Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler*
Büyük İngiliz devlet adamı Edmund Burke (1729-1797), “Tüm vakalar bir araya gelse bile Fransız Devrimi’nin yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı hadisedir,” demişti. Burke, devrimden hiç hoşlanmamıştı, çünkü bu devrim onun siyaset ve insan doğası üzerine bildiği her şeyi altüst etmişti. Bu yüzden, onun “muhafazakârlık felsefesi”ni en iyi şekilde açıklayan kitabı Düşünceler’de (1790) bu hoşnutsuzluğunun üzerine gitmeye karar verdi.
Magna Carta’dan Haklar Beyannamesi’ne tüm beyanları incelediğinizde, anayasamızın birörnek siyasetinin özgürlüklerimizi, daha genel ve öncelikli haklara atıfta bulunmaksızın, sadece bu krallığın insanlarına özgü bir ayni hakmışçasına, atalarımızdan bizlere kalan ve gelecek nesillere aktaracağımız bir miras olarak iddia ve teyit ettiğini fark edeceksiniz. Bu sayede, anayasamız bölümleri arasındaki farklılıklara rağmen bütünlüğünü koruyabilmektedir. Mirasa ve kalıtıma dayalı bir krallığımız, soylu sınıfımız, Avam Kamaramız, yıllar önce yaşamış atalarından miras yoluyla ayrıcalıklara, imtiyazlara ve özgürlüklere kavuşan insanlarımız var.
Bu siyaset bana, derin düşünmenin sonucu ya da kendiliğinden bilgelik olan, doğayı örnek almanın ya da bundan öte bir şeyin sevindirici etkisi olarak görünür. Yenilikçi bir ruh genellikle bencil bir tabiatın ve kapalı bir bakış açısının ürünüdür. Geçmişi hatırlayıp atalarını düşünmeyen insanlar, gelecek nesilleri heyecanla beklemez. Bunun yanında İngiltere halkı ilerleme ilkesini hariç tutmadan veraset düşüncesinin muhafazakârlık ve devretme ilkelerini beraberinde getirdiğini gayet iyi bilir. Veraset kazanç sağlamaz, ama kazanılanların güvende olmasına imkân tanır. Bu kurallara göre işleyen bir durumdan sağlanan fayda, bir aile düzeni içine hapsolur ve sonsuza kadar bir çeşit meşruta sahipliği ile devam ettirilir. Doğanın düzenine göre işleyen anayasal bir siyaset sayesinde, tıpkı mülkümüzün tadını çıkarıp hayatlarımızı yaşadıktan sonra tüm bunları başkalarına bırakmamız gibi, ilk önce alır, sahip çıkar ve sonrasında yönetimimizi ve ayrıcalıklarımızı başka kişilere devrederiz. Siyaset kurumları, elde edilen mülk ve ilahi takdirin ihsan ettiği şeyler, aynı düzen ve istikamette bize verilir ve bizden alınır. Politik sistemimiz, dünya düzeni ve aklın hayret veren yapısı gereği, insan ırkının gizemli işbirliğini düzenleyen fani parçalardan oluşmuş daimi bir bedene atfedilen yaşama biçimi ile iletişim ve uyum içerisindedir. Bütün aynı anda yaşlı, orta yaşlı ya da genç olamaz fakat değiştirilemez bir istikrar söz konusu olduğunda ebedi bir çürüme, düşüş, yenilenme ve ilerlemenin çeşitli şekilleri içerisinde hareket eder.
Bu yüzden, devlet yönetiminde doğanın yöntemlerini uyguladığımız takdirde asla bütünüyle yeni bir şeyler üretmiş sayılmayacak, yenisini yapmadıklarımızda da asla demode olmayacağız. Bu tutuma ve atalarımızdan kalan ilkelere bağlı kaldığımızda antikacıların hurafeleri ile değil, felsefi analojinin ruhuyla yönlendirilmiş oluyoruz. Bu veraset seçiminde, ülkemizdeki anayasayı en kıymetli milli değerlerimizle bir tutarak, temel kanunları aile bağlarımızdan biri gibi görerek, karşılıklı olarak yapılan iyilikleri, devletimizi, kalplerimizi, kabirlerimizi ve adaklarımızı birbirinden ayırmadan kutsal sayarak, yönetim biçimimizi kan bağı ile ilişkilendirmiş bulunuyoruz.
Zayıf ve yanılabilir icatlarımızı tahkim etmek için yapay kurumlarımızda doğayla uyum planı içerisinde, doğanın hatasız ve güçlü içgüdülerinin yardımıyla veraset kavramının ışığındaki özgürlük düşüncemizden hiç de azımsanamayacak birkaç fayda sağladık. Aziz atalarımızın huzurundaymış gibi hareket eden özgürlük ruhu, kendini kötü yönetim ve taşkınlığa sürükleyerek korkunç bir tehlike haline gelmektedir. Liberal bir soydan geldiğimiz fikri, bizlerde doğuştan beri var olan tabii bir asalet duygusu uyandırır. Bu duygu herhangi bir ayrıcalığın ilk sahiplerinin küçümsenmesini ve bu kişilerle özdeşleştirilen sonradan görme arsızlığının gösterilmesini engeller. Bu sayede özgürlüğümüz asil bir özgürlük olur. Onun azametli ve görkemli bir duruşu vardır. Onun soylu ve resimlerle anlatılan ataları vardır. (…)
Onlar (İngiliz ve Fransız devrimciler), harekete geçme fikrini cahil insan aklının bir düşüncesi olarak görürler. Diğer devrimcilere gelince, onlar büyük bir patlamada tüm antik çağ örneklerini, parlamentonun tüm emsallerini, kanunlarını ve imtiyazlarını havaya uçurmak için yeraltına mayın döşemişlerdir. Onlar “insan haklarının” sahibidir. Karşılarına alternatif bir formül getirilemez ve hiçbir argüman onlar için bağlayıcı olamaz. Uzlaşmayı ya da orta yol bulmayı istemezler. Tam olarak taleplerine uymayan her şey onlar için sahtekârlık ve adaletsizliktir. İnsan haklarının bu savunucuları hakların devamlılığını sağlaması, hak yönetiminde adil olunması veya hakların korunması için herhangi bir yönetime yetki vermez. (…)
Gerçek insan haklarını teoride inkâr etmem; onları pratikte kısıtlamak da (eğer sağlayacak veya kısıtlayacak gücüm olsaydı) bana göre değil. Onların yanlış hak iddialarını inkâr ederken gerçek haklara ve sözde hakların tamamen yok edeceği asıl hakları yok saymak istemiyorum. Eğer sivil toplum insan yararı içinse, insan yararına olan her şey insanın hakkıdır. Toplum bir fayda kurumudur ve yasa kendi halinde bir kurala göre işleyen tek faydadır. İnsanın bu kurala göre yaşama hakkı vardır. Hemcinsleri ister siyasi, isterse sıradan bir işle uğraşsın, insanın hemcinsleriyle eşit olma hakkı vardır. İnsanın emek verdiği bir şeyin mahsulünü alma ya da işini verimli hale getirecek araçları kullanma hakkı vardır. Aileleri ile beraber yaşama, çocuklarını büyütme ve besleme, eğitim alma ve ölüm halinde teselli olma hakkı vardır. Her insan ayrı ayrı ne yaparsa yapsın başkalarının hakkına tecavüz etmediği sürece istediği şeyi yapma hakkına sahiptir. Toplumun tüm beceri ve gücüyle insan lehine yapabileceği her şeyden, kendi payına düşeni alma hakkı vardır. Ve bu işbirliğinde her insan, eşit şeylere olmasa da eşit haklara sahiptir. Ortaklıkta sadece beş Şilin’i olan birisi ile beş yüz Sterlin’i olan birisi aynı haklara sahiptir ancak ana sermayeden elde edilen kârdan beş Şilin’i olan kişi beş yüz Sterlin’i olan kişiyle eşit payı alma hakkına sahip değildir. Bir devletin yönetiminde, her bireyin sahip olması gereken güç, otorite ve idareye gelince, bunların sivil toplumda, insanın direkt hakları arasında olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü benim düşüncemde sivil sosyal insandan başkası yok. Bu gelenek haline gelmesi gereken bir şey…
Yönetimler, kendisinden bağımsız olarak, daha fazla netlikte ve soyut mükemmellikte var olan ve olabilecek doğal haklara binaen kurulmazlar, ancak yönetimlerin soyut mükemmelliği ayrıca onların uygulamadaki eksikliklerinin göstergesidir. Her şeyde hakları olduğu için her şeyi isterler. Devlet insan isteklerinin karşılanması için insan aklının bulduğu bir icattır. İsteklerinin bu akıl ile karşılanması da insanın hakkıdır. Bu istekler arasında, sivil toplum haricinde, tutkularını yeterli seviyede kısıtlama isteği de yer alabilir. (…)
Bir ulus inşa eden, onu yenileyen ya da üzerinde düzenlemeler yapan bilim, bilimin diğer tüm deneysel türleri gibi, a priori öğretilmemelidir. Uygulamalı bilimde bize bir şeyler öğretecek olan yaşayacağımız kısa bir deneyim değildir, çünkü ahlaki sebeplerin gerçek sonuçlarını hemen alamayız, ancak ilk seferinde önyargıya sebep olan bir durum ileriki aşamalarda mükemmel hale gelebilir ve bu mükemmellik ilk başta ortaya çıkan hatalı sonuçlardan doğabilir. (…)
İnsan doğası karmaşıktır; muhtemel karmaşada en fazla paya sahip olanlar ise toplumdaki nesnelerdir. Bu nedenle, hiçbir güç yapısı ve yönü, ne insana ne de insan ilişkilerinin kalitesine uygun olamaz. Herhangi bir yeni siyasi yapıyı hedef alan ve bu yapıyı övmek adına yapılan icatların basitliğine tanık olduğumda, zanaatkâların bariz bir şekilde yaptıkları işten bihaber olduklarına ve görevlerini umursamadıklarına kanaat getiririm. En iyi şekilde söylemek gerekirse, basit yönetimlerin aslında eksiklikleri vardır. Topluma sadece bir açıdan bakarsanız tüm bu basit yönetim biçimlerini son derece etkileyici bulursunuz. Aslında daha kompleks yapıda olanlar ancak karışık hedeflere cevap verebileceğinden, kompleks olanlara göre tekil olanlar tek bir amaca daha iyi hizmet edecektir. Bütünün kusurlu bir şekilde ve kuralsızlıkla ele alınması daha iyi olacaktır, çünkü bazı kısımlar büyük bir titizlikle hazırlanırken, diğerlerinde tamamen göz ardı edilmiş ve hatta sevilen bir üyenin aşırı ilgisi yüzünden fiziki anlamda zarar görmüş bölümler olabilir.
Bu teorisyenlerin sözde haklarının hepsi uç noktalardadır. Metafizik olarak doğru olmalarına karşın ahlaki ve siyasi anlamda yanlıştırlar. (...)
Bizler Rousseau’nun dönmeleri ya da Voltaire’in müritleri değiliz; aramızdan Helvetius’un da bir ilerleme kaydettiği söylenemez. Ateistler bizlere öğüt veremez, deliler de bize kural koyamazlar. Hiç keşif yapmadığımızın farkındayız, çünkü bize göre hepsi biz doğmadan çok önce anlamlandırılan, aynı zamanda varsayımlarımızın mezara gömülüp üzerine kara toprak serpilmesinden ve sessiz kabirlerimizin küstah gevezeliğimiz üzerinde kendi kurallarını uygulamasından sonra anlaşılacak olan yönetimin yüce ilkelerinde, özgürlük düşüncesinde ve ahlak alanında keşfedilecek hiçbir şey yoktur. İngiltere’de halen doğal içselliğimizden bir türlü kurtulamadık; sadık koruyucularımız, görevimizin aktif monitörleri, liberal ve mert erdemlerimizin gerçek destekçileri olan tabii duygularımızı içimizde hisseder, değer verir ve besleriz. Müzedeki kuşlar gibi, saman ve bez üzerinde insan haklarının yazdığı silik ve küçük kâğıt parçalarıyla doldurulmak için bir yere götürülüp bağlanmadık. Hâlâ tüm duygularımızı eksiksiz olarak, olduğu gibi, ukalalık ve sadakatsizlikle basitleştirilmiş halde muhafaza ediyoruz. Göğsümüzde atan canlı ve gerçek kalplere sahibiz. Tanrı’dan korkuyor, krallarımıza huşu, parlamentolara sevgi, yargıçlara hürmet, papazlara huşu, soylulara saygı ile bakıyoruz. Peki neden? Çünkü bu tür düşünceler önümüze getirildiğinde etkilenmemek elde değildir. (…)
Bir insandaki sermayenin az olduğunu varsaydığımız ve bireylerin ancak bir araya gelerek asırların ve milletlerin genel sermayesi ve birikiminden daha iyi istifade edeceğini düşündüğümüz için insanın kendisine has mantık sermayesi ile yaşamasından ve ticarete atılmasından korkuyoruz. (…)
Milletin ve kanunların dayandırıldığı ilk ve en önemli ilkelerinden biri de, o millette atalarından ne aldıklarını ve gelecek nesillere ne aktaracaklarını bilmeyen geçici mal sahiplerinin ve kendilerinde ömür boyu intifa etme hakkı gören kimselerin olmaması ve bunların evvelden beri toplumun efendisiymiş gibi davranmamalarıdır. Bu kişiler, kendilerinde düzeni bozma hakkını görmemelidir ya da kendilerinden sonra gelecek kuşaklara mesken yerine harabe bırakmayı göze alarak, tıpkı atalarının kurumlarına saygı göstermedikleri gibi, gelecek nesillere de kendi kurdukları düzene saygı duymaları gerektiğini öğretmeyerek, toplumun temel altyapısını oluşturan devraldıkları mirası kendi zevkleri uğruna ziyan etmemelidir.
Sürekli değişen düşünce ve davranışlar gibi pek çok şekilde sıklıkta yönetimi değiştirme ilkesizliğinin yarattığı ortam yüzünden ulusun devamlılığı zarar görecek ve ulusu bir arada tutan zincir kopacaktır. Hiçbir nesil kopan parçaları tekrar bir araya getiremez ve insanın yazın oradan oraya uçuşan sineklerden bir farkı kalmaz. (…)
Temerrüt ve anlamsız önyargıların verdiği zarardan bin kat daha fazla zararı olan değişkenlik ve çokyönlülükten sakınmak için kendimize, hiç kimsenin eksikliklerini ve yolsuzluklarını araştıramayacağı hatta özenle sahip çıkacağı, iyileştirmek için asla yıkmayı düşünmeyeceği ve kendisine karşı yaptığı hatalara babasının attığı tokatmış gibi sahte bir saygıyla ve endişeli gözlerle bakacağı bir devlet tahsis ettik. (…)
Toplum aslında bir sözleşmedir. Sadece ara sıra ilgi duyulan nesnelerle ilgili ikincil sözleşmeler istenildiği zaman feshedilebilir. Bu durumda devlet; biber, kahve, kumaş ya da tütün ticareti için yapılan veya az ilgi gören ya da geçici bir süre için talep görmüş ve taraflardan birinin isteğiyle feshedilebilecek diğer ortaklık anlaşmalarından farklı olarak değerlendirilmemelidir. Ancak bu tür ortaklılara başka türlü bir hürmet gösterilmelidir, çünkü bu fani ve geçici hayvani varlığına hizmet eden bir ortaklık türü değildir. Bilim, sanat, her tür erdem ve mükemmellik için yapılan bir işbirliğidir. Bu işbirliğinin sonuçları diğer nesiller tarafından görülemez, çünkü bu ancak, yaşayanlar, ölüler ve doğmak üzere olanlar arasında kurulan bir ortaklıktır. Bir devletin yaptığı her sözleşme, daha aşağıda ve daha yüksekteki nitelikleri birbirine bağlayan, görülen ve görülmeyen dünyaları birleştiren, tüm fiziki ve ahlaki nitelikleri önceden tayin edilmiş yerlerinde tutan, bozulamaz bir yeminle tasdik edilmiş kesin bir anlaşmaya uyum sağlayan daimi toplumun temel sözleşmesindeki hükümlerden biri gibidir. (…)
* Edmund Burke, Eserleri, Boston, Little, Brown ve Company; 1865, cilt III, s. 274-6, 307-13, 345-7, 358-9.