Gerçeklik Aşamaları ve Sahici Bilginin,Yani Nihai Gerçekliğin Hedefi Nedir?
Devlet’te yer alan tartışmalar sürerken, Sokrat varoluştan varolmayışa sürgit geçiş halinde olan insanoğlunun, hakkında sadece fikir sahibi olabileceği sahte ve temsili gerçekliklerin değil, tam manasıyla vakıf olabileceği temel, kalıcı gerçekliklerin neler olduğunu belirlemesinin gerektiğine karar verir.
Devlet(2)*
“Sitemizin,” dedim, “gerçekten doğru kurulduğunu ve birçok iyi niteliklere sahip olduğunu düşünüyorum. Bu iyi niteliklerden en başta geleni, şiir sanatıyla ilgili olarak getirdiğimiz kuraldır.” “Hangi kuralı kastediyorsun?” diye sordu Glaukon. “Taklitçi şiiri reddeden kuralı. İnsan ruhunun farklı yönlerinin özelliklerini artık biliyor olduğum için, bu kuralın değerini de artık çok daha iyi anlıyorum.” “Ne demek istiyorsun?” “Tragedyacılara ve diğer taklitçi şairlere anlatmayacağını bildiğim için bunu sana anlatabilirim. Bence bu tür şiirlerin hepsi, dinleyenlerin akıl gücüne zarar verir. Bunun önüne geçmenin tek yolu, taklidi yapılan şeyin gerçek bilgisine ulaşmaktır.” “Ne söylemek istediğini tam anlamadım,” dedi. “İlkgençlik yıllarımdan beri, adını söylerken bile dilimin sürçtüğü, bütün etkileyici tragedya şiirlerinin en büyük ustası ve öğreticisi Homeros’u çok sevsem de bir insan, hakikatten daha üstün olamayacağı için düşüncelerimi söyleyeceğim,” dedim. “Söyle tabii,” dedi. “Dinle öyleyse. Daha doğrusu, soracaklarıma cevap ver.” “Pekiyi, sor.” “Taklit denen şeyin ne olduğunu söyler misin bana? Bunun ne anlama geldiğini gerçekten bilmiyorum,” dedi. “O halde, bunu ben nasıl biliyor olabilirim,” diye sordu. “Neden olmasın? Çoğu kez, gözleri iyi görmeyenler, iyi görenlere oranla bir şeyi daha çabuk görebilirler,” diye cevap verdim. “Çok doğru,” dedi. “Ancak, bu konuda biraz olsun kafamda bir fikir uyanmış olsa bile, sen varken bunu söylemeye cesaret edemem. O yüzden, bunun cevabını sen bulmaya çalış,” dedi. “Pekiyi o zaman, araştırmamıza, her zamanki gibi başlayalım: Aynı adı taşıyan nesnelere ilişkin olarak ortak bir idea, form9 oluşturuyoruz. Ne söylemek istediğimi anlıyor musun?” “Evet, anlıyorum.” “Buna genel bir örnek verelim: Dünyada, çok sayıda yatak ve masa var, değil mi?” “Evet.” “Ancak, bunlara ilişkin sadece iki idea ya da biçim var; biri yatak, diğeri de masa ideası.” “Doğru.” “Bunları yapan bir kişi, söz konusu idea çerçevesinde, kullanmamız için yatak ya da masa yapar -bu ve buna benzer örneklerdeki konuşma biçimimiz bu- ancak, hiçbir zanaatkâr idea yapamaz, değil mi?” “Kesinlikle yapamaz,” dedi. “Ne söyleyeceğini bilmek istediğim bir zanaatkâr daha var,” dedim. “Hangi zanaatkâr?” “Diğer tüm zanaatkârların işlerini yapan kişi.” “Olağanüstü bir insan olmalı bu dediğin,” dedi. “Bekle biraz. Bunu söylemek için daha çok nedenin olacak. Çünkü o sadece her tür tası, tabağı değil, aynı zamanda bitkileri, hayvanları, kendisini ve başka her şeyi de yapar. Yeryüzünü, gökyüzünü, gökyüzünde ve yerin altında bulunan şeyleri ve ayrıca tanrıları da yapar,” dedim. “Bu adam, hiç hata yapmayan bir çeşit büyücü olmalı. Desene, görülmedik ustalıkta bir sofist bu,” diye cevap verdi. “Söylediklerime inanmıyorsun, değil mi? Böyle bir yaratıcı olamaz mı diyorsun? Bütün bunları, senin bile yapmanın bir yolu olduğunu bilmiyor musun?” dedim. “Nasıl bir yol bu?” “Kolay bir yol” dedim. “Daha doğrusu, bunu kısa sürede, kolaylıkla başarmanın birçok yolu var. Ama en hızlı yolu, bir ayna alıp sağa sola çevirmek. Çok geçmeden güneşi, gökyüzünü, yeryüzünü, kendini, hayvanları, bitkileri ve biraz önce sözünü ettiğimiz diğer her şeyi aynada yapabilirsin.” “Evet, ama bunlar sadece görüntüden ibaret olur,” diye konuştu. “Çok güzel. İşte şimdi asıl noktaya geliyorsun. Resim sanatçısı da, başka bazı sanatçılar gibi, görüntüler yaratır, değil mi?” “Elbette.” “Sanırım, resim sanatçısının yaptıklarının gerçek olmadığını söyleyeceksin. Ama resim sanatçısı, yatak yaparken, sonuçta bir yatak yapmış olmaz mı?” “Evet, ama yaptığı gerçek bir yatak değildir” diye cevap verdi. “Pekiyi ya, yatak yapan marangoz için ne diyeceksin? Onun, sözünü ettiğimiz ideayı, yatağın özünü değil, sadece belirli bir örneğini yaptığını söylememiş miydin?” “Evet, öyle söylemiştim.” “O halde, mevcut bir şeyi yapmadığına göre, gerçek varlığı değil, sadece onun bir benzerini yapmış olur. Eğer biri çıkar da, yatak ya da başka bir şey yapan marangozun yaptığı şeyin gerçekten var olduğunu söylerse, bu gerçeklikle bağdaşmaz.” “Filozoflar da bunun gerçeklikle bağdaşmadığını söylerler” dedi. “Öyleyse, zanaatkârın yaptığı şey, gerçeğin bir gölgesidir.” “Evet.” “Şimdi, verdiğimiz bu örneklerin ışığında taklitçinin doğasının ne olduğunu araştıralım.” “Araştıralım.” “Elimizde üç çeşit yatak var: Birisi Tanrı’nın yaptığı doğal yatak. Bunu Tanrı’dan başka kimse yapamaz, değil mi?” “Hayır, yapamaz.” “Diğerini ise marangoz yapmıştır, öyle değil mi?” “Evet.” “Üçüncüsünü de resim sanatçısı, değil mi?” “Evet.” “Demek ki, üç çeşit yatak ve bunları yapan üç sanatçı var; Tanrı, marangoz ve resim sanatçısı.” “Doğru.” “Tanrı, ya öyle istediğinden ya da zorunlu olarak doğada gerçekten var olan bir yatak yapmış, bir tek yatak. Bir tane daha veya fazla yapmamış, yapmayacaktır da.” “Neden?” diye sordu. “Çünkü iki tane yapmış olsa, bu ikisinin ideasının dayanacağı bir de üçüncü yatak olacaktı. Bu, ideal yatak, diğer ikisi ise, ona benzemeye çalışan yataklar olacaktır.” “Çok doğru,” dedi. “Tanrı bunu biliyordu. O, herhangi bir yatağın herhangi bir marangozu değil, gerçek bir yatağın gerçek yaratıcısı olmak istedi ve bu yüzden, doğada bir tane bulunan gerçek bir yatak yarattı.” “Evet, böyle olduğuna inanıyoruz.” “O halde Tanrı’ya yatağın doğal üreticisi, gerçek yaratıcısı diyelim mi?” “Evet, diyelim. Doğal olarak, Tanrı yatağın ve başka her şeyin yaratıcısıdır.” “Pekiyi, marangoza ne diyelim? O da yatak yapmaz mı?” “Evet, yapar.” “Ressama, yaratıcı ya da yapıcı diyebilir miyiz?” “Kesinlikle diyemeyiz.” “Pekiyi, resim sanatçısına eğer yapmıyorsa yatakla ilişkisi bakımından ne ad verebiliriz?” “Bence, diğerlerinin yaptığı şeyin taklitçisi demek, en doğrusudur resim sanatçısı için.” “Güzel!” dedim. “O halde, doğadaki gerçeğinin üç basamak altında şeyler yapan kişi taklitçidir diyorsun, öyle mi?” diye sordum. “Elbette.” “Tragedya şairi de taklitçidir. Bundan dolayı, diğer tüm taklitçiler gibi o da, kraldan, gerçekten üç basamak aşağıdadır.” “Öyle görünüyor.” “Öyleyse, taklitçinin kim olduğu konusunda anlaştık. Pekiyi ya, resim sanatçısı hakkında ne söyleyeceksin? Doğada özgün biçimleriyle var olan şeyleri mi resmetmektedir, yoksa yaratımları diğer ustaların yaptıklarına mı dayanmaktadır?” “Bence ikincisi.” “Yaratımlarını oldukları gibi mi, yoksa göründükleri gibi mi yapar?” “Ne demek istiyorsun?” “Bir yatağa, yandan, karşıdan veya bir başka açıdan baktığında yatak farklı görünür. Ama gerçekte aynıdır. Bu, başka nesneler için de geçerlidir.” “Evet, farklılık sadece görünüştedir,” dedi. “Şimdi de şu soruma cevap ver: Resim sanatı gerçeğe mi, görüntüye mi ilişkindir? Yani, nesnelerin taklidini, gerçekte oldukları gibi mi, yoksa göründükleri gibi mi yapar?” “Göründükleri gibi.” “O halde taklitçi, gerçeğin çok uzağındadır. Her nesneyi taklit edebilir, çünkü her nesnenin küçük bir bölümünü ele alır ve bu bölümün görüntüsünü yapar. Örneğin, bir resim sanatçısı, sanatları hakkında hiçbir şey bilmese de bir kunduracının, bir marangozun ya da bir başka sanatçının resmini yapabilir. Eğer iyi bir resim sanatçısıysa, yaptığı bir marangoz resmini uzaktan göstererek çocukları ve budala insanları kandırabilir. Öyle ki, gerçek bir marangoza baktıklarını sanırlar.” “Doğru.” “Biri çıkar da bize, bütün sanatları ve başkalarının bildiği her şeyi herkesten daha iyi bilen bir adam gördüğünü söylerse ona, bir ahmak olduğunu ve muhtemelen bir büyücü ya da oyuncu tarafından kandırıldığını, karşılaştığı insanın her şeyi bildiğini düşündüğünü, çünkü kendisinin bilginin, bilgisizliğin ve taklidin ne olduğunu bilmediğini söyleriz.” “Çok doğru,” dedi.
“O zaman,” dedim, “başta Homeros olmak üzere, tragedya şairlerinin iyinin ve kötünün ne olduğunun yanı sıra, bütün sanatları, insan ve Tanrı’ya ilişkin her şeyi bildiklerini, çünkü iyi bir şairin, ele aldığı konuyu bilmeden şiir yazamayacağını ve hiçbir zaman gerçek bir şair olamayacağını söyleyen insanlar olursa, bunların da benzer şekilde kandırıldıklarını anlayabiliriz. Belki, karşılarına çıkan birkaç taklitçi kandırmıştır onları. Taklitçilerin kendilerine gösterdikleri yapıtları görünce, bunların gerçeğin üç basamak altında olduğu, gerçek olmayıp sadece birer görüntüden ibaret oldukları için gerçek hakkında hiçbir şey bilmeden de bunların kolaylıkla yapılabileceği hiç akıllarına gelmemiştir. Beki de haklıdırlar. Şairler, bu kadar iyi işledikleri şeyleri gerçekten de biliyor olabilirler, değil mi?” “Bunu çok iyi araştırmak gerekir,” dedi. “Sence bir insan, bir şeyin hem kendisini, hem de görüntüsünü yapabiliyor olsa, hayatını tamamen bu şeyin görüntüsünü yapmaya adar mı? Hayatını şekillendiren yönünün, sanki daha iyi bir niteliğe sahip değilmiş gibi, sadece taklitçi yönünün olmasına izin verir mi?” “Bence vermez.” “Taklidini yaptığı şeyi gerçekten bilen bir sanatçının işi gerçeklerle olur, bunların taklitleriyle değil. Arkasında birçok güzel eser bırakmak ister. Övgü şiirleri yazmaktansa bu tür şiirlerin öznesi olmayı yeğler.” “Evet, bu onun için çok daha şerefli ve kazançlı olur.”
* Eflâtun, Devlet, 595a-c-598e-599d, Türkçesi: Ersin Uysal, Dergah Yayınları 2005.