Bilimdeki Kriz ve Mantıksal Pozitivizm Üzerine*
Uzun yıllar Prag’da teorik fizik profesörlüğü yaptıktan sonra, 1939’da Harvard’da fizik ve felsefe dalında dersler vermeye başlayan Philipp Frank, (1884-1966 ) mantıksal pozitivizm ekolünün öncülerindendir. Modern Bilim ve Felsefesi (1949) adlı eserinden alınan aşağıdaki paragraflarda Frank, yüzyılın dönümünde “bilimdeki kriz”i ve mantıksal pozitivist akımın tarihi geçmişini anlatır.
Bu kitabın ilk bölümü yazıldığı sırada (1907), Viyana Üniversitesi fizik bölümünden doktora derecesiyle yeni mezun olmuştum. En fazla yoğunlaştığım alan bilim felsefesiydi. Her Perşembe, eski Viyana tarzı kahvehanelerden birinde toplanan bir öğrenci grubuna katılırdım. Felsefi ve bilimsel problemleri tartışarak, orada gece yarılarına ve hatta daha da geç vakitlere kadar kalırdık. İlgimiz, geniş bir şekilde pek çok alana yayılırdı, fakat biz, tekrar tekrar ana meselemize dönerdik: Felsefenin geleneksel belirsizliğinden ve anlaşılmazlığından nasıl kaçınabiliriz? Felsefe ve bilim arasında, en yakın muhtemel uzlaşmayı nasıl sağlayabiliriz? “Bilim”den kastımız sadece “doğa bilimleri” değildi; sosyal ve beşerî bilimleri de daima dahil etmişizdir. Grubumuzun en aktif ve müdavim üyeleri, benimle beraber, matematikçi Hans Hahn ve ekonomist Otto Neurath’dı…
Bu sırada, tanınmış Fransız tarihçi ve bilim felsefecisi Abel Rey, daha sonra benim üzerimde büyük etki yaratan bir kitap yayımladı. Yüzyılın sonunda, mekanik fiziğin düşüşü, bilimsel metodun bize “evren hakkındaki hakikati” veremediği inancını getirdi; dolayısıyla bilimsel olmayan hatta bilime karşı olan eğilimler hız kazandı. Rey’in bu durumu sarahatle tanımladığı bazı pasajlardan alıntı yapıyorum.
Elli yıl önce, diyor Rey, doğaya ilişkin açıklamanın tamamen mekanik olduğuna inanılırdı.
Fiziğin; mekaniğin, moleküler bir mekaniğin komplikasyondan başka bir şey olmadığı varsayılırdı… Bugün (1907) görünen o ki, fizikî bilimlerin sunduğu manzara, bütünüyle değişmiştir. Genel birliğin yerini, sadece detaylarda değil, önde gelen, temel fikirlerde de, uç noktada bir çeşitlilik almıştır… Çağdaş fiziğin krizi diye adlandırılan şey [anlamına gelir]. On Dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar, geleneksel fiziğin, madde metafiziği olabilmek için sadece kendi yolunda yürümesi gerektiği varsayılırdı. O, teorilerine ontolojik bir değer atfetmişti ve bu teoriler tamamen mekanikti. Geleneksel mekanik fiziğin, deneyimin sonuçlarının üzerinde ve ötesinde, maddi evrenin gerçek idraki olduğu düşünülürdü. Bu anlayış, bizim deneyimizin farazi bir tanımı değildi; bir dogmaydı.
“On Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlatılan, geleneksel mekanik fiziğin eleştirisi, mekanik fiziğin ontolojik gerçekliği iddiasını zayıflatmıştı. Bu eleştiri üzerine, On Dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, neredeyse geleneksel konuma gelen bir fizik felsefesi oluşturulmuştu. Bilim, artık sembolik bir yapı, bir referans çerçevesi olmaktan başka bir şey değildi. Dahası, bu referans çerçevesi, düşünce akımına göre değişkenlik gösterdiği için, kısa bir süre içinde fark edildi ki aslında, böyle atıfta bulunulacak bir biçimde daha önceden moda olmamış hiçbir şeye atıfta bulunulmamıştı. Bilim, kuramsal bilimi sevenler için bir sanat eseri, faydacılar içinse bir zanaat ürünü haline gelmişti. Bu davranış, oldukça haklı bir şekilde, bilimin var olabilme ihtimalini inkâr edici olarak yorumlanabilir. Basit bir şekilde faydalı bir teknik haline gelmiş olan bir bilim dalı… kelimenin anlamını çarpıtmadan kendisini artık bilim diye adlandırma hakkına sahip değildir. Bilimden hiçbir şey olmayacağını söylemek, kelimenin tam anlamıyla onu inkâr etmek demektir.
“Geleneksel mekanik bilimin başarısızlığı… şu iddiayı getirir: ‘Bilim başarılı olamadı.’… Deneysel tarifleri bir araya getirebiliriz, ezberlenmeye uygun hale gelmesi için onları düzenleyebiliriz, fakat bu sistemin veya tariflerin uygulandığı bir fenomen bilgisine sahip değiliz.”
Grubumuz, Rey tarafından etkili ve anlaşılır bir biçimde tanımlanan bir dönemde oluşturulmuştu. Viyana’da bulunduğum son yıllarda (1908 – 1912), sık sık onun kitabı üzerine tartışmalarımız olurdu. Sorulan sorular ve elde edilen sonuçlar, bu kitapta, Bölüm 2’de kısmen belirtilmiştir. Grubumuzun, Rey tarafından tasvir edilen, entelektüel ve kültürel duruma karşı olan genel tepkisi aşağıda belirtilmiştir:
Mekanik bilimin en sonunda bizim bütün fikirlerimizi kapsayacağına olan inancımızın aşamalı olarak azaldığını fark ettik. Bu inanç, bilimde o zamanlar sürmekte olan inançla ve dünyanın bilimsel algılanışıyla yakından alakalıydı. Dolayısıyla, bu azalma, gözle görünür bir huzursuzluk getirdi. Birçok insan, bilimsel metotlara olan bağlılığını kaybetti ve dünyanın gerçek anlamda algılanışını sağlayacak bazı yeni metotlar aramaya başladı. Kayda değer sayıda insan, dünyanın yapısal anlamda kavranışı olarak karakterize edilen ortaçağa özgü fikirlere geri dönme vakti geldiğine inanıyordu ya da en azından inanmak istiyordu.
Bilim ve felsefe tarihinde, bir bilimsel teorinin belli bir fikirler dizisini “açıkladığını” söyleyebileceğimiz durumlara ilişkin, daima farklı fikirler olmuştur. Bazı yazarlar, sadece mekanik sebepler ve maddi parçaların eylemleri tarafından yapılan açıklamaların, bizim entelektüel merakımızı giderebileceğini iddia etmişlerdir. Diğerleri ise, mekanik sebeplere indirgemenin, sadece yüzeysel bir açıklama olduğunu ve gerçek olmadığını iddia etmiştir. Mekanik dünya görüşünün karşıtlarından bazıları, gerçekten anlayabilmek için tüm fenomenlerin, “organik bir bütün”ün evrimi açısından yorumlanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Mekanik bilime olan inancın azalması, dini ve sosyal içermelerinden dolayı birçok insana çekici gelen bu organik görüşe iyilik etmiş gibi oldu. Böylece yüzyılın sonunda, bazılarının bilimde kriz diye adlandırdığı şey veya daha doğru bir biçimde söylersek dünyanın bilimsel olarak algılanışında bir kriz ortaya çıkmıştı. İki yüzyılı aşkın süredir, bilim ve insan hayatındaki ilerleme fikri, doğal fenomenlerin mekanik açıklamasının gelişmesiyle ilişkilendirilmişti. Şimdiyse bilim, bu mekanik algılayışı bırakmış gibi görünmektedir ve kişinin, bilimin ilerlemesi adına, dünyanın bilimsel algılanışıyla savaşabileceği yönünde çelişkili durumlar ortaya çıkmıştır.
Bu kitabın on altı bölümü, neredeyse kırk yılı aşkın bir sürede yazılmıştır. Hepsi bir ödeve, göreve katkı amaçlıdır: Yaklaşık olarak bir buçuk asırdır, bilim ve felsefeyi birbirinden ayıran duvarı yıkmak. Kitap, bu duvarın yirminci yüzyılda, hangi metotlarla yükseltildiğini göstermektedir. On Dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, fiziksel bilimde, bir devrim başladı ki bu, bizim genel olarak bilimsel düşüncemizde de devrime neden oldu. Bilim ve felsefenin birliği için verilen mücadelede denenen metotlar, bilimin ilerlemesiyle beraber değişime uğradı. On Dokuzuncu yüzyıl biliminin iki karakteristik inancı, bu yüzyılın sonlarına doğru yıkıldı; bunlar, doğadaki bütün fenomenlerin mekaniğin kurallarına indirgenebileceği ve bilimin, eninde sonunda evrene ilişkin “hakikat”i ortaya çıkaracağı inancıydı. Yirminci yüzyılda bilimdeki devrimsel değişiklikler, sürekli artan bir hızla ve yoğunlukla gelişti. Şüphesiz ki bilimsel düşüncedeki bu hızlı değişim, filozofların bilim hakkındaki görüşlerine ve bilimadamlarının felsefeye yaklaşımlarına ilişkin metotların hızlı bir biçimde değişmesini beraberinde getirdi.
1917’den sonraki yıllar, sözü edildiği üzere, Rusya’da Sovyet gücünün kurulmasına, 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesine ve Orta Avrupa’da, Avusturya, Çekoslovakya ve Polonya cumhuriyetleri gibi yeni demokrasilerin ortaya çıkmasına şahit olmuştur. Ancak bu zamanda, bilim felsefesinin gelişmesinde en büyük etkiye sahip olay, 1916 yılından sonra, Einstein tarafından ortaya atılan yeni genel izafiyet (görelilik) teorisiydi. Bu teoride, Einstein hareket ve yerçekimi alanları kurallarını, çok genel ve soyut ilkelerden, eşitlik ve görelilik ilkelerinden yola çıkarak oluşturmuştu. Onun ilkeleri ve kuralları, soyut semboller arasındaki bağlantılardı: Genel uzay-zaman koordinatları ve yerçekimi alanının on potansiyeli. Bu teori, içinde yeni pozitivizmin fikirlerine göre oluşturulmuş bilimsel bir teorinin bulunduğu yöntemin kusursuz bir örneği gibi görünüyordu. Sembolik veya yapısal sistem, saf bir biçimde gelişmiştir ve kapsanması gereken gözleme dayalı gerçeklerden keskin bir biçimde ayrılmıştır. Bunun üzerine sistem yorumlanmalı ve gözlemlenebilen gerçeklerin tahmini yapılmalıdır ki bu tahminler, gözlemlerle doğrulanmış tahminlerdir. Tahmin edilen belirli üç gözlemsel gerçek vardı: ışık ışınının kırılması, yerçekimi alanında spektral çizgilerin kırmızıya kayması ve Merkür perihelyonunun (günberisinin) artması.
Ancak, Einstein’ın teorisini önceki fizik teorilerle karşılaştırdığımızda, yapıda belirgin bir fark dikkatimizi çeker. Bu fark, alt tarafı, dereceye ilişkin bir farktır ama fizik teorisi anlayışı üzerindeki dikkatimizi, önemli ölçüde değiştirir.
Ne tür sonuçlar çıkarılırsa çıkarılsın, Einstein’ın temel kuralları, eylemleri genel uzay-zaman koordinatları açısından tanımlayacaktır. Söz konusu teorinin sonuçlarının gözlem yoluyla doğrulanmasından önce, bu genel koordinatlar hakkında gözleme dayalı gerçekler açısından, hangi ifadelerin kullanılabileceğini bilmek gerekir. Geleneksel Newtoncu fizikte, mekânsal koordinatlar ve zaman aralıkları, geleneksel zaman ve uzunluk ölçümü metotlarıyla, saat ve ölçme çubukları kullanarak belirlenirdi. Fakat Einstein’ın teorisindeki genel koordinatlar, hareket eden cisimlerin hareket ve konumlarını, her türden deformasyonlara her noktada değişken deformasyon oranlarıyla sahip olabilecek referans sistemleriyle ilişkili olarak tanımlayan niceliklerdir. Uzay ve zaman koordinatlarının tanımına genel bir esas olarak, uzay ve zaman ölçümü için sabit ve tanımlanış bir referans sistemi verilmemiştir. Ölçüm metotları, teorinin ilkelerinden çıkacak sonuçlarla beraber geliştirilmelidir. Bu gerçeklerin, bir bilimsel teorinin yapısını genel olarak algılamamız üzerindeki etkisi nedir?
On Dokuzuncu yüzyıl fiziğinde, teorinin soyut sembollerini içeren ifadeleri – kütle, uzaklık, zaman aralığı vb – gözlemsel gerçeklere çevirmek, pek fazla sorun yaratmadı. Bir çizginin doğruluğunun, bir vücudun sıcaklığının veya bir eylemin hızının ölçülebileceği zannediliyordu. En azından, böyle ölçümlerin mümkün olduğunu varsaymakta herhangi bir zorluk olduğundan şüphelenilmemişti. Einstein’ın genel görelilik kavramına göre ise, bu nicelikleri ölçebilecek işlemlerin tanımları, ciddi ve karmaşık bir hale gelir; teorinin temel kısımlarından biri olur. Genel uzay-zaman koordinatları gibi, soyut sembolleri gözlemsel gerçeklerle ilişkilendiren işlemlerin bu tanımları, bugün P. W. Bridgeman’ın önerdiği terminolojiye göre, “işlemsel tanımlar” olarak adlandırılır.
Daha 1905 yılında, kısıtlı görelilik teorisinde Einstein, “işlemsel tanımlar”ın onun teorisinin önemli bir parçası olduğunun farkındaydı. Daha sonra, teorinin sembolleri ile onların arkasından gelen gözlemsel gerçekler arasındaki bağlantının, On Yedinci ve On Sekizinci yüzyıl fiziğini hariç tutarsak, On Dokuzuncu yüzyıl fiziğinin varsaydığı bağlantıdan çok daha uzun, çok daha karmaşık ve uğraşılması çok daha güç olduğunu vurgulayarak, bir fizik teorisi kavramındaki yeni fizik ilkeleriyle ortaya çıkarılan kesin değişiklikleri tanımladı. Bir bilimsel teorinin genel kavranışında ortaya çıkan değişiklik, yapısal sistem ile deneysel doğrulama arasındaki boşluğa yapılan büyük bir vurguydu. Şimdi yeni bir teori geliştirmek, her ikisinin de büyük bir yaratıcı güç gerektirdiği iki görev içermektedir: Yapısal bir sistem icadı ve onun sembolleri için işlemsel tanımlar bulmak.
Ancak, Einstein’a göre, her yeni fizik teorisindeki büyük yeni fikir, yapısal sistemin ürünüdür. Bu bağlamda, bir fizik teorisi, “dünyanın yapısını” tanımlar. Bu tür bir konuşma, kolaylıkla şöyle yorumlanabilir: Yapının temel taşları olan semboller, evrenin de “gerçek yapı taşları”dır; sembolik sistemin yapısı, “dünyanın gerçek yapısı”dır. Einstein’ın kendi kavramlarına yaptığı kendi yorumlarına, açıklamalarına benzeyen, “Teori, dünyanın gerçek yapısını tanımlar” gibi ifadeler, şu anlama gelir: Uygun işlemsel tanımlar, sembolik sistemden, gerçek gözlemlerimizle kontrolü yapılan gözlemsel gerçekler elde etmemizi mümkün kılar. Dolayısıyla, Poincaré’nin yeni pozitivizmi tarafından savunulan fizik anlayışı, Einstein’ın anlayışıyla öyle bir şekilde değiştirilmiştir ki, bir yapı ve işlemsel tanımlar vasıtasıyla, teori, gerçeklerin kısa tanımı olarak kalır. (…)
Yeni-Thomascı ve yeni-Kantçı ekoller, yüzyılın bitiminden beri, bilimde ortaya çıkan devrimsel değişikliklere, bilim ve felsefe arasına bir çeşit “demir perde” çekerek karşı çıkmışlardı. Fakat bu ekollerden hiçbiri ve aslında geleneksel felsefenin idealist veya gerçekçi tarzdaki hiçbir ekolü, Yirminci yüzyılın yeni bilimini, insan düşüncesinin genel çerçevesiyle bütünleştirme yolunda önemli bir katkı sağlamamıştır. (…)
Einstein’ın, kendi yeni fiziğini tam genellemeyle geliştirdiği genel görelilik teorisini yayımlamasından hemen sonra (1917), bu yeni fiziği geleneksel felsefeyle bütünleştirmeye çalışan değil, bu yeni bilim temelinde yeni bir felsefe oluşturan yazılar yazılmaya başlandı. Bu yazılar, geleneksel felsefenin -ne fundamentalist ne de modernist olanın- tepkisinin yolundan gitmedi. Onlarınki, İncil’in sözleriyle uyumlu, radikal bir tepkiydi:
“Hiç kimse, yeni şarabı eski tulumlara doldurmaz. Yoksa yeni şarap tulumları patlatır; hem şarap dökülür, hem de tulumlar mahvolur. Yeni şarabı yeni tulumlara doldurmak gerek. Üstelik hiç kimse, eski şarabı içtikten sonra yenisini istemez. ‘Eskisi güzel’ der.”
Buradaki eski tulumlar, geleneksel felsefenin yapılarıydı ve yeni şarap da Yirminci yüzyıl bilimiydi. Bir grup insan, yeni tulumlarla ilgilendiler. Thomascı veya Kantçı metafiziğin yapısını kullanmadılar; fakat modern bilimin topraklarında büyümüş olan bir yapıyı, “yeni pozitivizm” yapısını ödünç aldılar. Poincaré ve Duhem gibi kişiler, bu yapıyı, tamamen kendi özel tüketimleri için, kendi arka bahçelerini -bilim kuruluşlarını- temizlemek için kullanırken, 1917’den sonra görülen yeni tip insan, Aristocu veya Kantçı tip geleneksel sistemlerin yerini alması beklenen yeni bir felsefe oluşturmaya girişmişti.
Yeni akım, Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği sırada başladı (1918). Orta Avrupa’da yeni demokratik cumhuriyetler kuruldu: Avusturya, Çekoslovakya, Polonya ve Almanya’da Weimar deneyimi. Bu devletler, bilimsel dünya anlayışının evrimi için elverişli topraklar vaat ediyorlardı. Çarlık rejiminin yıkılışından sonra, Rusya’da da benzer bir durum ortaya çıkmış gibiydi (1917). Dikkat çeken ilginç nokta, demokratik başlangıçtan yeni bir otoriter rejimin kurulmasına dönüşün, yeni pozitivizm felsefesinden Aristocu ve Kantçı geleneğe daha yakın bir felsefeye dönüşü nasıl beraberinde getirdiğidir…
Yeni pozitivizmi insan düşüncesinin genel mantıksal temeline yaymış olan kişiler – Schlick ve Carnap – ilk Viyanalı grupla, özellikle Hahn ve Neurath’la, kişisel bağlantı kurdular. Benim kendi bağlantım ise, üniversitenin tatilleriyle sınırlı kaldı. Artan işbirliğinin sonucunda, yeni felsefe, geleneksel Alman felsefesinden git gide daha farklı hale geldi. …
Metafizik ifadeler, doğru veya yanlış olarak adlandırılabilmeleri için gerekli olan yapıya uymadıklarından, yukarıda bahsi geçen kişiler, hiçbir bilimsel metafiziğin mümkün olamayacağını, mantıklı bir biçimde göstermişlerdi. Fakat sosyal bilimci Neurath, metafizik ifadelerin anlamını, sosyal fenomen olarak incelemişti. O, tamamıyla mantıksal bakış açısından kabul edilebilir olsa bile, “düşmanı rahatlatacak” hiçbir ifadenin alınmaması gerektiği konusunda, kesin bir merhametsizlikle ısrar etti. Metafiziğin ortadan kaldırılmasının sadece daha üstün bir mantık meselesi olduğu değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel hayat için mükemmel uyum meselesi olduğu konusunda, bütün eski Viyanalı grup hemfikirdi. Ayrıca, şu konuda da ikna olmuşlardı: Metafiziğin ortadan kaldırılması, bugün totaliter diye adlandırdığımız grupları, bilimsel ve felsefi temellerinden yoksun bırakırdı ve bu grupların, aslında bazı kesimlerin özel ilgilerini savunduklarını apaçık ortaya koyardı.
Viyanalı grubun Schlick ve Carnap ile yaptığı samimi ve uzun tartışmalarda, yeni felsefenin, metafiziği destekleyecek hiçbir yanlış anlaşılma olamayacak şekilde yapılandırılması gerektiği belirlenmişti. Hepimizin bildiği üzere, bu yanlış anlaşılmalar, “gerçek”, “esas”, “evrenin gerçek yapı taşı” gibi ifadelerin üstünkörü kullanılmasıyla ve kullanıldığı zamanlarda olabilirdi. Neurath bile, yarı şakayla, “yasaklanmış kelimeler dizini” oluşturmak gerektiğini ileri sürmüştü. “Sosyal Bilimler Kuruluşları”ndaki bir monografta, açıkça belirttiği üzere, “varlık”, “cevher”, “akıl”, “madde”, “gerçeklik”, “şey” gibi kelimelerden kaçınmıştır. (…)
1930 – 31 yıllarında, hareketimizin esas sözcüsü olan Erkenntnis’in Biliş ilk sayısı çıkmıştı. Editörlüğünü R. Carnap ve H. Reichenbach üslenmişti. İlk sayı, M. Schlik’in “Felsefede Dönüş” adlı yazısıyla başladı. Yeni eğilimdeki iyimser bir düşüncenin, bu derginin temel düşüncesi olduğunu göstermek için bazı satırları alıntılayacağım. Schlik şöyle der:
“Felsefede, hep beraber nihai bir dönüşün ortasında olduğumuza inanmaktayım. Geçerli sebeplere dayanarak, faydasız sistemler çatışmasının durulduğunu göz önüne almakla haklı çıktım. İddia ediyorum ki, zamanımızda bu türden çatışmaların lüzumsuz hale getirildiği bütün metotlar mevcuttur; önemli olan şey, bu metotları azimle uygulamaktır.”
Aynı yılda (1930), Schlick, Kişisel deneyim, Biliş, Metafizik adında bir yazı yayımlamış ve şöyle demiştir:
“Prensipte, özel bilimlerin metotları vasıtasıyla, varlığın tüm bilişine erişildi; diğer her tür ontoloji, boş laftan ibarettir. Metafizik imkânsızdır; çünkü amaçları, birbiriyle çelişmektedir. Eğer metafizikçiler, sadece kişisel deneyime özlem duyuyorsa, bu özlemleri, şiir ve sanatla ya da hayatın kendisiyle giderilebilir. Fakat özlemi, aşkın olanın kişisel deneyimineyse, hayatı ve bilişi karıştırır ve boş hayallerin peşine düşer.”
Bildiğimiz üzere Schlik açısından “biliş”, eşsiz olarak gerçekler dünyasını işaret eden semboller sisteminin oluşturulmasıdır. Bu yüzden, kişisel deneyimden esasen farklıdır.
Bu güçlü iyimser duygu, psikolojik olarak bir dönüş duygusudur. Bir arabada yüksek hızda seyredebilirsiniz ve hız değişmedikçe bir şey hissetmezsiniz. Fakat bir dönüş veya hızlanma meydana gelirse, güçlü bir tepki verirsiniz. Bugün, mantıksal pozitivizm akımı, artık fazla dikkat çekmiyor, fakat o, felsefede bir dönüş meydana getirmişti ve bundan sonra felsefe, daha düz bir şekilde, yeni bir yöne hareket etti. Şu anda mantıksal pozitivizm olarak adlandırılan akımla kesinlikle ilgisi bulunmayan bir filozoftan bir paragraf alıntılıyorum. C. West Churchman şöyle yazar:
“Çok az kişi, pozitivist duruşun sorgulama biçimi üzerindeki olumlu etkisinden şüphe duyabilir; pozitivist duruş, düşünce ekollerini keskin bir şekilde ayırmıştır ve deneysel metodun destekçilerinin karşı bir hareketle mücadele edebilmesi için bir standart oluşturmuştur. Pozitivist görüşün öncesine geri dönmek, bilim öncesi bakış açısına geri dönmek ve demokratik bakış açısına sahip birinin gözünde egemenin kesin gücünü savunan bir karşıt olmak demektir.” (…)
1936 yılında, tam Kopenhag’da Bilim Birliği Kongresi devam ederken, Profesör Schlick, Viyana Üniversitesinde, ders verdiği amfinin yanında, bir öğrenci tarafından öldürüldü. Duruşmada, davalının avukatı, hafifletici sebepler olduğunu ileri sürdü; çünkü öğrenci Schlik’in “bozuk felsefe”sine öfkelenmişti. Schlick’i tanıyan herkes, onun asil, insanî ve ihtiyatlı kişiliğini takdir ederdi. “Bozuk felsefe” ifadesinin arkasındaki politik imalar ortadaydı. Öğrenci, on yıl hapse mahkûm edildi. Ancak iki yıl sonra, Nazi ordusunun Viyana’yı işgal edip bir sürü insanı tutukladığı zamanda, Schlik’in katili, serbest bırakıldı.
Schlick’e atılan kurşunlar, artan Nazi gücünün baskısı altında meydana gelen Orta Avrupa pozitivizminin çözüldüğünün çarpıcı bir göstergesidir. 1938’in sonunda bu süreç tamamlandı. Mantıksal pozitivizm ile aynı doğrultuda çalışan Orta Avrupa’nın büyük çoğunluğu, ülkelerini terk ettiler. Sebebi ise ya siyasî baskıdan kaçmaktı ya da çoğu kez de, Nazi diktatörlüğü altında mantık ve deneye dayalı felsefenin yeri olmayacağı düşüncesiydi. Göçmenlerin çoğu, o zamandan beri Birleşik Devletler’de yaşadılar ve daha küçük bir kısmı da Büyük Britanya’da.
* Philipp Frank, Modern Bilim ve Felsefesi, Harvard University Press, Cambridge, Mass., 1941-9. s.1-5,18-21,25-6,34-5,41-2,49-50.