Deliliğe Övgü*
I. Doğrudan çok, ihtiyatsız konuştuğumu düşünebilirsiniz. Pekâlâ, insanların davranışlarını inceleyelim de bana ne kadar borçlu oldukları ve toplumun tüm sınıfları tarafından ne kadar çok taklit edildiğim daha net ortaya çıksın...
Tüccarlar en aptallarıdır. En kirli işleri yapıp en ahlaksız yöntemleri kullanırlar. Gerekli olduğunda yalan söyleyip yalan yere yemin eder, çalıp hile yapar ve halkı yanlış yönlendirirler. Ancak paraları sayesinde büyük saygı görürler. Onlara secde eden ve onları halkın içinde dürüst ve onurlu ilan eden yaltakçı biraderler çevrelerinden hiç eksik olmaz. Bu biraderlerin amacı yeterince açıktır: Ganimetten pay almak...
Avukatların ardından cüppelerindeki kürkler ve sakalları yüzünden saygı gören filozoflar gelir. Sadece kendilerinin bilge olduklarını, diğer insanların geçip giden gölgeler olduklarını ilan ederler. Onların çılgınlığı keyiflidir. Sayısız dünyalar yaratırlar ve güneşi, ayı, yıldızları ve küreleri parmaklarıyla ölçer gibi ölçerler. Hiç tereddüt etmeden yıldırımların, rüzgârların, tutulmaların ve sebebi açıklanamayan diğer şeylerin sebeplerini açıklarlar. İnsan onların her şeyin yaratıcısı doğanın sırlarına vakıf olduğunu ya da tanrılar konseyinden yeni geldiklerini sanabilir. Aslında doğa onlara her zaman kahkahalarla güler. Birbirleriyle asla anlaşamadıklarını açıklayamamaları bile gerçekleri bilmediklerinin kanıtıdır. Aslında hiçbir şey bilmezler ama her şeyi bildiklerini iddia ederler. Kendilerinin bile farkında değildirler çoğu zaman o kadar dikkatsizdirler ki, bir adım önlerini göremezler, önlerindeki taşların ve hendeklerin farkına varmazlar. Ama aynı zamanda da ideaları, evrenleri, saf biçimleri, asıl maddeyi ve şeylerin özünü belirsiz biçimde gördüklerini iddia ederler; Lynceus’un bile bunları algıladığından emin değilim. Üçgenlerini, dörtgenlerini, dairelerini ve diğer matematiksel biçimleri üretirken meslektaşlarını küçümserler, onları birbirinin üzerine koyup labirente dönüştürürler, sonra harfleri bir savaş dizilimindeki gibi dizip düzeni tersine çevirirler. Bunlar hep aralarına kabul edilmemiş kişileri kandırmak için tasarlanmıştır. Bu filozoflar arasında yıldızlara danışarak geleceği tahmin edenler ve daha da büyük mucizeler vadedenler vardır. Üstelik bu şanslı arkadaşlar kendilerine inanacak birilerini de bulur.
Belki de ilahiyatçıları sessizce pas geçmeliyiz. Bu çabuk sinirlenen ve kibirli arkadaşlarla uğraşmak en az Camarina Gölü’yle veya anagyris foetida1 ile uğraşmak kadar keyifsizdir. Size altı yüz kıyastan oluşan bir orduyla saldırabilirler ve sözümü geri almazsam beni kâfir ilan edebilirler. Bu yıldırımı kullanarak sevmedikleri kişileri korkuturlar. Onlara belirgin bir faydam dokunduğunda bile bunu kabullenmekte gönülsüz davranırlar. Kendilerini o kadar büyük görürler ki, çoktan cennete vardıklarını düşünebilirsiniz; diğer insanlara solucana bakarcasına acıyarak bakarlar. Heybetli tanımlardan, vargılardan, sonuçlardan ve açık-örtük önermelerden oluşan bir duvar onları korur. Gizlenecekleri öyle çok yer vardır ki, Vulcan bile ağıyla onları yakalayamaz. Ayrımların arasından sıyrılır ve düğümleri Tenedos’un çift ağızlı baltasına sahipmişçesine kolayca keserler. Bir sürü iri lafları ve yeni icat edilmiş terimleri vardır.
En zorlu gizemleri (kendilerine uygun biçimde) açıklarlar: Dünya nasıl yaratıldı ve nasıl bir düzen kuruldu? Asıl günah hangi kanallardan sonraki nesillere geçti? Mükemmel Mesih nasıl, hangi biçimde ve ne süreyle Bakire’nin rahminde kaldı? Kutsal komünyonda ilgili nesneler olmadan nasıl o tesadüfler olabildi? Ama bunlar nedir ki! Bu büyük ve sözde aydınlanmış ilahiyatçılara sorulması gerekenler başkadır. Bu sorularla karşılaştıklarında kendilerini aşmaları gerekecektir: İlahi yaratılış belirli bir anda mı gerçekleşti? Hz. İsa’nın oğulları olmanın farklı dereceleri var mıdır? Baba Tanrı’nın oğlundan nefret ediyor olduğuna ilişkin önerme mümkün müdür? Tanrı kadının, şeytanın, sukabağının, taşın biçimini öngörebilmiş midir? Eğer öngördüyse sukabağı nasıl vaaz vermiş, mucizeler gerçekleştirmiş ve çarmıha gerilmiştir? Mesih’in bedeni çarmıhtayken ayini yönetmesi gerekseydi Petrus neyi takdis ederdi? O anda Mesih bir insan mıydı? Yeniden canlanma sonrasında yemek ve içmek yasak mı olacak? - Şimdiden açlık ve susuzluğa karşı hazırlık yapıyorlar! Böyle sayısız kurnazlıkları vardır; hatta zamanın içindeki anlar, fikirler, ilişkiler, tesadüfler, özler, varlıklar hakkında daha ince ve hassas önermeler de vardır; Lynceus gibi kesif karanlıkta bile orada olmayan şeyleri görebilen biri değilseniz, bunların cevabını sezmek imkânsızdır.
İlaveten, Stoacı paradoksların yanında çocuk oyuncağı gibi kaldığı şu ahlaki kurallar, daha doğrusu çelişkiler vardır. Örneğin bin adamın gırtlağını kesmek pazar günü fakir bir adamın ayakkabısını dikmekten daha mı az günahtır? En zararsızı bile olsa tek bir yalan söylememek için tüm dünyayı yıkıma götürmek mi gerekir? Bu kurnazın kurnazı sorular, skolastik filozofların yöntemleriyle daha da kurnazlaşmıştır. Bir labirentten çıkmak bu realistlerle, nominalistlerle, Tomasçılarla, Albertçilerle, Okhamcılarla tartışmaktan kolaydır; üstelik bunlar sadece büyük okullardır. Çeşitli okullarda öyle bilgiçlikler ve öyle muğlaklıklar vardır ki, sanırım havariler bile bu konuları modern ilahiyatçılarla tartışmak için biraz ruhani desteğe ihtiyaç duyardı...
Mutluluk içindeki ilahiyatçılardan sonra yaygın biçimde kendilerine “dindarlar” ve “keşişler” diyenler gelir. Bu isimler yanlıştır çünkü çoğu, dinden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışır ve kimse onlar kadar halkın içinde görülmez. Onların sıkıntısını çeşitli biçimlerde hafifletmesem, bu keşişler gerçekten de çok mahzun adamlar olurdu. Onlardan öyle nefret edilir ki, yolunuz kesişirse kötü şans getireceklerine inanılır, ancak onlar kendilerinden çok memnundur. Okuma bilmezler, bu yüzden edebiyatla hiçbir temaslarının olmayışını dindarlığın zirvesi olarak kabul ederler. Kilisede böğürerek anlamadan ezberledikleri mezmurları söylediklerinde Tanrı’nın kulaklarını en güzel yağlarla yağladıklarını düşünürler. Çoğu kapı kapı dolaşıp yemek dilenerek pisliklerini ve fakirliklerini paraya dönüştürür. Hanlara, gemilere ve nakliyecilerin ofislerine girip çıkarlar ve ihtiyaç sahibi hakiki dilencilerin ekmeğine mani olurlar. Bu sakin arkadaşlarımız pislikleri, cahillikleri, yabanilikleri ve cüretkârlıklarıyla havarilerin hayatlarını taklit ettiklerini iddia eder.
Her şeyi bir kurala göre, neredeyse matematiksel biçimde yaptıklarını görmek eğlencelidir. Kurallardan her sapış dinsel bir saygısızlıktır. Her ayakkabı bağcığı belirli sayıda düğüme sahip ve belirli renkte olmalıdır; cüppe kesilmiş olmalı; kuşak uygun bir kumaştan ve belirli genişlikte olmalı; başlık uygun stilde ve büyüklükte; saçlar bilmem kaç parmak uzunluğunda olmalıdır; kaç saat uyunacağı bile belirlenmiştir. Bu eşitliği gören herkes, bünyeleri ve huyları bu kadar farklı insanların aslında hiç de eşit olmadığını görür ama bu saçmalık nedeniyle onlar dışarıdan gelenleri değersiz bulur. Papalığın bu merhamet hocaları, cüppeye bağlanan kuşak yanlış bağlanmışsa yahut bir ton fazla koyuysa olağanüstü bir kargaşa içinde birbirlerini bile ayıplar. Bazıları dindarlık konusunda öyle titizdir ki, sadece Kilikya keçisi tüyünden dışlık ve Milet yününden içlik giyer, bazılarıysa yün üzerine keten giymekte ısrar eder. Bazı tarikatların keşişleri sanki zehirmiş gibi paradan korkar ama şaraptan ve kadından korkmaz. Mesih gibi olmak için değil, birbirlerine benzememek için büyük acılara katlanırlar. Bu da farklı isimlerden aldıkları o büyük keyfi açıklar. Bir tarikatın üyeleri kendilerine Cordelier derken, bazıları Colete, bazıları Minor, bazıları Minim, bazıları da Değnekliler der. Bunlara ek olarak Benediktenler, Bernardinler, Bridgetineler, Agustinciler, Williamcılar ve Jacobinler de vardır, sanki Hıristiyan olmak yetmezmiş gibi.
Bunların çoğu, seremonilere ve geleneksel detaylara olan adanmışlıklarına karşılık olarak tek bir cenneti yetersiz bir ödül olarak görür. Mesih’in tüm bunları ayıplayacağını ve emrettiği hayırseverlik için hesap soracağını unutuyorlar. (...)
Şimdi büyük bir keyifle krallardan ve asillerden bahsedeceğim. Onlar centilmenlere yaraşır biçimde açıkça ve samimi olarak bana tapar. Bir zerre kadar dahi bilgeliğe sahip olsalardı, onların hayatından daha sefil ve kıskanılmayacak başka bir hayat olamazdı. (...)
Bir süredir papalar, kardinaller ve piskoposlar büyük bir istekle saray hayatını taklit etmeye başladı, hatta ötesine geçtiler. Bir piskopos cüppesinin, o beyaz dürüstlük sembolünün, saf bir hayatı, uçları tek bir düğümle bağlanmış iki boynuzlu piskopos tacının Eski ve Yeni Ahit’i sembolize ettiğini, ellerini saran eldivenlerin tüm dünyevi kusurları engelleyerek ayinin temiz biçimde uygulanması amacıyla giyildiğini, elindeki asanın kendisine emanet edilen sürüyü yönetirken uyanık olması için verildiğini ve önündeki haçın tüm bedensel tutkulara karşı kazanılan zaferi simgelediğini gayet iyi bilir. Böylesi şeyleri sürekli aklından geçirmek mutsuz ve dertli bir hayata sebep olmaz mı? Ancak piskoposlar (durumu) gayet iyi idare eder, çünkü kendilerine dikkat ederler. Koyunlara gelince, piskopos onların bakımını ya Mesih’e bırakır ya da yardımcı piskoposlara veya diğer vekillere teslim eder. “Piskopos”un kelime anlamı üzerinde düşünmezler2; çalışmayı, uyanıklığı, özen göstermeyi değil, sadece kazanılacak parayı denetlerler. (...)
Sonuncu grup, Mesih’in temsilcileri olan Yüce Papalık Konseyi’dir; O’nun hayatını, fakirliğini, işlerini, öğretilerini, O’nun çarmıhını ve dünyevi hayatı hor görüşünü taklit etmeye çalışırlar; Papalık makamının, Babalığın veya “En Kutsal” lakabının anlamını düşünmeyi bıraksalar bu dünyada kim etkilenir? Kim bu görevi elde etmek için bu kadar çaba gösterir? Kılıçla, zehirle veya başka bir yöntemle bunu elde etmek için kim uğraşır? Papalara bilgelik bahşedilse onları ne çok konfordan yoksun bırakırdı! Bilgelik mi dedim? Mesih’in bahsettiği buğday kadar akıl bile aynı işi görürdü. Onları tüm o zenginlikten, onurdan, mülklerden mahrum bırakırdı; tüm o zafer dolu gelişmeler, makamlar, aflar, takdirler ve müsamaha; atlar, katırlar ve hizmetliler; kısacası tüm zevklerinden mahrum kalırlardı. Bu birkaç kelime koca bir dünya malı yığınını kapsıyor. Oysa bilgelik bunların yerine uyanık kalmayı, oruç tutmayı, gözyaşlarını, duaları, seremonileri, araştırmaları, ah çekmeyi ve binlerce benzer tecrübeyi getirecektir. Ayrıca tüm o yazıcıların ve noterlerin; tüm o avukatların, destekçilerin, sekreterlerin, katırcıların, seyislerin, bankerlerin ve muhabbet tellallarının -aslında daha yumuşak ama muhtemelen daha münasebetsiz bir isim kullanacaktım- yaşayacağı zorlukları düşünün. Kısacası Roma Denizi’ne utanç -şöhret diyecektim- getiren herkes ekmeğini kazanmak için dilenmek zorunda kalırdı. Bu hiç de insanca olmazdı, hatta daha kötüsü, Kilise’nin prensleri ve dünyanın gerçek ışıkları bir asaya ve bir cüzdana dönüşürdü.
Şimdi ise yapılacak işleri bol bol zamanı olan Petrus’a ve Pavlus’a havale ediyorlar. Ama ihtişamı ve zevki kendilerine ayırıyorlar. Böylece, benim de yardımımla neredeyse hiç kimse onlardan daha rahat veya daha az dertli yaşamıyor. Piskoposların görevlerini gizemli ve gösterişli bir şıklık içinde, takdislerle ve lanetlerle ve Muhteşem, Saygıdeğer ve Kutsal gibi sıfatlarla yerine getirdiklerinde Mesih’i tam anlamıyla tatmin ettiklerini düşünüyorlar. Mucizeler üzerinde çalışmak ilkel, eskimiş ve tarihi geçmiş bir iş, insanlara bir şeyler öğretmek angarya, Kutsal Kitabı yorumlamak bilgiçlik, dua etmek nafile ve tembelce, gözyaşı dökmek zayıflık ve üzücü, fakirlik içinde yaşamak adice, kendini aşmak utanç verici ve çok nadiren krallara kutsal ayağını öptürecek kadar değerli, son olarak da ölmek keyifsiz, çarmıhta ölmek ise rezillik.
Geriye kalan ise sadece silahlar ve Pavlus’un bahsettiği latif kutsamalardır. Papalar da bu konuda yeterince cömerttir. Yasakları, aforoz edilmeleri, yeniden aforozları, lanetlemeleri, lanetleme tasvirlerini ve ufak bir hareketle insanların ruhlarını cehennemin derinliklerine atan Papalığın silahlılarının korkunç tutuklamalarını kastediyorum. Hıristiyan Babalarımız ve Mesih’in vekilleri, şeytan tarafından Petrus’un mirasını kemirmek ve yok etmek üzere kandırılmış olanlara karşı gösterdikleri gayretten daha fazlasını hiç kimse için sarf etmedi ve ellerindeki güçle kimseyi bir yere kapatmadılar. Petrus, “Biz her şeyi bırakıp senin arkandan geldik,” demişti ama onlar tarlalara, kasabalara, haraçlara, vergilere ve zenginlere bu mirasın adını verdi. Bu şeyler için ateşle ve kılıçla savaştılar, Hıristiyanlık hevesiyle coştular ve Hıristiyan kanı dökmekten çekinmediler. Kendilerini gerçek havariler olarak gördüler, Mesih’in Gelini’ni [Kilise] savundular ve sevdikleri bir ifadeyle onun düşmanlarını tespit ettiler. Sanki Kilise’nin; sessizlikleriyle Mesih’i unutturan, para sağlamak için O’nun yasasını kullanan, O’nun sözlerini zorlama yorumlarla çarpıtan ve rezil yaşamlarıyla O’nu çarmıha geren dinsiz papalardan daha ölümcül bir düşmanı varmış gibi!
* Desiderius Erasmus’un Bilinen Tüm Diyalogları, (çev.) N. Bailey (Londra: Hamilton, Adams & Co., 1877), s. 96-9.
Erasmus’un reform programının temeli eğitimdi – ahlak üzerine yazılmış antik dönem metinleri, Kilise Babalarının eserleri ve Kutsal Kitap’la eğitim verecekti. Erasmus’un Hıristiyan İnsancılığı, yani antik paganlar ile Hıristiyan ahlak hükümleri arasındaki özdeşliği görebileceğimiz en iyi örnek Dini Ziyafet adlı eseridir. 1497 ile 1533 arasında yazdığı ve genç öğrenciler için Latince ders kitabı olarak tasarlanan çok popüler Familiar Colloquies (Konuşmalar) adlı eserinden alınan diyaloglardan biri aşağıdadır. Aşağıdaki bölümdeki konuşmacılar sırasıyla Chrysoglottus, Eusebius (ziyafetin ev sahibi) ve Nephalius’tur.*
2. Chrysoglottus: Düşük çenem yüzünden sizlerin akşam yemeği yemenizi engellemekten korkmasam ve adi yazarların yazdıklarıyla kutsal nutukları birbirine karıştırmanın uygun olacağını bilsem, bugün okuduğum fazla da karmaşık olmayan bir şeyi basit bir lezzet kabilinden arz etmeye cüret edebilirdim.
Eusebius: Dine uygun ve iyi tavırlara sebep olan şeylere adi dememek gerekir. Elbette ilk sırada Kutsal Kitap’ın otoritesi vardır ama bazen antik yazarların, hatta sapkınların, hayır, hatta o şairlerin söylediği veya yazdığı öyle temiz, öyle kutsal ve ilahi şeylere rastlıyorum ki, bunları yazarken ilahi bir ilham geldiğini, hatta Mesih’in ruhunun bizim tahmin ettiğimizden daha fazla yayıldığını ve bizim listelerimizdekilerden daha fazla aziz olduğunu düşünmeden edemiyorum. Arkadaşlarımın yanında özgürce itiraf edebilirim: Cicero’nun Eski Çağ Üzerine’sini, Arkadaşlık Üzerine’sini, Görevler’ini ve Tusculan Soruları’nı3 önce kitabı öpmeden ve bu ilahi ruha saygılarımı sunmadan okuyamıyorum. Ama politika, ekonomi ve etik hakkında yazan modern yazarlarımızdan bazılarını okurken aman Tanrım! Ötekilerle karşılaştırıldığında nasıl da soğuk! Yazdıklarına karşı nasıl da ilgisizmiş gibi görünüyorlar? Bir Cicero veya Plutarkhos’a ait kitabı kaybetmektense, Scotus gibi yirmi tanesini kaybetmeyi yeğlerim. Onlara tümüyle karşı olduğumdan da değil… Ancak ilk söylediklerimden birini okumanın beni iyileştirdiğini hissediyorum. Ötekinin başından kalktığımda erdemlerin üzerinde bıraktığı etkinin ne denli soğuk olduğunu kestiremezsem de, itiraz ve tartışmanın en şiddetlisine meylettiğim de bir gerçek; bu nedenle diyorum ki, aklından ne geçiyorsa korkma, söyle!
Chrysoglottus: Bana da Cicero’nun tüm felsefe kitaplarında ilahi bir nefes varmış gibi gelse de Eski Çağa ilişkin risalesini Eski Çağda yazdı. Bu bana kadim bir Yunan atasözünü hatırlatıyor, ölmekte olan kuğunun şarkısını. Bugün onu okuyordum, şu sözler beni hepsinden çok etkiledi, sanki kalbime işledi: “Tanrı bana hayatıma beşikten itibaren yeniden başlama fırsatı verse ve yaşadığım yılları bir daha yaşamama izin verecek olsa, bunu asla kabul etmem. Kendi yarışımı bitirmişken tekrar başlangıç noktasına da koşmam. Çünkü şunu düşünürüm: Bu hayatta zevkli olan ne var ki? Ya da şöyle sorayım: Acısız ne var ki? Bunlar olmasaydı şüphesiz doyum ve sorun da olmazdı hayatta. Geçmiş hayatım için, eğitimli insanlar da dahil çoğunun yaptığı gibi ağlayıp sızlamam, ayrıca yaşadığım için pişman da olmam, çünkü kıymetsiz bir hayat sürmediğimden eminim. Bu hayattan ayrılırken bir handan ayrılmış gibi olacağım, meskenimden ayrılmış gibi değil. Çünkü doğanın bize verdiği vücutlar konaklamak içindir, yerleşmek için değil. Bu ayaktakımından ve kirli yığından kurtulup ruhlar topluluğuna ve âlemine gittiğim gün ne muhteşem bir gün olacak!” Cato böyle demiş. Bir Hıristiyan bundan daha ilahi biçimde konuşabilir miydi? Keşke keşişlerimizin, kutsal bakireleriyle yaptıkları da dahil, tüm konuşmalar bu yaşlı paganın genç paganlarla yaptığı konuşmalar gibi olsa. (...)
Nephalius: (...) Cato’nun konuşmasına gelirsek, mükemmel bir konuşma da olsa, bence içinde bir Hıristiyan’a yakışmayacak kadar cesaret ve küstahlık var. Ben de aynı şekilde bir Hıristiyan’ın, Sokrat’ın zehri içmeden az önce Crito’ya söylediklerine yakın şeyler söylediğini duymadım: “Tanrı’nın gözünde yaptıklarım onaylanacak mı, onaylanmayacak mı, bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var, Onu mutlu etmek için gönülden gayret gösterdim; gayretlerimi kabul edeceğine dair ümidim var.” Bu büyük adam kendi performansı konusunda şüphe içindeydi ama ilahi iradeye boyu eğmeye olan eğilimi hakkında gayet bilinçliydi; bu nedenle de kendi niyetinin dürüstlüğünün yüzü suyu hürmetine, Tanrı’nın inayetinin kendisini kabul edeceğine dair bir umut besliyordu. Mesih’i ve Kutsal Kitapları tanımayan biri için zihni gerçekten de muhteşem bir yüceliğe sahipti. Bu nedenle, bazılarının, “Sancte Socrates, ora pro nobis,” (Aziz Sokrat, bizim için dua et) diye haykırdıklarını okuduğumda zoraki de olsa sabredebiliyorum.
Chrysoglottus: Ben de bazen Vergilius ve Horatius’un ruhları için umut beslemekten alamıyorum kendimi.
Nephalius: İstemeden de olsa ne çok Hıristiyan’ın ölümünü gördüm. Bazıları güvenilmeyecek şeylere güveniyorlardı, bazıları son nefeslerini çaresizlik içinde veriyorlardı, çünkü ya ahlak dışı yaşamlarının bilincindeydiler ya da ölüm saati geldiğinde düşüncesiz bazı kişiler tarafından zihinlerine vicdan azabı doldurulmuştu, bu yüzden de çaresizlik içinde öldüler.
* George Pearson (ed.): Myles Coverdale’in Yazıları ve Tercümeleri, (Cambridge: Cambridge University Press, 1844), s. 511-2.
Hıristiyan Şövalyenin El Kitabı, (Enchiridion Militis Christiani) isimli eserinin (1503) on üçüncü bölümü, kendi zamanındaki “resmi” dine panzehir olarak ısrarla önerdiği “Mesih felsefesi”nin bir özeti gibidir. Aşağıdaki parça Exeter Piskoposu Myles Coverdale’in 1545 tarihli Enchiridion çevirisindeki özettendir.
Her şeyde mevcut olan gizem araştırılmalıdır, ayrıca Kutsal Kitap’ın sadece kelimelerini değil, ruhunu da incelediğimiz gibi, Tanrı’nın zahiri yaratıkları ve işleri de incelenmelidir; hayal ederek veya bereketsiz biçimde değil, (Aristo’ya fazlasıyla bağımlı ilahi kişiler gibi) kurnazca tartışmalarla da değil, eski âlimlerin izinden giderek incelemek gerekir. Hayatı ve özgürlüğü bahşeden Kutsal Ruh olduğundan, yazdığımız her şeyde, her eylemimizde bedene ve ondan elde edilenlere değil, Kutsal Ruh’a ve onun ürünlerine saygı göstermeliyiz; insanın değil, Tanrı’nın gözlerinin önünde olmayı dilemeliyiz; Tanrı’ya bedenen değil ruhumuzla ve gerçekten ibadet etmeliyiz; Mesih’in etini ve kanını [komünyon] sadece ağzımızla değil, ruhumuzla da yiyip içmeliyiz; boynumuza Aziz Yuhanna İncili’ni veya Agnus Dei’yi [Tanrı’nın kuzusu, Hz. İsa] asıp da içinde Kutsal Ruh’un barınmadığı dünyevi şeylerden zevk almak yerine dirilmeli ve Kutsal Ruh’u yaşatmalıyız; birçok ayine katıldığı halde bir şey demeyen ve bir şey duymayan verimsiz biri değil, Mesih’in Ruhu’yla birlikte tek ruh, onun vücuduyla tek vücut olmalı, onun kilisesinin atik üyelerinden biri olmalıyız; vücudunu yıkayan, tuzla ovan, yağlayan ve kutsal su püskürtenlerden biri olmak yerine, temiz ve aydınlık bir zihne sahip olmalı ve Mesih ile yeni bir hayata yürümek için çalışmalıyız; içinde Mesih varmış gibi yapan, onun kutsal emanetlerine dokunmaktan zevk alan, kemiklerini onurlandıran veya gri peder cübbesiyle gömülenlerden değil, azizlerin erdemli ve kutsal doktrinlerini takip ve temsil edenlerden olmalıyız; çarmıha doğru sürünmek ve onun yapıldığı odundan bir parçayı evimizde saklamak yerine, Mesih’in kendi doktrini ve hayatı ile sergilediği canlı ve gerçek görüntüsünü takip etmeliyiz; dünyevi şeylere, batıl seremonilere, geleneklere ve insan icatlarına güvenmek yerine Kutsal Ruhun mükemmelliğine yükselmeye çalışmalı, mükemmel sevgide ve merhamette ilerleme kaydetmeli ve mütevazı ve pişman kalbimizi Tanrı’ya adamalıyız; insanların gözlerine zevk veren şeyleri değil, Tanrı’nın gözlerinin görmek istediklerini yapmalıyız; vücudun dışsal duyularını beslemek yerine zihnin sükûnetini ve masumiyetini sağlamalı ve Tanrı kelimesini ruhumuzda gerçekten duyarak, görerek ve hissederek bu zihni beslemeliyiz; Mesih’in gizemlerini öğrenememiş olarak ve onun tatlı içeceklerinden mahrum biçimde kirli canavarlarla birlikte yerde sürünmektense ruhun yaralarını iyileştirmek için içsel ilaçları almayı kabul etmeli ve sevginin kanatlarıyla Kutsal Ruh’a uçmalıyız.
Erasmus, Institutio Principis Christiani (Hıristiyan Prensin Eğitimi) adlı eserinde dini reformdan ayrı biçimde politik ve sosyal reform programının taslağını çizer. Bu eser imparator olmak üzere yetiştirilen V. Charles’a hitaben yazılmıştır.*
5. Eflâtun, devletin koruyucularının eğitiminde gösterdiği özeni başka hiçbir yerde göstermemiştir. Onların diğer insanları zenginlikte, kıymetli taşlarının güzelliğinde, giysilerinde, heykellerinde ve hizmetlilerinde değil, sadece bilgelikte geçmelerini istemiştir. Dümende filozoflar yoksa yahut devleti yönetmekle görevli olanlar felsefeyi kucaklamıyorsa hiçbir devletin kutlu olamayacağını söyler. “Felsefe” derken ilk başlangıçlara, ilk unsura, harekete ve sonsuzluğa ilişkin tartışmaları değil, zihni kalabalıkların yanlış fikirlerinden ve kusurlu eğilimlerinden özgürleştirmeyi ve İlahi Güç örneğine uygun biçimde yönetme teorisini kastediyorum.
(…) Hıristiyan teolojisi Tanrı’ya üç birincil nitelik atfeder: En büyük güç, en yüce bilgelik ve en yüksek iyilik. Becerebildiğiniz kadarıyla bu üçlemeyi sahiplenmelisiniz...
Nasıl Tanrı tüm lütuflarında iyiyse ve hiç kimsenin hizmetine ihtiyaç duymaz ve bir karşılık beklemezse, gerçekten yüce olan bir prens de Ebedi Prens’e benzemelidir. Bir karşılık veya zafer beklemeden herkese açıkça iyilik yapmalıdır. Tanrı kendisinin güzel bir benzerini, güneşi göklere yerleştirmiştir. Ölümlü insanların arasına da kendisinin maddi ve canlı bir görüntüsünü, kralı koymuştur. Güneş herkese karşı eşit davranır ve ışıklarını tüm diğer göksel varlıklara verir. Prens de kendi halkının tüm ihtiyaçları için erişilebilir olmalıdır. Herkes körleşse de o asla karanlıkta kalmamalı, kendi içinde el değmemiş bir bilgelik kaynağı olmalıdır.
Tanrı hiçbir duyguya kapılmaz ama evrene üstün bir adaletle hükmeder. Prens de tüm eylemlerinde onun örneğini izlemeli, tüm kişisel niyetlerini bir kenara bırakmalı ve sadece aklıyla ve adaletle karar vermelidir. Tanrı yücedir. Prens de sıradan insanların alt düzey kaygılarından ve sefil arzularından mümkün olduğunca uzak durmalıdır.
(…) İyi bir prense dair en önemli umudumuz eğitimidir, özellikle buna bakılmalıdır.... Bu nedenle, geleceğin prensinin henüz açık ve biçimlendirilmemiş olan zihni beşikten itibaren faydalı fikirlerle doldurulmalıdır. Ardından onun ruhunun bakir toprağına ahlak tohumları ekilmelidir, böylece yıllar geçtikçe ve prens deneyim kazandıkça ahlakı da büyür ve tüm hayatı boyunca sağlam biçimde yerinde durur.
(…) Dilin öğeleri öğretilir öğretilmez, [öğretmen] hemen Süleyman’ın Meselleri, Eklesiastes ve Bilgelik Kitabı’nı okutmalıdır; burada amaç kendini beğenmiş bir müçtehidin talebesine ilahiyatçılara özgü dört duyusuyla eziyet etmesi değil, ona iyi bir prensin görevlerine dair birkaç doğru kelime öğretmektir. (...) Daha sonra, İncilleri ele almalıdır. (...) Üçüncü olarak, Plutarkhos’un Apophthegmata ve sonra Ahlak kitapları işlenmelidir, çünkü bunlardan daha saf eserler bulunamaz. Ayrıca onun yazdığı Hayatlar diğer hepsinden daha iyidir. Plutarkhos’tan sonra ben olsam hemen, yazdıklarıyla ahlaki bütünlüğe sahip bir hayatı mükemmel biçimde teşvik edip heyecanlandıran, okuyucunun zihnini sefil meselelerden uzaklaştıran ve özellikle eserlerinin her noktasında tiranlığı kötüleyen Seneca’ya geçerim. Aristo’nun Politika ve Cicero’nun Görevler adlı eserlerinden öğrenilmeye değer birçok pasaj alınabilir. Ancak, böylesi şeylerde en saygıdeğer kaynak olduğundan, Aristo bence en sona bırakılmalıdır. Cicero, Kanunlar adlı eserinde kısmen onun izlerini takip etmiştir, Cumhuriyet adlı kitabı ise kayıptır.
Tarihçileri okuyarak önemli oranda bilgelik elde edileceğini inkâr edecek değilim ama önceden donanımınız yoksa ve ihtiyatlı biçimde okumazsanız, bu eserlerden yıkıcılığın özünü de öğrenebilirsiniz. Yüzyılların onayladığı yazar ve liderlerin adlarının sizi kandırmasına izin vermeyin. Herodot ve Xenophon, ikisi de pagandı ve çoğunlukla en kötü prens tiplerini anlattılar; tarih yazmalarına rağmen birisi anlattığı şeylerle zevk vermeyi amaçladı, diğeri ise istisnai bir lider portresi çiziyordu. Sallustius ve Livius birçok şeyi açıkça anlatır ve emin olun çok da bilgilidirler ama anlattıkları şeyleri tartmazlar ve bir Hıristiyan prens için asla onaylanmayacak şeyleri onaylarlar. Achilles, Xerxes, Cyrus, Darius ve Julius Caesar hakkında duyduklarınıza kapılmayın ve bu büyük isimlerle büyülenmeyin. Aslında bahsi geçen kişiler öfkeli soygunculardır, Seneca bu kişileri birçok yerde böyle nitelendirir.
(…) İyi bir prens tebaasının tamamına karşı aynı tavrı göstermelidir, tıpkı iyi bir paterfamilias’ın [aile reisi] ailesine karşı davranması gerektiği gibi – bir krallık büyük bir aileden başka nedir ki? Kral, insanların babasından başka nedir ki? (...)
Devletin kontrolünü ele almak üzere olan bir prense devletin esas umudunun gençliğin eğitimi olduğu öğütlenmelidir. Xenophon Cyropaedia adlı eserinde bilgece davranıp bunu öğütlemiştir. Gençlerin esnekliği her türlü eğitim sistemine uygundur. Bu nedenle, en büyük önem kamu okullarına, özel okullara ve kızların eğitilmesine verilmelidir; böylece çocuklar en iyi ve en güvenilir eğitmenlere teslim edilmiş olur ve Mesih’in öğretilerini ve iyi edebiyat örneklerini öğrenebilirler; bu da devlet için faydalıdır. Bu şemanın sonucunda çok fazla kanuna ve cezaya gerek kalmaz, çünkü insanlar kendi özgür iradeleriyle doğru yolu takip edeceklerdir...
Prens, zenginlik konusunda çok büyük bir eşitsizlik oluşmasını engellemelidir. Kimsenin mallarına el konulduğunu görmek istemem ama prens halkın zenginliğinin birkaç kişi tarafından biriktirilmesini engelleyecek bazı önlemler almalıdır. Eflâtun, vatandaşların fazla zengin olmasını istememişti, aşırı fakir olmalarını da istememişti, çünkü fakirlerin bir faydası yoktur ve zenginler güçlerini kamuya hizmet için kullanmazlar. İyi bir prens toplumun en fakir üyelerinin bile kullandığı mallara mümkün olduğunca hafif bir vergi uygulamalıdır; örneğin tahıl, ekmek, bira, şarap, giysi ve insan hayatının devamını sağlayan diğer maddeler. Ancak bu şeyler çoğu zaman birkaç sebeple en yüksek vergiye tabi olurlar; birincisi genelde assisiae olarak adlandırılan vergi toplayıcıların zalimce mallara el koyması, ikincisi mallara farklı biçimde el koyulmasına neden olan ithalat vergileri ve son olarak da prens ufacık bir faiz alabilsin diye fakirlerin paralarını hortumlayan tekellerdir.
Belirttiğim gibi bir prensin hazinesini artırmanın en iyi yolu, “Cimrilik en büyük gelirdir,” diyen atasözüne uymak ve harcamaları dikkatlice kontrol etmektir. Ancak eğer biraz vergilendirme mutlaka gerekliyse ve insanlarla olan ilişkiler bunu zorunlu kılıyorsa, barbarların ve yabancıların mallarına ağır vergiler konmalıdır, çünkü bunlar yaşamak için zorunlu değildir ve sadece zenginlerin keyif aldıkları, hovardalara uygun lüksler ve lezzetlerdir: Örneğin keten, ipek, boya, karabiber, baharat, merhemler, değerli taşlar ve aynı kategorideki diğer şeyler. Ancak bu sistemde sadece vergiye gücü yetenler çimdiği hissedecektir. Bu düzen sonucunda daha mütevazı şartlara sahip olmasalar da belki arzularını daha mütevazı hale getirebilirler; böylece, kaybedilen para alışkanlıklarda iyi yönde bir değişime sebep olabilir.
(…) Hıristiyan prensler arasında, Hıristiyan olmalarından kaynaklanan, çok güçlü ve kutsal bir bağ vardır. O zaman neden herkes birbirinin düşmanıymış ve Mesih’in sağlayamadığını insanların anlaşmaları sağlayabilecekmiş gibi habire anlaşmalar imzalanıyor? Bir mesele birçok yazılı anlaşmayla çözülüyorsa, bu iyi niyetin mevcut olmadığının kanıtıdır; yasal işlemleri engellemek amacıyla yapılan bu anlaşmaların sonucunda sıklıkla birçok dava açılır. Eğer ortada iyi niyet varsa ve iş dürüst kişiler tarafından yapılıyorsa, özenerek yapılmış sözleşmelere gerek yoktur. İşlem dürüst olmayan kişiler arasındaysa ve iyi niyetle yapılmazsa, bu anlaşmalar sadece davaya zemin oluşturmaya yarar...
Yunanlıların Yunanlılarla yaptığı savaşa Eflâtun savaş değil, ayaklanma der, bu durum gerçekleşirse hiçbir sınır tanımadan savaştıklarını söyler. Birçok bağla birbirine bağlı Hıristiyanlar başka Hıristiyanlarla savaşa tutuşursa bunu hangi terimle adlandırmamız gerekir? Sadece unvan için, kişisel kinler veya aptal ve toy tutkular yüzünden her türlü zalimliğe neden olan ve yıllarca süren savaşlara ne diyeceğiz?
Bazı prensler savaşlarının haklı bir savaş olduğunu ve savaşmak için haklı bir sebepleri olduğunu düşünerek kendilerini kandırırlar. Haklı bir savaş olup olamayacağını tartışmayı denemeyeceğiz ama kim kendisinin haksız olduğunu düşünür ki? İnsan hayatının bu kadar büyük ve değişken cilveleri arasında, bir imzalanan bir feshedilen bu kadar anlaşmanın arasında savaşa girmenin gerçek bir bahanesi yoksa bile, bir mazeretin zikredilmediği hiç olmuş mudur? Ancak papalık kanunları bütün savaşları reddetmez. Augustine bazı durumlarda savaşı onaylar, Aziz Bernard bazı askerleri över. Ancak Mesih ve Petrus ve Pavlus bunun tam tersini öğretirler. Neden onların otoritesi Augustine veya Bernard’ınkiler kadar yanımızda değildir? Augustine bir veya iki durumda savaşı onaylar ama Mesih’in felsefesi tamamen savaşın karşısındadır.
* Erasmus: Hıristiyan Prensin Eğitimi, (çev. ve ed.) L. K. Born, s. 133-4, 140, 158-9, 170, 200-1, 212-3, 217-8, 238, 251. Telif hakkı: 1936, Columbia University Press. Columbia University Press’in izniyle yeniden basılmıştır.