On Dördüncü yüzyılın ortalarına doğru İtalya’da yaşam birçok açıdan öylesine değişmiştir ki, bu değişim bazılarına yeni bir çağda yaşamakta olduklarını düşündürmekteydi. Bu insanlar, antik dünyayı ve antik dünyanın doğacı seküler kültürünü kendilerinden önceki bin yılın Orta Çağ medeniyetinden farklı görmekte ve antik medeniyetin bazı özelliklerini daha cazip bulmaktaydılar. Rönesans’ın mihenk taşı, işte bu insanların söz konusu özellikleri yaşatma kararlılığı ve bu çerçevede geliştirdikleri vizyondur.
Din, Rönesans boyunca önemli rol oynamaya devam eder. Değişen tek şey, ibadet şekilleri ve dinin etki alanıdır. Katolik Kilisesi mali gelişimini sürdürürken, İtalyan şehirlerinin tümü, On Beşinci yüzyıl tarzında inşa edilmiş yeni kiliselerle dolar. Ne ki, Kilise, bireye ve topluma yön veren, hedef gösteren, yegâne kurum olmaktan yine aynı yıllarda çıkar. Sivil yönetimler ve semboller, geleneksel dini muadilleriyle rekabete girerler. Yaşama etkin katılım yoluyla ahlaki mükemmeliyete nasıl ulaşılabileceğini vurgulayan kadim eserler yeniden moda olur; insanlara rehberlik etmek üzere Roma’dan yükselen ses, papalığın İtalyan siyaset ve diplomasisinin entrikalarına bulaşmasına duyulan tepkiyle kısılır. Papalık da dahil olmak üzere, devletin temel kurumları arasında, özellikle de diplomasi alanındaki ilişkiler su yüzüne çıkarlar. Yeni uygulamalar, yeni bakış açıları ve kuramlar gerektirmektedirler. Orta Çağa kıyasla çok daha az sayıda insan kendisini öncelikle Hıristiyan olarak tanımlar, Roma yerine Floransa veya Venedik yurttaşı olarak anılmayı tercih ederler. On Altıncı yüzyılın başlarında, Makyavelli’nin Prens adlı kitapçığını okuyanlar, Hıristiyanlık ilkelerini reddederek siyasette pragmatik yaklaşımı benimseyenlerdir.
Değişen sosyal ve siyasal şartlar, yeni müfredatın öngördüğü amaçlara hizmet edecek yeni insanların eğitimini gerektirmektedir. Bu gereksinim, Rönesans İtalyası’nda insancı yüksek okulların, insancı hocalarınca karşılanır. Söz konusu okulların hedefi, sanattan ve bilimden anlayan, hatta dünyanın anlamsızlığını kavradığı halde ülkesine hakkıyla hizmet edebilecek olan erdemli insan yetiştirmekti. Ve bu eğitim, antik çağ klasik edebiyatının zarif ve ahlakçı üslubunun üstüne bina edilecekti. Kendilerini insancı olarak tanımlayanlar, Orta Çağ müfredatının geleneksel disiplinlerine karşın, yeniden tercih edilmeye başlanan hitabet, şiir, tarih ve ahlak felsefesi gibi disiplinlere güveniyor, dinsizlikle itham edilme pahasına, Hıristiyanlığı günün koşullarına hizmet edecek şekilde yeniden yorumlamaya girişiyorlardı.
Rönesans heykel ve resim sanatı, işte bu yeni toplumu yansıtır. Kahraman savaşçıların ve devlet adamlarının anısına -tabii ki talep üzerine- atlı heykeller ve büstler yapılır. İleri gelen tüccarlar malikânelerinin duvarlarını süslemek üzere aile portreleri ve klasik mitolojiden esinlenen kompozisyonlar sipariş eder. Şehirlerdeki muhteşem sarayların tasarımı kilise mimarlarını yeni beceriler geliştirmeye sevk eder. Gotik dikmelerin yerini antik çağın mimari üslubu aldıkça şehirlerin yüzü değişir.
Avrupa, bütün bunları İtalya’dan öğrenecektir. Kültürlü İtalyanları yüz yılı aşkın bir süre boyunca meşgul eden yeni sanat, eğitim ve siyaset anlayışı, Beşinci yüzyılın sonlarına doğru Kuzey Avrupa kültürünü de etkilemeye başlar. Yeniyle eskinin bir ülkeden diğerine farklı biçimlerde bir araya gelişi, insana Rönesans’ın radikal bir değişim, yeni bir medeniyet değil de, barındırdığı seküler ve klasik öğelerin Hıristiyanlık tarihinde hiç oynamadığı kadar büyük bir rol oynadığı geleneksel unsurların taze bir bileşkesi olduğunu düşündürür.
Peter Reisenberg, The Traditions of the Western World, Rand McNally&Co., Chicago, 1967.