Dünya Tarihi*
Kraliçe Elizabeth’in gözdesi, kâşif Sör Walter Raleigh (1552-1618), Kral I. James’e komplo kurmaktan 1603’te hüküm giyer. Kulede hapis olduğu uzun yıllar içinde, Raleigh, iddialı bir Dünya Tarihi tasarlayıp bir kısmını kaleme aldı. Bir bölümü 1614 yılında basılan eser, Rönesans ve Reform dönemi İngiltere’sinde tarih yazımının doruk noktası niteliğinde bir belge olarak anılır. Aşağıdaki seçme, Sör Walter Raleigh’in önsözünden alınmadır.
Bu önsözün birinci bölümünde bana, zamanın hatıralarını kendilerinden sonraki çağlara bırakanların ortak ve münasip görülmüş geleneğini izleyerek bunu tarihe vermek düşüyor. Ancak söylenenleri aktarmaktan başka yapabileceğim bir şey olmadığı halde, okuru tekrarlarla sıkmayacağım. Tarih, kendisine itibar sağlayan faydalarının yanında, bu eserde insanlığın tüm bildiklerine üstün gelmiş, bildiklerimiz içinde bize can vermiştir. Çünkü dünyanın da günümüze kadar gelen yaşamı ve başlangıcı vardır. Evet, tarih zamana galip gelmiştir, tarihle birlikte sadece sonsuzluk zamanı yenmiştir. Çünkü tarih binlerce yıllık uçsuz bucaksız, yiyip bitiren boşlukta bildiklerimizi bize taşımış, aklımıza açık ve keskin gözler vermiştir. Sanki eskiden o büyük dünyayı, magni Dei sapiens opus’u, “bilge iş”i yaşamışız gibi şimdinin farkına varalım, dedi Hermes, Burada kastettiğim, dünyaya nasıl hükmedildiğini, onun nasıl suyla kaplandığını ve insanların nasıl yeniden türediğini, krallar ile krallıkların nasıl gelişip yıkıldıklarını, Tanrı’nın hem onları hem ötekileri hangi erdem ve takva ile refaha kavuşturup hangi ahlaksızlık ve çirkinlikler yüzünden acınacak hale düşürdüğünü gözlemekte olduğumuzdur. Ve sadece bizi ölmüş atalarımızla tanış etmiş olmasından, yeryüzünün derinlikleri ile karanlıkları içinden onların anısını ve ününü bize ulaştırmasından değildir tarihe borcumuz. Hûlasa ebediyet kadar bilge bir politika çıkarırız tarihten, öteki insanların günümüze ulaşmış dertleriyle kendi benzer hatalarımıza ve layık olduğumuz kötülüklere bakıp onları birbiriyle kıyaslayarak. (…)
Aşağıdaki hikâyenin ilk kitaplarının ilk krallar ile krallıkların söylemini üzerine aldığını ve önsözün o kısa ömrünün pek uzak olan eski zamanlara kadar uzanıp bunlara yetişmesinin ve yargılara varmasının mümkün olmadığını bildiğimden, şimdilik kendi krallarımız ve onlara komşu olan prensler tarafından elde edilmiş kazançlara değineceğim. Onlar hem kutsal hem de beşeri yazıtlarda hıyanetin, adaletsizliğin ve zalimliğin getirdiği başarının farkına varmış, (buna rağmen) aynı çizgide tohumlar ekmişlerdir.
Doğrudur, insanların hepsinin hükümleri kabul edilemez, ne de (daha da tuhaftır ki) her bir insanın eğilimi, doğadaki örneklere benzer şekilde galeyana gelir. Fakat herkes en fazla, kendi özeline dokunulduğunu zannettiği şeyden veya kavrayışına en iyi uyan şeyden nem kapar. Ancak, Tanrı’nın yargısı sonsuza dek değişmez kalır, zamanın uzun süreci onu yıpratmaz; bir çağda lanetlediğini diğer çağda kutsal sayacak değildir Tanrı. Bu nedenle, bilge kişiler ve bilgeliği ilahi olmasa da doğru ve sağlam temelli olanlar, günümüzden pek uzakta kalmış misaller ile ileriki zamanlardaki örnekler arasından, dinsiz politikaların acı meyvelerini ayırt edebileceklerdir. Görünen köyün kılavuz istemediği, kötülük edenin kötülük bulduğu da doğrudur. Ben de burada önsöz ile, ortaya çıkan eserin ulaşamamış olduğu kimi örneklerin üzerinden geçeceğim.
Normandiyalıların Fethi’nin yaralarını henüz sarmışken, Normandiyalı ırkından olan krallarımız arasında, I. Henri’nin çocukları üzerine Tanrı’nın adaletini saldığı yegâne ve en göze çarpan örnekle karşı karşıya geliyoruz. Zira bu kral, kendi oğullarını bu ülkenin kralları yapabilmek için hem güç kullanarak ve kurnazlıkla hem de zulüm ile Normandiya dükü olan ağabeyi Robert’i mülkünden mahrum etmiş, hile ile yerine geçmiş, en sonunda da kör ederek mahvına yol açmıştır. Tanrı, onlara katılan yüz ellinin üzerinde kişiyle birlikte hepsini, kadın erkek, çoluk çocuk (Maud dışındadır bunların) denizlerin dibine gömdü, aralarında pek çok soylu ile pek sevilen kralın soyundan gelenler de vardı.
II. Edward’a gelene dek atlayalım ötekileri. Şurası kesindir ki, kralın öldürülmesinden sonra bu bir kan meselesi yapıldı, arada durakladıysa da tekrar çıktı ortaya; hem de öyle çok mesele edildi ki, erkek ırkından olan bütün prenslerimiz aynı illetten öldüler. Ve III. Edward gençlik yıllarında bu korkunç gerçekten şüphelenmekten öte gitmediyse de, daha sonra bu şekilde Kent Kontu olan kendi amcasının ölümüne sebep oldu. Çünkü o, kardeşinin kefareti ödeyerek kurtarma arzusunu yerine getirmemişti, yoksa kont yaşıyor olacaktı (kral bu şekilde amcasına ihanet etti, amcasının aklındakiler olsa idi kendine ihanet etmiş olacaktı). Söylüyorum, bu açıkça göstermektedir ki, Edward olanlardan bihaber değildi, aksinin olmasına da pek hevesli değildi, ancak Mortimer’ın aynı sebepten ölmesine de neden oldu.
Tanrı’nın anlaşılmaz bir sır gibi olan takdiri, bu zalimliğin öcünü III. Edward’ın torunundan aldı; soylarının son kişisine kadar bu böyle sürdü; öyle ki, ikinci, üçüncü nesillerine kadar hepsi, harcına masumların kanı katılmış olan o binaların yıkıntıları altına gömüldüler. II. Richard’a gelince; o hazinesi, bakanı ve vekilharcı ile öteki muhtelif danışmanlarının kimilerinin halk tarafından bozgun edildiğini gördü fakat o daima bunlardan ders almayacak kadar üstün zekâlı gördü kendisini. Huntington ile Kent kontları olan Montague ve Spencer kendilerini o zamanların büyük politikacıları olarak sayıyorlardı, tıpkı ötekilerin yapmış olduğu gibi. Kralı memnun etmeyi ve Gloucester cinayetinden sıyrılmayı umarlarken kısa bir süre sonra yanlarında yardakçılarıyla birlikte aynı zalim ellerde can verdiler, üstelik o dükün ölümünden çok daha utanç verici bir biçimde. Kralın kendisine gelince; (o yaptıkları göz önüne alınınca büyüklüğüne layık olmadığı gibi, hoş görülemez de; inancı, anlaşmaları, afları ve imtiyazları ihlal ederek kendi kendini tanımamıştır) gençliğinin baharındayken tacından edildi, tebaasından olan Alman kuzeni Lancasterli Henri tarafından öldürüldü. O Henri, daha sonra IV. Henri olacaktı.
Unvanı pek güçlü olmayan, tacı hıyanetle ele geçirmiş olan bu kral, topraklarındaki beylere verdiği sözde durmadı, yalnızca kendine düşen mirası alma niyetindeymiş gibi ihtar vererek Richard’a verdiği sözde de durmadı, hatta parlamentoda temsil edilen tüm krallığa verdiği sözü de tutmadı; onlara tahttan indirilmiş olan kralın hayatta kalacağına yemin etmişti. Bundan sonraki birkaç yıl boyunca ülkeye hükmetti, bu süre içinde tebaası her taraftan bastırdı, komplolardan ve ayaklanmalardan başı bir türlü kurtulmadı. Torunu VI. Henri’nin ve prens olan oğlunun birdenbire merhamet gösterilmeksizin öldürüldüğünü gördü (eğer ebedi ruhlar vücut can verdikten sonra her şeyi görüp hissedebiliyorsa); taç onun soyundan çıktı (oysa onun için ne kadar kanın dökülmesine sebep olmuştu). Tacı düşmanının soyundan olanlar giyip semeresinden faydalandı, halbuki o, düşmanlarını güçsüz bıraktığını zannediyordu. Krallığın başına sorgusuz sualsiz geçebileceğini de sanmıştı, parlamento ile de bu mirası kendi çocuklarına bırakacaktı. Ve hiç şüphesiz, insan aklı şundan başkasını takdir edemezdi: Babanın aldığı, oğlu V. Henri’nin yiğitlikle göze çarpan zaferlerinin takip ettiği tedbirli önlemler, bütün rakiplerinin ümitlerini, tekrar eden zaferin yeisine gömdü. Ben derim ki, Casaubon’un şu sözü doğru olmasa idi, gene de insan aklı öyle takdir buyurabilirdi: Dies, hora, momentum, evertendis, dominationibus sufficit, quae adamantinis credebantur, radicibus esse fundatae. “Sapasağlam temellendirilip kurulmuş gibi görünen şeyleri tepetaklak etmek için tek bir gün, bir saat, bir an yeter.” (…)
IV. Edward’ın yerine, kendisiyle gelen her türlü belanın başkahramanı olan III. Richard geçti. (…) Bütün bu fena işler, cinayetler, politikalar ile Hıristiyanlık dinine karşı yürütülen karşı politikalardan sonra ve o pek merhametsiz elleriyle yeğenlerinin ve doğuştan bey olanların boğazını sıktıktan sonra, o daha farkına varıp tadına bakamadan evvel sona eren kısacık bir sefahat sürmekten başka ne kalırdı ona? Masumların kanının o büyük feryadı, Tanrı’nın elleriyle onun da kanını akıttı; o da hem dostlarının hem de düşmanlarının gözünde utanç ve şerefsizlik timsali oldu.
Bu zulme kral VII. Henri dur dedi, bu yüzden (şüphesiz) kendisi Tanrı’nın adaletine doğrudan aracı oldu. VII. Henri politik bir prens idi, tabii eğer böyleleri vardı ise. (…) Gelgelelim onun başına tacı koyan Stanley’in başının uçurulması ve Clarenke Dükü George’un oğlu olan genç Warwick kontunun ölümü göstermiştir ki, sonraki olayların da gösterdiği gibi, o da bir şekilde atalarının hatalarına ortak olmuştu, zira onun da hâkimiyeti ilk neslinde, torunlarında sona erdi, tıpkı III. Edward’da ve IV. Henry’de olduğu gibi.
Hepimizin trajedisinin yazarı olan Tanrı’nın oynayacağımız kısımları yazdığını ve rollerimizi dağıttığını düşünürüz. Âlemin en güçlü prenslerine taraflı olarak da yapılmamıştır bu dağılım. Darius’a en yüce imparatorluk ve en zavallı dilencilik rolü verilmişti. O dilenci ölümün büyük susuzluğunu dindirmek için düşmanından su dilenirdi. Bayezid sabah vaktinde Türklerin büyük efendisini oynadı, aynı gün içerisinde Timurlenk’in ayağına tabure rolünü (bu iki rolü Valerian da oynadı, Sapores devraldı bu rolü). Bellisarius en büyük zaferlerin sahibini oynadı, son olarak da kör dilenci rolünü. Daha binlerce benzer örnek verilebilir: O halde neden solucandan farkı olmayan ötekiler yanlışlıktan şikâyet ederler? (…)
Takdir-i İlahi’nin her yerde bulunabilen örnekleri (ki ilk ilahi tarihler bu örneklerin devamından başka bir şey değildi), başlangıcımı her şeyin başlangıcından, yani yaradılıştan beri almaya ikna etmiştir beni. Yüce Tanrı’nın bu iki görkemli eylemi birbirine o kadar yakın ve birbiriyle öylesine alakalıdır ki, biri kaçınılmaz olarak diğerini gerektirir: Yaradılış, Tanrı sonucuna götürür (zira hangi baba, çocuğundan vazgeçer?), Tanrı da yaradılış sonucuna. Fakat dünyevi bilgelikte sivrilenlerden pek çoğu, bu ahenkten uzaklaşma yoluna girmiştir. Epikürcüler hem yaradılışı hem de Tanrı’yı inkâr ederler, gelgelelim dünyanın bir başlangıcı olduğunu kabul ederler; Aristocular ise Tanrı’yı kabul ederken hem yaradılışı hem de başlangıcı inkâr ederler.
* Sör Walter Raleigh: Eserler, Oxford University Press, 1829, II. cilt, s. V-VI, VIII-XI, PIII-XVI, XLII-XLIV.