Demokrasi ve Özgürlük*
Avrupa’da Rasyonalizmin Yükseliş ve Etkisinin Tarihi [A History of the Rise and Influence of Rationalism in Europe] (1865), Augustus’tan Charlemange’a Avrupalı Ahlak Kuralları [A History of European Morals from Augustus to Charlemagne] (1869) ve yedi ciltlik On Sekizinci Yüzyılda İngiltere [A History of England during The Eigtheenth Century] (1878-1890) adlı, zamanında standart çalışmalar olarak karşılanan dev eserlerin yazarı William Lecky (1838-1903), Viktoryan dönemin önde gelen tarihçilerindendir. Lecky sadık bir liberal olmakla birlikte, demokratik “franchise”a21 karşıdır, çünkü bunun liberalizmden uzak bir yasama faaliyetine yol açacağına, siyaset kurumunun demokrasiye dayanamayabileceğine inanır. Bir orta sınıf mensubu olarak, 1867’nin İkinci Reform Yasa Tasarısı’nı üzüntüyle karşılarken, 1832’nin Reform Yasa Tasarısı’nı Macaulay’ınkine benzer nedenlerle onaylar. Lecky’nin “Demokrasi ve Özgürlük” başlığı altında yazdığı makaleler, 1867’de yayımlanmıştır. Aşağıdaki alıntı, Lecky’nin bu kitabında, Shakespeare’in Troilos ile Kressida’sındaki Ulysses’in konuşmasından hemen sonra gelir.
1832’nin Reform Yasa Tasarısı İngiltere’de siyasi güç merkezini değiştirdiyse de eski sistemin önde gelen özelliklerini korudu. Seçim bölgeleri boyut ve seçmen sayısı itibariyle birbirinden hâlâ çok farklıydı. Oy kullanım hakkı krallığın farklı bölgelerinde farklı şekillerde düzenlenmiş, alışılageldik nüfuz ve baskı unsurları korunmakla birlikte, ağırlık oranları değişmişti. Lordlar Kamarası anayasada yine önemli bir unsur olarak kaldı. Arazi sahipleri seçim bölgelerinde hâlâ güçlüydü. Mülkiyet etkin biçimde temsil edilmekteydi. Reform Yasa Tasarısı, o güne kadar dikkate alınmamış olan büyük çaplı mülkiyet unsurlarını da kapsıyordu.22 Artık politik sistemde en güçlü duruma gelmiş olan orta sınıfın denetleme gücüne güven tamdı. Nitekim, Aristo toplumun bu kesiminin hükümet üzerinde etkin başlıca güç olmasının akıllıca ve yararlı olacağını uzun zaman önce gözlemlemişti. Nitekim, toplumda yeni fikirlere en açık, büyük girişimlere en yatkın sınıf bu sınıf olmasa da, politik bağımsızlığı, dikkati, sağlam pratik zekâsı, çalışkanlığı ve yüksek ahlaki ortalaması itibariyle diğerlerinden farklılaşır ve üstündür. Ayrıca, kötü yönetimin etkilerini, düşüncesizce göze aldığı savurganlığı ya da yerleşik sanayii rahatsız eden, sermayeyi kaçıran ve ticari faaliyete endeksli ulusal kredinin düşmesine yol açan gelişmeleri, ki bunlar devrimci yasamadan daha az tehlikeli değildir, diğerlerinden muhtemelen çok daha çabuk hisseder.
Ne var ki, İngiltere’nin orta sınıfı 1832’den sonra gücünün doruğuna çıkmış olsa da, Fransa’daki gibi mutlak bir güce sahip değildi. Devlet yönetiminde işler, büyük ölçüde, daha üst ve daha iyi yetişmiş sınıfının inisiyatifindeydi ama denetleme gücü orta sınıfın elinde olduğu için, onların eğilim ve istekleri göz önüne alınarak şekilleniyordu. Bu arada oy kullanım hakkı, en azından bir ölçüde, yetenekli zanaatkârların -ki her iyi yapılanmış hükümette belirgin bir yere ve çıkara sahip olması gereken son derece akıllı bir sınıftır- erişimi dahilindeydi.
Bana öyle geliyor ki dünya, İngiltere’nin 1832 ve 1867 Reform Yasa Tasarıları süresince keyfini çıkardığı anayasadan daha iyi bir anayasa görmemiştir. Pek az parlamenter hükümette bu kadar yetenekli ya da büyük bir ulusun düşünce ve menfaatlerini sadakatle savunan ve zorlayıcı şartlar altında bu kadar üst düzeyde yurtseverlik ve siyasi namus sergileyen insanlar olmuştur. Aynı süre içinde, seçim bölgelerindeki seçmenlerin tavır ve tutumları da genel kamuoyuyla büyük ölçüde örtüşmüştür. Gerçeklerle yüzleşebilen herkes bilir ki, kamuoyu, onu oluşturan bireylerden söküp alınabilecek oyların toplamından farklı bir şeydir. Her ülkede kamuoyu oluşumuna hiçbir katkısı olmayan pek çok insan vardır: devletin işleyişiyle ilgilenmeyen, bu işleyişte bir rol almayı düşünmeyen ve bunu yapmaları halinde, bir başka sınıfın yönlendirmesine maruz kalacak olan kalabalıklar vardır. Bu kalabalıkların oyunu arazi sahibi, rahip veya muhalif bir rahip veya piskopos veya vaiz vb. yerel kamuoyu önderleri yönlendirecek, bu oyları kazanma ve artırma sanatı, saf bir demokraside siyaset pratiğinin temel unsurlarından biri olacaktır.
Bunu elde etmek üzere farklı araçlar kullanılacaktır. Bazen seçmen tehdit edilecek veya doğrudan rüşvet vermek suretiyle ikna edilecektir. Seçmen para için, içki için ya da kendisinden daha güçlü birisinin gözüne girmek veya onun hoşnutsuzluğunu bertaraf etmek için oy verecek; kiracı mal sahibini, borçlu kredi vereni, esnaf müşterisini göz önünde bulunduracaktır. Binbir sıkıntı ve yoksulluk içindeki insan hiç de önem vermediği, hakkında hiçbir şey bilmediği bir konuda oy vermek zorunda kalırsa, yukarıda belirtildiği türden etkiler altında kaldığı için suçlanamaz. Bir bu kadar çok sayıda oy, sınıfsal açgözlülüğe müracaatla kazanılacaktır. Demagog, seçmeni, vereceği şu veya bu siyasi çizgideki oyunun mensup olduğu sınıfın çıkarına olduğuna ikna ederek tavlamaya çalışacak, onun en yüce hayallerine hitap edecek; mevcut sözleşmeye sadık kalmaması halinde, vergi ve vergilendirme gücünün el değiştireceğini veya devlet babanın alanını genişleteceğini, mülkiyetin bir sınıftan diğerine aktarılabileceğini söyleyerek umut dağıtacak; bunu yaparken, ısrarla ve çoğu kez başarıyla, sınıflar arasındaki kıskaçlık ve antipati duygularını körükleyecektir. Sınıflar arasındaki doğal farklılıkların, işçi ile işveren arasındaki doğal anlaşmazlıkların körüklenmesi için büyük gayret sarf edilecek; kıskançlık, haset, açgözlülük ve önyargı oluşturmak, önemli bir siyasi propaganda unsuru haline gelecektir. Her türlü haklı şikâyet abartılacak; çözüme kavuşturulmuş olanlar yeniden öne sürülecek; yeni yeni ve bazen hayali şikâyet konuları ortaya atılarak kamuoyu tahrik edilecektir ve şayet en yoksul, en cahil ve sayıca en büyük sınıf, yani çoğunluk, azınlıktan nefret etmeye ve sırf onlara muhalefet için oy vermeye ikna edilebilirse, parti başkanı amacına ulaşmış olacaktır. Çoğunlukla azınlığı karşı karşıya getirmek, seçim propagandası yapan aracıların ana hedefidir. (…)
Lecky, bundan sonra demokratik bir seçimin çeşitli “konu dışı”, yani “alakasız” unsurlarının analizini yapar.
Toplumun en değerli/yararlı bireyleri, tam da bu şekilde güdülenir. Bunlar, saygıdeğer birer asker olabilecek dürüst, gözü açık, çalışkan işçiler, mükemmel babalar ve kocalardır. Onlar kendi fikirlerinin, çevrelerinin ve gündelik çıkarlarının dar çemberi içinde, çoğu zaman keskin muhakeme gücüne sahip insanlardır ama genel bir seçim sürecinin sıklıkla üzerinde döndüğü, yabancı ya da Hintli ya da İrlandalı ya da sömürgeci politika gibi, büyük meselelerden veya anayasal değişikliklerin karmaşık ve geniş kapsamlı sonuçlarından veya ticari ya da finansal politikayla ilgili büyük meselelerden habersizdirler. Dolayısıyla, şayet onlardan bu gibi konularda oy vermeleri istenirse, verecekleri hüküm yerleşik görüşü temsil etmeyeceği gibi, gerçek bir bilgi birikiminin ürünü de olmayacaktır.
Özellikle şehirlerde yaşayan farklı bir sınıf daha vardır. Bunlar her gün pub kapılarında umarsızca oyalandıkları görülen, sarhoşluk veya tembellik veya sahtekârlık nedeniyle yaşam mücadelesinde başarısız olmuş, dürüst ve istikrarlı iş tecrübesinden yoksun ya da yaşam yarışını kaybetmiş, suç işlemenin eşiğinde olan insanlardır. Bu adamlar gerçek anlamda işçi değildirler, ama mevcudiyetleri emek meselesinin başlıca sorun ve tehlikelerinden birini oluşturur, zira her devrim ve anarşi döneminde aniden harekete geçer/geçirilir; küçük bir seçmen gurubu oldukları halde, birçok seçim bölgesinde önemli bir unsur haline gelirler. Bilgisiz ve aşağılık insanlar oldukları için kendilerine verilen gücü, içgüdüsel olarak, kendi yağmacı ve anarşik amaçlarına dönük olarak kullanmak isterler. Toplumu bölmeyi, yaşama dair güzel şeyleri pazarlık konusu yapmayı hedeflerler.
Yukarıda anılan bu iki sınıfın insanları, kuşkusuz eski seçim bölgelerinin parçalarıydı ama toplamda öyle küçük bir parça oluşturmaktaydılar ki, ne anayasal düzen ne de adayların başvurdukları seçim yöntemleri itibariyle etkili oldular. Sayıca çok fazla olmaları halinde, hem politikacılar üzerinde etkili olacak hem de diğer seçmenlere örnek teşkil etmek suretiyle, parlamentonun temsili yapısını tehdit edeceklerdir. Günümüz siyaset sahnesinde dünyayı cehaletin mi, yoksa aklın mı yöneteceğine dair bir tartışma söz konusudur. Tartışmanın taraflarından birine göre ağır basan unsurlar eğitim ve mülkiyet olmalı; diğerine göre denetim ve temyiz hakkı, ulusun çoğunluğuna, yani kaçınılmaz olarak en yoksul, en cahil, en yeteneksiz olanlara ve onu temsil eden meşru lidere ait olmalıdır.
Bu, insanoğlunun tüm geçmiş deneyimini ters yüz eden bir kuramdır. İnsan girişiminin her alanında, verilen yaşam mücadelesinde, doğanın değişmez kanunu uyarınca üstün olan çoğunluk değil, azınlıktır; başarıya ancak onların rehberliğinde ve denetiminde ulaşılabilir. Yasama meclisinde tüm sınıfların çıkarlarının temsil edilmesi, siyasette zekânın yanında sayıların da söz sahibi olması gerektiği doğrudur; ancak hükümet etmenin diğer tüm insani girişim biçimlerinden farkı yokmuşçasına en akılsızların eline bırakılması, bu işin kötüye gideceğine işaret eder. İngiltere’nin son yıllarda devasa adımlarla ilerlediğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Ne var ki, kadim simya ilminde, seçmen kitlesinin cehaletinin artmasının temsilcileri itibariyle daha yüksek bir yönetim kapasitesi/becerisi anlamına geleceğine işaret eden hiçbir bilgi de yoktur; dünyayı geliştirmenin ve rasyonel ilerlemeyi garanti altına almanın en iyi yolunun, hükümeti giderek artan biçimde en az aydınlanmış sınıfların denetimine terk etmek akıldışı olur. Böyle bir kuramın liberal ve ilerleyici olarak kabul edilmesinin insanlık tarihindeki en garip ve aptalca gerçeklerden biri olarak görüldüğü gün gelecektir.
* William E. H. Lecky, Democracy and Liberty Longmans, Green&Co., 1896.