu armağanlar, eskiden oldukları gibi, bizi kaynağa götüren nehirleri oluşturur. Yoksulluğumuz bizi Tanrı’nın sonsuz tamlığının daha net bir görüntüsüne götürür. Özellikle ilk insanın ihaneti ile içine gömüldüğümüz içler acısı sefalet, isteklerimizi gidermek, alçakgönüllülüğü öğrenmek için gözlerimizi sadece istekli değil, aynı zamanda korku ile cennete doğru kaldırmamızı icap ettirir. İnsanoğlu dertler dünyasına bağlı olduğu ve ilahi düzenden bozuldukları için bu kasvetli ifşa çok büyük bir bozukluk kitlesi gösterir. Böylece herkes Tanrı bilgisi konusunda kendi hoşnutsuzluğunun bilinci ile çok etkilenmiş olmalı. Cehalet, kibir, yetersizlik, zayıflık, ahlaksızlık ve yozlaşma anlayışı gerçek aklın, esas gücün, kusursuz doğruluğun ve bozulmamış dürüstlüğün sadece Tanrı’da olduğunu anlamamıza ve kabul etmemize yol açar; kusurlarımızla Tanrı’nın mükemmelliği düşüncesine ulaşırız ama kendimizden hoşnutsuz olmaya başlayana kadar onu çok arzulamayız. Kim kendinden memnuniyetle hoşnut olmak istemez ki? Gerçek durumu ile tanışmamış, yeteneklerinden hoşnut, kendi bedbahtlığına karşı ihmalkâr ya da unutkan olan gerçekten kendini beğenmeye dalmamış insanoğlu nerede? Bu nedenle, kendimiz hakkındaki bilgimiz sadece Tanrı’yı aramak için bir teşvik değil, aynı zamanda da onu bulmada büyük bir yardımdır.
Herkese eşit şekilde vaat edilmeyen yaşam akdi ve vaat edilenler arasında da her zaman aynı kabulün bulunmaması, ilahi takdirin muhteşem derinliğini gösterir. Tanrı’nın sonsuz seçimine bağlı olduğundan ve böyle devam edeceğinden şüphelenilmemelidir. Eğer bu, ilahi isteğin açık bir sonucu ise bu kurtuluş bazılarına serbestçe sunulur ve diğerlerinin onu elde etmesi engellenir. Bu durum hemen önemli ve zor soruları ortaya çıkarır; hangisi dindar kafaların oluşmasında seçime ve kadere istinaden ne alınması gerektiğinden ziyade bir açıklamadan aciz - tüm karışıklığı ile kafamızdaki çoğu sorudan biri; sıradan insan kitlesinin düşündüğünden daha mantıksız bir şey düşünmedikleri için bazılarının alnına kurtuluş ve diğerlerininkine yıkım yazılır. Ama araştırmamızın akıbetinden sonra ne kadar mantıksızca kafalarını karıştıracaklardır. Bunun yanı sıra böyle bir dehşeti harekete geçiren belirsizlik sadece bu doktrinin işe yararlığını sergilemedi, aynı zamanda da en hoş faydanın üretkenliğini de gösterdi. Kurtuluşumuzun Tanrı’nın merhamet çeşmesinden aktığına ve fark gözetmeksizin sadece tüm kurtuluş umudunu kabul etmiyor, aynı zamanda da bazılarına diğerlerine vermeyi reddettiklerini verdiğine, bu karşılaştırma ile Tanrı’nın inayetini aydınlatan sonsuz seçiminden haberdar olana kadar, asla gerektiği gibi ikna olmayacağız. Bu ilkenin ihmalkârlığı ilahi haşmetin değerini açıkça düşürür ve gerçek tevazuu azaltır. Ama Pavlus’a göre, işleri göz önüne almadan, Tanrı emrettiklerinden birini seçmedikçe, bilinmesi bu kadar gerekli olan şey asla bilinemez. “Bu zamanda dahi seçme lütfuna göre geride kalan bir şey vardır. Ve eğer bu lütufla olmuşsa artık iş değildir; aksi takdirde lütuf değildir. Ama bu işse o zaman lütuf değildir ya da iş artık iş değildir.” Tanrı’nın iyiliği dışında hiçbir kaynak sayesinde kurtuluşa ulaşamayacağımızı ispatlamak için seçimin kaynağına gitmemiz gerekirse, bu prensibi yok etmek isteyenler muhteşem biçimde ve yüksek sesle kutlanması gerekenleri gizlemek ve alçakgönüllülüğü kökünden koparıp yok etmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Geriye kalan insanlardan kimlerin kurtulacağının Tanrı’nın lütfuna göre seçileceğini söyleyen Pavlus, Tanrı’nın sadece kendisinin istediği kişileri kurtaracağına ve kimse hak iddia edemeyeceği için bir ödül olarak da verilmeyeceğine açıkça tanıklık etmiştir. Bu doktrine yakınlaşmak ve denemek isteyen herkesi engellemek için kapıları kapatanların, insanlara yaptıkları kötülük Tanrı’ya yaptıklarından daha az değildir, çünkü bundan başka hiçbir şey bizde uygun bir tevazu yaratmaya yetmez veya Tanrı’ya karşı olan büyük yükümlülüklerimizi hatırlatarak bizi etkileyemez. Sağlam bir güvence için bulunulabilecek başka bir zemin de yoktur, bizi bütün korkulardan kurtaran ve birçok tehlikenin, tuzağın ve ölümcül çatışmanın ortasında yenilmez hale getiren Mesih’in otoritesine göre bile Mesih ancak Baba’nın gözetimine kabul ettiklerine güvenlik vaat eder. Tanrı’nın özel insanları olup olmadıklarını bilmeyenlerin sürekli bir endişeyle işkence edildiği sonucunu çıkarabiliriz ve bu sebeple hem kendilerinin hem de tüm inananların çıkarları, işaret ettiğimiz üç avantaja kör olan ve kurtuluş zeminini tamamen yok edenler tarafından kötü bir şekilde yönlendirilir. Bu nedenle, kilise bizim görünüşümüze tepki verir, aksi takdirde, Bernard’ın haklı gözleminde belirttiği gibi, yaratıklar tarafından ne keşfedilir ne de tanınır, kutsal bir kaderin sinesinde ve acınası bir lanetlemeler yığınında muhteşem biçimde gizlenir. Ancak konuya girmeden önce iki tip insan hakkındaki öngözlemlerimi açıklamalıyım. Kader hakkındaki tartışmalar -ki kader zaten karışık bir meseledir- yasak labirentlerde gezmesi hiçbir şekilde engellenemeyen, ilahi sırların hiçbirini incelemeden veya keşfetmeden bırakmamaya kararlıymış gibi kendi dünyasının dışına çıkan insanoğlunun merakı yüzünden akıl karıştırıcı ve bu yüzden de tehlikeli hale gelmiştir. Her yerde bu kibir ve cüretkârlıktan dolayı suçlu kalabalıklar görüyoruz, içlerinden bazıları diğer açılardan itham edilemese bile bu konudaki görevlerinin bağlayıcılığı yüzünden ikaz edilmeyi hak ediyorlar. Öyleyse öncelikle kader hakkında bir sorgulamaya giriştiklerinde ilahi bilgeliğin en derinlerindeki bir noktaya girdiklerini hatırlatalım; özensiz ve kendine fazla güvenen bu davetsiz misafirler burada meraklarını tatmin edemezler, sadece içinden çıkamayacakları bir labirente girmiş olurlar. Çünkü Efendimizin kendine saklamak istediği şeyleri gözden geçirmek ve Tanrı’nın anlamamızı değil, hayran olmamızı istediği, O’nun görkemine olan hayranlığımızı artıracak bu bilgeliğin yüceliğini sonsuza kadar incelemek bile mantıksızdır. (...)
Bu nedenle, Kutsal Kitap’ın açık doktrinine uygun olarak, ebedi ve değişmez kararıyla Tanrı’nın bir defada kimlere kurtuluş bahşedeceğine ve kimi yıkıma mahkûm edeceğine karar verdiğini iddia ediyoruz. Seçileni ilgilendirdiği kadarıyla bu karar O’nun sebepsiz merhametine bağlıdır ve insanoğlunun erdemlerinden bağımsızdır; ancak hayatın kapıları, mahkûm ettiklerine adil ve karşı çıkılamaz ama anlaşılması mümkün olmayan bir hüküm ile kapatılır. Seçim sırasında, seçimi tamamlayan görkeme ulaşıncaya kadar, adlandırmayı seçimin delili ve gerekçelendirmeyi de seçimin tezahürünün başka bir belirtisi olarak düşünürüz. Tanrı, seçimini kişinin hizmetlerine ve gerekçelere göre tamamlarken günahkârların adına ilişkin bilgiyi ve ruhu için yapılmış olan takdisi onlardan alır ve onları bekleyen hükmün bir işaretini verir.
Daha fazla devam etmeden önce Kutsal Kitapların otoritesine ilişkin birkaç açıklama yapmak yerinde olacaktır, böylece hem zihin onlara hak ettikleri saygıyı gösterecek hem de her türlü şüphe ortadan kaldırılmış olacaktır. Çünkü Tanrı’nın sözlerinin bir bildirimi olduğu kabul edildiğinde, konuşanın itibarını azaltmaya cüret edecek kadar sağduyusunu kaybetmemiş ve insanların ortak hislerini hiçe saymayan hiç kimse acınacak biçimde kibirli olamaz. Ancak göklerden her gün vahiy alma şansımız olmadığına ve Efendimiz kendi gerçeğini sadece Kutsal Kitaplarda ebedi bir yadigâr olarak saklamak istediğine göre, Kutsal Kitaplar, ilahi bir kaynaktan geldiği konusunda ikna olmuş her inanan için Tanrı tarafından söylenmiş sözler kadar itibara ve otoriteye sahiptir. Bu konu gerçekten de ayrıntılı bir tartışmayı ve hassas bir incelemeyi hak eder. Ama konunun geniş doğasının gerektirdiği gibi değil de, bu çalışmanın tasarımına uygun biçimde devam edersem, okuyucu beni affedecektir. Ancak bu konuda yaygın ve habis bir hata mevcuttur; bu hata, sanki Tanrı’nın ebedi ve ihlal edilemez gerçeği insanoğlunun keyfi iradesine bağlıymış gibi, Kutsal Kitapların Kilisenin onayladığı kadar bir ağırlığa sahip olduğuna inanmaktır. (...)
Ancak böylesi inatçı muhaliflerin sözleri havarinin (Pavlus) tek bir sözüyle bile tamamen çürütülebilir. Havari, Kilise’nin “havarilerle peygamberlerden oluşan temel üzerine inşa edildiğine” (Efesliler, 2:20) tanıklık eder. Peygamberlerin ve havarilerin doktrini Kilise’nin temeliyse, bu doktrin Kilise’nin kurulmasından daha önce mevcut olmalıdır. Ayrıca bu itiraz için bir zemin de mevcut değildir, çünkü Kilise’nin kaynağı Kutsal Kitaplar olsa da Kilise tarafından belirlenmediği sürece yazılanlardan hangilerinin peygamberlere ve Havarilere ait olduğu tayin edilemez. Eğer Hıristiyan Kilisesi başlangıcından itibaren peygamberlerin yazdıklarından ve Havarilerin vaazlarından oluştuysa, doktrinin bulunduğu yerler Kilise’nin oluşumundan önce onaylanmıştır, çünkü bunlar olmadan Kilise mevcut olamazdı. (...)
Daha önce de üzerinde durduğum gibi, yazanın Tanrı olduğuna hiçbir kuşku olmaksızın ikna olmadığımız sürece doktrine dair bir inanca sahip olamayız. Bu yüzden Kutsal Kitap’ın esas kanıtı İlahi Konuşmacı’nın karakterinden çıkartılır. Peygamberler ve Havariler, dinleyicilerin inancını pekiştiren yeteneklerinden veya kendi dehâlarından dolayı övünmez yahut argümanlarında kendi akılları yordamıyla ısrarcı olmazlar, bunun yerine tüm dünyanın itaat etmesini sağlamak için Tanrı’nın kutsal adını öne sürerler. Olası varsayımlar sebebiyle değil, açık kanıtlar sayesinde, İlahi İsmin bu şekilde kullanımının ne ihtiyatsız ne de aldatıcı olduğunu görmemiz gerekir. Kendi vicdanlarımızın iyiliğini gerçekten düşünüyorsak, dengesiz, kararsız ve sürekli şüphe içinde olmasını istemiyorsak, en ufak şüphede bile tereddüt etmek istemiyorsak, bizi insan aklından, insan hükümlerinden ve insani varsayımlardan, hatta Kutsal Ruh’un gizli tanıklığından bile daha yüce bir kaynak ikna etmelidir. (...)
Kutsal Ruh’un içsel biçimde eğittiği kişilerin Kutsal Kitap’ı tamamen kabul ettiklerini, Kutsal Kitap’ın kendi kendini doğruladığını ve kendi kendini ispatladığını inkâr edilemez bir gerçek olarak görmeliyiz ve akılcı argümanların ve gösterilerin konusu haline getirmemeliyiz; Kutsal Kitap hak ettiği itibarı Kutsal Ruh’un tanıklığı sayesinde alacaktır. Kutsal Kitap, içerdiği görkemle saygımızı kazansa da gönlümüzdeki Kutsal Ruh tarafından teyit edilmediği sürece bizi ciddi biçimde etkileyemez. Bu nedenle, kendi yargı gücümüz yahut başkalarının yargı gücü sayesinde değil, bu sözlerin vekili olan insanlar aracılığıyla Tanrı’nın kendi ağzından çıktığı gerçeğinin insan hükümlerinden üstün olduğu ve Tanrı’nın bilfiil içinde bulunduğuna dair sezgisel algılamaya eşit olduğu kabulüyle ve Kutsal Ruh tarafından aydınlatıldığımız için Kutsal Kitap’ın ilahi salahiyetine inanıyoruz.
İlahi kanun hayatın düzenlenmesine dair iyi ayarlanmış ve mükemmel bir plan içerse de, İlahi Öğretmen insanları daha kesin bir doktrinle kanunda tanımladığı düzene uydurmaktan hoşlanır. Bu doktrinin prensibi, inananların görevinin “bedenlerini diri, kutsal, Tanrı’yı hoşnut eden birer kurban olarak” (Romalılar, 12:1) sunmaktır; bu da O’na doğru biçimde ibadet etmenin yoludur. Bu nedenle, onlara öğüt vermek için bir argüman ortaya konur: “Bu çağın gidişine uymayın; bunun yerine, Tanrı’nın isteğinin ne olduğunu ayırt edebilmek için düşüncenizin yenilenmesiyle değişin,” (Romalılar, 12:2). Bizim Tanrı’ya vakfedilmiş ve O’na adanmış olduğumuz fikri, çok önemli bir düşüncedir; O’nun görkemine bakıldığında bizim artık düşünmememiz, konuşmamamız, tefekkür yahut başka hiçbir şey yapmamamız gerekir. Kutsal olan bir şey, kendisine karşı büyük bir adaletsizlik yapılmadan, kutsal olan amaçlarla kullanılamaz. Kendimize değil, Efendimize aitsek hem hangi hatalardan kaçınmamız hem de hayatımızdaki tüm eylemlerimizi hangi amaca yönlendirmemiz gerektiği açıktır. Kendimize ait değiliz; bu nedenle, ne kendi irademiz ne de aklımız eylemlerimize ve düşüncelerimize hâkim olamaz. Kendimize ait değiliz; bu yüzden bizim için neyin uygun olduğunu bedenden yola çıkarak aramanın amacımız olduğunu düşünmeyelim. Kendimize ait değiliz; bu nedenle, mümkün olduğunca kendimizi ve kendimize ait olan her şeyi unutalım. Aksine, biz Tanrı’ya aidiz; bu yüzden O’nun için yaşayalım ve ölelim. Tanrı’ya aidiz; bu nedenle, tüm eylemlerimizde O’nun bilgeliğini ve iradesini takip edelim. Tanrı’ya aidiz; hayatımızın her bir parçasını tek doğru amacımız olan O’na yöneltelim. Kendi kendisine ait olmadığını öğrenen, kendisinin egemenliğini ve yönetimini kendi aklından alıp Tanrı’ya teslim eden kişi ne büyük bir ustalık göstermiştir! Kendi eğilimlerine uymak insanları beklenen sonuca, yani yıkıma götürür; bu nedenle, güvenli olan tek yol kendi bilgimize ve irademize bağlanmayıp sadece Efendimizin kılavuzluğunu kabul etmektir. Bu nedenle, gelin kendimizi terk etmenin ilk adımı olarak tüm yeteneklerimizin gücünü Efendimizin hizmetine sunalım. Hizmet derken sadece sözel bir itaatten bahsetmiyorum, kendi doğal bedenselliğinden yoksun kılınan insan aklının kendisini tamamen Kutsal Ruh’un idaresine terk etmesinden de bahsediyorum. Pavlus’un düşüncenin yenilenmesi olarak ifade ettiği bu dönüşüm, hayata ilk giriş olmasına rağmen filozoflar tarafından bilinmez. Aklı insanın tek yöneticisi olarak tayin ettiklerinden sadece onun sözünü dinlemenin yeterli olduğunu düşünürler; kısacası, tüm idareyi ona bırakmışlardır. Ancak Hıristiyan felsefe, akla Kutsal Ruh’a itaat etmesini emreder, böylece insan kendi kendine yaşamaz ve Mesih’i kendi içinde yaşatır ve O’nun yönetiminde yaşar. (...)
Ancak bugünkü yaşamı kınayarak ve ilahi ölümsüzlüğe dair tefekküre dalarak elde edeceğimizden daha kesin ve kısa bir yol yoktur. Bunun için iki yol takip edilmelidir. İlki, “Karısı olanlar karısı yokmuş gibi, (...) mal alanlar malları yokmuş gibi, dünyadan yararlananlar alabildiğine yararlanmıyormuş gibi olsun,” (1. Korintliler, 7:29-31) diyen Pavlus’un emrini uygulamaktır; ikincisi, yoksulluğa sabırla ve sükûnetle dayanmayı, zenginliği de tevazuyla karşılamayı öğrenmektir. Bize bu dünyayı kullanmıyormuş gibi kullanmayı emreden, sadece yeme ve içmede aşırılığı, fazla nezaketi, tutkuyu, gururu, kibri ve eşyalarda, meskenlerde, görünümde aşırı titizliği yasaklamakla kalmaz, ayrıca bizim göksel yaşamı düşünmemizi ve ruhumuzu geliştirmeye gösterdiğimiz dikkati engelleyen veya bizi baştan çıkartmak isteyen her türlü ilgiyi ve sevgiyi de yasaklar. Antik yazarlardan Cato tarafından doğru biçimde gözlemlendiği üzere, bugün vücudu süslemeye yönelik büyük bir ilgi ama erdemlere ilişkin büyük bir ilgisizlik vardır, ve eski bir atasözünün dediği gibi, vücuduyla çok fazla ilgilenenler genelde ruhunu ihmal eder. Bu sebeple, inananların harici şeylere ilişkin özgürlüğü belirli kurallara bağlanamasa da bu kanuna göre gayet açıktır ki, harici şeylere mümkün olduğunca az bağlanılmalı; aksine, sürekli ve kararlı bir biçimde aşırı bolluktan kaçınılmalı ve lüks şeyler kısıtlanmalıdır; insanlar kendilerine yardımcı olması için verilen engelleyici şeyler tarafından ayartılmamak için gayret göstermelidir. (...)
Kutsal Kitap’ta dünyevi şeylerin kullanımını düzenleyen üçüncü bir kural daha vardır, hayırseverlik hükümlerini nasıl yerine getireceğimizi anlatır. Bu kural, ilahi iyiliğin bize verdiği ve faydamıza sunduğu tüm şeylerin bizim sorumluluğumuza emanet edildiğini ve bir gün hepsi için hesap vereceğimizi söyler. Bu şeyleri, “kâhyalığının hesabını ver,” (Luka 16:2) uyarısını sürekli aklımızda tutarak idare etmemiz gerekmektedir. Ayrıca bu hesabı kime vereceğimizi de unutmamalıyız; hesap vereceğimiz kişi bize sürekli dünyevi zevklerden kaçınmayı, ayıklığı ve itidali, tutumluluğu ve tevazuu öğütleyen kişidir; savurganlıktan, gururdan, gösterişçilikten ve kibirden nefret eder; verdiği nimetlerin hayırseverlik dışında bir başka yöntemle yönetilmesini onaylamaz; kalpteki namusu ve saflığı bozmaya veya anlayışı zayıflatmaya çalışan tüm zevkleri kendi ağzıyla lanetlemiştir. (...)
Kutsal yaşamın mükemmel kuralının içerdiği her şeyi Efendimiz kanununda belirtmiştir, insanoğlunun bu özete ekleyeceği başka bir şey yoktur. O’nun bu kuralları koymasının ilk sebebi, hayattaki doğruluğun, eylemlerimizin onun iradesine tamamen uymasında olduğunu göstermektir; standart olarak onu eylemlerimizin tek Efendisi ve Yöneticisi olarak kabul etmemiz gerekir; ikinci sebebi ise O’nun bizden itaat dışında bir şey istemediğini göstermektir.
İncil’e inandığımızda Mesih bizim olur ve biz de O’nun getirdiği kurtuluşa ve ondan önce gelen Kitap’ta açıklanan ebedi mutluluğa kavuşmuş oluruz. Ama cehaletimiz ve tembelliğimiz ve müsaadenizle eklemek istediğim zihinlerimizdeki kibir dışarıdan yardım almamızı gerektirdiğinden, kalbimizde bir inanç oluşturmak ve inancı tamamlamak adına gereken gelişimi göstermek için Tanrı bizim zaaflarımıza merhamet göstererek böylesi yardımlar sunmuştur; İncil vaazlarının devam edebilmesi için bu hazineyi Kilise’ye bahşetmiştir. İnsanları onların ağzıyla eğitebilmek için papazlar ve öğretmenler tayin etmiş ve onlara otorite vermiştir; kısacası, inancın kutsal bütünlüğüne ve iyi bir düzenin kurulmasına katkıda bulunacak hiçbir şeyi unutmamıştır. Hepsinden önce, inancımızı beslemek ve desteklemek için en büyük faydayı sağladığını deneyimlerimiz sayesinde bildiğimiz ayinleri meydana getirmiştir. (...)
Ancak bizim halihazırdaki planımız görünür Kilise’yi yürütmeye yönelik olduğundan, kendisini bilmenin bizim için çok faydalı ve gerekli olduğu anne unvanından bile çok şey öğrenebiliriz, çünkü hayata başlamak için onun gebeliğinden, bizi doğurmasından, memesinden beslemesinden ve ilgisiyle ve idaresiyle sürekli korumasından başka bir yol yoktur; ta ki bu ölümlü vücuttan kurtulup “melekler gibi” olana kadar. Zayıflığımız yüzünden onun okulundan çıkarılmamız söz konusu olamayacağına göre, hayatımızın sonuna kadar onun talimatları ve disiplini ile yönetilmemiz gerekir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, günahlarımızın affı veya kurtuluşumuz için onun sinesinden başka bir umut yoktur... Tanrı’nın babamız olarak yapacağı iyilikler ve ruhsal hayatın kendine özgü ifadesi, sadece Kilise’den ayrılmanın ölümcül tehlikesini sürüsüne anlatmakla sınırlıdır.
Kilisenin disiplini birkaç kelimeyle açıklanmalıdır, aksi takdirde geri kalan konulara geçemeyiz. Bu disiplin esasında anahtarların gücüne ve ruhsal yargılama yetkisine dayanır. Daha kolay anlaşılması için, gelin disiplini iki asıl düzen olarak ayıralım – ruhban sınıfı ve diğer insanlar. Ruhban sözünü, uygun olmasa da yaygın olarak kullanıldığı biçimde, Kilise’nin kamusal vekilliğini yürüten kişilerin unvanı olarak kullanıyorum. Önce herkesin tabi olması gereken ortak disiplinden bahsedelim, sonra da bu ortak disiplin dışında kendi özgün disiplinlerine de uymaları gereken ruhbanlara geçelim. Ama adından tiksindiklerinden dolayı disiplinden nefret edenler şu düşünceyi göz önüne almalılar: Hiçbir toplum, hatta küçük bir aileyi barındıran tek bir ev bile disiplin olmadan düzgün bir halde tutulamaz; bu nedenle, durumu diğer her şeyden daha düzgün olması gereken Kilise için disiplin her şeyden daha çok gereklidir. Mesih’in kurtarıcı doktrini Kilise’nin ruhudur, disiplin ise üyeleri birbirine bağlayan ve her birini doğru yerde tutan bağları oluşturur. Bu nedenle, tüm disiplinin yok olmasını isteyen veya düzeltilmesine engel olmaya çalışanlar her kimse, ister dikkatsizlik yüzünden isterse belirli bir amaçla hareket etsinler, Kilise’nin tamamen yok edilmesini teşvik ediyorlar demektir. Her insan kendi isteklerine göre hareket etse bunun sonucu ne olur? (...)
Disiplinin ilk temeli özel ihtarların kullanılmasıdır; yani eğer biri görevini kasıtlı olarak yapmadıysa ya da terbiyesizce davrandıysa ya da kendisinde bir erdem eksikliği keşfedildiyse veya azarlanmayı gerektiren bir eylemde bulunduysa ihtar edilmesi gerekir; durum gerektirdiğinde herkes kardeşini ihtar etmelidir; ancak rahipler ve papazlar makamları gereği bu görevde herkesten daha uyanık olmak zorundadır; sadece cemaate vaaz vererek değil, halka verdiği talimatlar yeterince etkili olmadıysa, evlerine giderek öğüt vermesi ve yol göstermesi gereklidir; “gerek açıkta gerek evden eve dolaşarak” (Elçilerin İşleri, 20:20) ve “kimsenin uğrayacağı cezadan sorumlu olmadığını ” (Elçilerin İşleri, 20:26) bildirerek, “aralıksız, gece gündüz demeden, gözyaşı dökerek uyardığını ” (Elçilerin İşleri, 20:31) söyleyen Pavlus’un öğrettiği gibi. Rahibin sadece tüm insanlara Mesih’e karşı görevlerini hatırlatmakla kalmayıp dikkatsiz olduğunu ve doktrine itaat etmediğini gözlemlediklerini zorlamaya hakkı ve gücü olduğunda doktrin tam otoriteye ve istediği etkiye sahip olur. Eğer biri ısrarla ihtarlara uymazsa yahut yanlış hareketlerinde ısrar ederek itaatsizliğe devam ederse, şahitler huzurunda ikinci defa ihtar edildikten sonra Mesih onu Kilise’nin mahkemesinde, yani ihtiyarlar tarafından yargılanmaya gönderir, burada kamu otoritesi tarafından daha sert biçimde ihtar edilir; Kilise’ye saygı gösterirse itaat eder, ancak bu da ona boyun eğdirmezse ve eğer günahlarında ısrar ederse, Efendimiz onun Kilise’den nefret eden biri olarak inananlar cemaatinden uzaklaştırılmasını emreder. (...)
Bu ceza ve aforozlarda Kilise’nin üç amacı vardır. Bunlardan ilki, rezil ve günahkâr hayat sürenlerin Tanrı’nın onuruna zarar vermesini ve sanki Kutsal Kilise kötü ve sefih adamlardan oluşmuş bir gizli ittifakmış gibi böylelerinin Hıristiyan sayılmasını engellemektir. Kilise, Mesih’in gövdesi olduğuna göre, böyle kirli ve kokuşmuş üyelerce bu rezaletler gövdenin başına yansıtılmadan önce gövde temizlenmelidir. (...) İkinci amaç, çoğunlukla başımıza geldiği gibi, iyi insanların kötülerle sürekli temas ederek bozulmasını engellemektir. (...) Üçüncü amaç ise kınananların veya aforoz edilenlerin alçaklıklarından utanarak pişman olmalarını sağlamaktır. (...)
Hiç kimse bu disiplinin dışında tutulmuş değildir; hem prensler hem de avam halk aynı şekilde itaat etmeye zorunludur; ayrıca kralların asalarının ve taçlarının açıkça kendisine tabi olduğu Mesih’in disiplini olduğuna göre, en büyük özeni göstermek gerekir. Bu yüzden Selanik’teki katliam sebebiyle Ambrosius, Theodosius’u komünyon ayrıcalığından mahrum ettiğinde Theodosius asalet nişanlarını bir kenara bırakmış, başkalarının aldatıcı önerileriyle işlediği günahlarından dolayı Kilise’de halkın önünde ağlamış ve inlemelerle ve gözyaşlarıyla affedilmeyi dilemiştir. Çünkü büyük krallar, Kralların Kralı Mesih’in önünde yalvarmaktan dolayı onurlarının zarar göreceğini düşünmezler, Kilise tarafından yargılanmaktan da mutsuz olmazlar. Kendi saraylarında dalkavukluktan başka pek bir şey duyamadıkları için rahipler aracılığıyla Efendimiz tarafından düzeltilmeleri daha da çok gerekli hale gelir, hatta Efendimiz tarafından kurtarılmak için papazlar tarafından kurtarılmamayı dahi isteyebilirler.
* John Calvin, Hıristiyan Dininin Kurumları, çev. John Allen, I. cilt, s. 46-7, 75-6, 78-80, 618-9, 648-9; II. cilt, s. 140-2, 149, 220-1, 224, 371, 410-6, Westminster Press, 1932.