I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Bilge Bir Adam Bu Gülünç Dünyada Hangi Kural Çerçevesinde Yaşayacaktır?

Dördüncü yüzyılda Atina’da iki büyük felsefe okulu daha kuruldu: Adını Epikür’den alan Epikürcü okul ile kurucusu Zeno’nun öne çıktığı, adı Stoa’dan (sundurma) mülhem Stoacı okul.

Ahlak felsefesi itibariyle bunlardan ilki haz arayışında ölçülülük/ılımlılık vazeden bir doktrini, ikincisi ise insanı hazzın ve acının üstüne çıkaracak olan ussal özdenetimi vazediyordu. Roma hükümranlığının genişlemesi ve genişlemenin getirdiği refahın sonucu olarak eski normlardan sapış, Romalı seçkinleri sürdürülebilir/geçerli bir yaşam tarzının tesisi arayışına yöneltti ve miladi tarihin başlarında, Epikürcülüğe kıyasla, Stoacılığı daha cazip, daha kafa dengi buldular. Devasa bir imparatorluğu yönetmenin ağır yükünü taşıyan ve dahası bu görevi ciddiye alan kuşaklara cazip gelen, Stoacıların kozmoloji veya metafiziğinden ziyade, ahlak öğretisi oldu.

Oyun yazarı, yazar ve devlet adamı olan Lucius Anneus Seneca (İÖ 4 – İS 65) Stoacı öğretinin ahlakçı yönünden çok etkilenmişti. Senaca’nın spekülatif düşünceden nasibini aldığı söylenemese de Stoacı ahlak görüşünün Roma İmparatorluğu’nu yönetenlerin neredeyse resmi felsefesi haline gelmesinde önemli rol oynadı. İmparator Neron’a hocalık yapan Seneca, giderek aklını yitiren hükümdar tarafından, kendisine komplo kurduğu gerekçesiyle, intihara zorlanmak suretiyle ölüme mahkûm edildi.

Mutlu Yaşama Dair*
Seneca

Mutlu yaşamayı, kardeşim Gallio31, herkes arzular ama yaşamı tam da neyin mutlu kıldığı gayet açık olduğu halde zihni buna kördür. Ve mutlu yaşamı elde etmesi kolay olduğu halde ona ulaşmak için ne kadar hevesle çabalarsa -ve eğer yolda bir hata da yapmışsa- ondan bir o kadar uzak düşer ve aradaki mesafe çabalarının hızı nispetinde ters yöne doğru artar.

Dolayısıyla, önce hedefimizin ne olduğunu araştırmak suretiye belirlemeli; sonra bizi bu hedefe en çabuk ulaştıracak yolu bulmalıyız. Ve bu yolculukta -eğer doğru yoldaysak- her gün ne kadar yol kat ettiğimizin, doğal bir dürtüyle ulaşmak zorunda olduğumuz hedefe ne kadar yaklaştığımızın idrakında olmalıyız. Ortalıkta rehbersiz ve amaçsız dolaşır ve sadece bizi farklı yönlere çeken gürültüyü ve akortsuz sesleri takip edersek, yaptığımız hatalar yaşamı yiyip bitirir – öyle bir yaşam ki, gece gündüz aklıselim peşinde koşmuş olsak bile, kısacık. O halde, hem hedefin hem de yolun ne olduğuna karar verelim ve yöneldiğimiz bölgeyi araştırıp keşfetmiş olan tecrübeli bir rehber bulmayı ihmal etmeyelim; çünkü bu yolculuğun koşulları diğer pek çok yolculuktan farklıdır. Yolculukların çoğunda iyi bilinen bir yol ve bölge sakinlerinden edinilen bilgiler sayesinde insan kaybolmaz; ama söz konusu yolculukta en iyi ve en sık aşındırılmış olan yollar en aldatıcı olanlardır. Dolayısıyla hiçbir şey şu uyarı kadar vurgulanmaya muhtaç değildir: Önümüzdeki sürüyü koyun gibi takip etmemeli, yani kendimizin takip etmesi gereken yolu değil, herkesin gittiği yolu izlememeliyiz. Ne ki, hiçbir şey kendimizi bir rivayete, yani en iyi şeylerin genel kabul gören şeyler olduğuna dair inanca teslim ettiğimiz gerçeği kadar başımızı belaya sokamaz – gerçek şu ki, arkasından gidilebilecek kalabalıklar olduğu için kurala uygun yaşıyoruz, yani akla uyarak değil, taklit ederek yaşıyoruz. Bunun sonucu olarak insanlar, uzun bir kuyruğa girmiş, birbiri ardına yok oluşa doğru hızla koşuyorlar ve bunu yaparken (insanlık) büyük baskı altında birbirini itip kakıyor, kimse bir diğerini de beraberinde çekip götürmeden düşemiyor ve öndekiler arkadakilerin yok oluş nedeni oluyor. Aynı şeyin yaşamın her alanında cereyan ettiğini görebilirsin. İnsan, sadece kendi acısına yanlış yapmaz, bir diğerinin yanlışının da nedeni ve destekçisi olur. Çünkü insanın kendisini öndeki kalabalığa bağlaması tehlikelidir. Her birimiz kendi değerlendirmemizi kendimiz yapmaktan ziyade bir başkasına inanma eğiliminde olduğumuz için, asla yaşamı yargılamayız; ne ki körü körüne güven ve elden ele geçerek bize kadar ulaşmış olan bir yanlış, sonunda bizi de içine çeker ve mahvımızı hazırlar. Bu, mahvoluşumuzun müsebbibinin diğer insanlar olduğunu gösterir; gel kendimizi kalabalıklardan uzak tutalım ki, bütün kalabilelim. Kendi günahını savunan kalabalıklar (avam) akılla kavgalı. Bunu seçimlerde, yani popüler oy’un vefasız rüzgârının dönüverdiği ve praetor32’ları seçen insanların, bu praetor’ların neden seçildiğine şaşırdıkları yerde görüyoruz. Her şey bir dakikadan diğerine lehimize veya aleyhimize gerçekleşebiliyor. Çoğunluğun seçimi doğrultusunda verilen her kararın sonucu budur.

Tartışma konumuz mutlu yaşam olunca, bana, bu bir oy verme meselesiymiş gibi, “Bu taraf çoğunlukta,” diye cevap vermenin sana yararı olmaz; çünkü “o taraf”, tam da bu nedenle en kötüsü olacaktır. İnsanlığa dair işler çoğunluk daha iyi olanı tercih eder gibi mutlu bir düzenlemeye sahip değildir; kötü seçimin müsebbibi kalabalıkların ta kendisidir. Dolayısıyla, gel, yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu bulalım, en yaygın olarak yapılanı değil – hakikatin olabilecek en kötü yorumcusu olan ayak takımının rağbet ettiğini değil, kalıcı mutluluk talebimizi neyin ihdas edeceğini bulalım. Ama ayaktakımıyla kastettiğim, mutfaktaki hizmetçi kadar mahkeme görevlileridir; çünkü bedeni saran giysilerin rengi beni ilgilendirmiyor. Ben bir insana değer biçerken göze görüneni dikkate almıyorum; ruh güzelliğini seçebilmem için daha iyi, daha güvenilir bir ışığa sahibim. Ruh nefes alacak zaman bulup kendi içine çekilse ah nasıl da işkence çeker ve hakikati itiraf ederek der ki: “Şimdiye kadar yaptığım her şeyi bozardım (yapmamış gibi yapardım); neler söylediğimi düşününce sağırları kıskanırdım; ettiğim duaları düşününce, bunlar için düşmanlarımın başına derdim; hele de endişelerimi/kaygılarımı düşününce -ah siz tanrılar!- ne kadar hafiflerdim! Nefreti bir yana bırakıp düşmanlık beslediğim herkesle dostluk tazeledim -keşke kötüler arasında dostluk olabilse- ama kendi kendimle hâlâ dostluk kuramadım. Kalabalıkların arasından sıyrılıp çıkmak için elimden gelen çabayı gösterip kendimi bir şekilde takdire şayan biri yapmaya çalıştım ama kendimi fesat oklarının hedefi yapmak ve beni neremden vurursa inciteceğini göstermek dışında neyi başardım dersin? Siz belâgatiyle övünenler, servetiyle iz bırakanlar, çıkarını gözetenler, gücünü göklere çıkaranlar, görüyor musunuz? Bütün bunlar ya şu an düşmanınız veya olacaklar -aslında ikisi de aynı yere çıkıyor ya. Sizi kaç kişinin kıskandığını görmek için hayranlarınızı sayın. Ben neden bunun yerine biraz iyilik peşinde, yani göstereceğim değil, hissedeceğim şeylerin peşinde olmayayım? Bakışları üstüne çeken, önünde insanların kalakalıp hayretle birbirlerine gösterdikleri, dışı pırıl pırıl, içi bomboş olan bu şeyler.”

Dış görünüşünün ötesinde iyi olan bir şey arayalım- somut, kalıcı ve görünmeyen yönünden daha güzel olan bir şey; bunu arayıp tarayalım. Uzakta değil; elini nereye uzatacağını bilirsen bulacaksın. Bu haliyle, elimizin altındakileri karanlıkta arıyormuşçasına ıskalıyor, tam da arzu ettiklerimizin üstüne basıyor, tökezliyoruz.

Seni çapraşık ayrıntılarla sıkmamak adına susup diğer filozofların düşüncelerini geçeceğim, çünkü onları tek tek saymak ve yanlışlarını ortaya koymak sıkıcı olur. Bizimkilerin söylediklerini dinliyor musun? Ama, “bizimkiler” derken, kendimi Stoacı üstatlardan herhangi birine mecbur etmiyorum; benim de görüş oluşturma hakkım var. Bu yüzden, şu veya bunu izleyeceğim, şundan veya bundan sorunu parçalarına ayırmasını talep edeceğim; belki de, hepsinden sonra bana başvurulunca, benden öncekilerin hiçbirini yalancı çıkarmayacak ve diyeceğim ki: “Ekleyeceklerim bu kadar.” Bütün bu arada kılavuzum Doğa, yani tüm Stoacıların hemfikir olduğu doktrin. Gerçek bilgelik, O’ndan sapmamak ve kendimizi O’nun yasalarına ve örüntüsüne uygun kalıba sokmaktır.

Dolayısıyla, mutlu yaşam insanın kendi doğasıyla uyum içinde olan bir yaşamdır ve ona sadece bir yolla erişilebilir. Her şeyden önce sağlam bir zihne ihtiyaç var, aklıselimini sürekli koruyan bir zihin; ikincisi, bu zihin cesur ve enerjik olmalı, soylu bir metanete sahip, acil durumlara hazır, bedeni ve bedenle ilgili her şeyi korkuya kapılmadan gözeten bir zihin olmalı; ve son olarak, yaşamı süsleyen tüm fırsatlara, hiçbirine gereğinden fazla sevgi beslemeden dikkatli olmalı ve Talih’in kölesi değil, O’nun sunduğu armağanlardan yararlanan olmalı. Daha fazla konuşmasam da anlıyorsun ki, bizi heyecanlandıran, uyaran veya korkutan şeyleri başımızdan attığımız zaman, kesintisiz bir huzur ve kalıcı özgürlük başlıyor; çünkü zevk ve korku uzaklaştırılınca, kötülüğe yol açan tüm önemsiz, kırılgan ve zararlı olanın yerini kesin, değişmez ve sınırsız sevinç kaplıyor ve sonra da huzurlu ve ahenkli bir ruhun merhametle birleşmesi ve gerçek büyüklük! Çünkü vahşet zayıflıktan doğar.

Bu iyiliği başka şekillerde tanımlamak da mümkün – yani, aynı şey başka dillerle de ifade edilebilir. Nasıl ki bir ordu, bir zamanlar daha çok asker istihdam etmiş olsa da aynı ordu olarak kalır, kalabalıklar da hangi şekli almış olurlarsa olsunlar -ister dar alanda, ister ortası boş ve kanatları öne doğru kıvrılmış olarak veya düz bir hatta ayakta, ister uzun bir saf olarak-, aynı ruhla ve aynı amaçları savunmak üzere, benzer kararlılık sergiler. Dolayısıyla en üstün iyiliğin tarifi, bazen ayrıntılı ve uzun, bazen ölçülü, özlü ve kısa olabilir. Dolayısıyla, sana, “Üstün iyilik şans eseri olanı küçümser, sadece erdemden mutluluk duyar,” veya, “Fethedilemezlik, tecrübeyle bilgelik kazanmış olmak, eylemde sükûnet ve tüm bu süre içinde ilişkilerde nezaket ve düşünceli olmak zihnin gücüdür,” desem, ikisi de aynı anlama gelir. Mutlu insan iyilik ve kötülüğü sadece zihne izafe edebilen insandır – izzetinefsi (onuru) aziz tutan, erdemle yetinen, şans eseri olanla övünmeyen veya ezilmeyen, kendi kendisine bahşedebileceği iyilikten öte iyilik olmayacağını bilen ve gerçek zevki kendisi için bir lanet olarak telakki eden insandır. Konudan konuya atlamak gibi olacak ama bu görüş, anlamı zayıflamadan veya bozulmadan, ifadenin başka formlarına da aktarılabilir. Nedir bizi mutlu yaşam, özgür, bülent, korkusuz ve kararlı bir zihne sahip olmaktır demekten alıkoyan? Öyle bir zihin ki, korku ve tutkunun erişemediği bir yere konmuş, erdemi yegâne iyilik, alçaklığı yegâne kötülük ve geriye kalanın tümünü -üstün iyiden eksiltip eklemeksizin gidip gelen, mutlu yaşama hiçbir katkısı olmadığı gibi hiçbir şeyi alıp götürmeyen- değersiz bir kütle addeder.

Yere böylece çakılı kalmış bir insan, istese de istemese de içten gelen derin bir hazla sürekli neşeli olmalı, çünkü hazzı kendinde (öz kaynağında) bulmakta ve bu içsel hazdan daha büyük bir mutluluk arzulamamaktadır. Böylesi mutlulukların sefil bedenin değersiz, önemsiz ve geçici heyecanlarıyla karşılaştırılması doğru olmaz mı? İnsan hazzı alt edebildiği gün, acıyı da alt edecektir; ama gördüğün gibi, efendilerin en kaprislisi ve zalimi olan haz ile acının onu (zaman içinde) esir alacağı bu zavallı ve muzır bağımlılıkla oyalanmak durumunda. Bu yüzden kaçıp özgürlüğe sığınmalıyız. Ama bunu yapmanın tek yolu Talih’e yüz vermemektir. Böyle doğacaktır her türlü tahminin (hesabın) ötesinde bir kutsanış: Artık güvenli bir biçimde demir atmış olan bir zihnin yücelişi ve huzuru ve -tüm yanılgılardan kurtulunca- hakikatin keşfinin getireceği büyük ve istikrarlı mutluluğun yanı sıra şefkatli ve neşeli bir zihin; ve bütün bunlardan kaynaklanan haz, iyi olduğu için değil, kendinden olanın fışkırması.

Konuyu işlerken epeyce özgür davrandığıma bakarak diyebilirim ki, mutlu insan kaygı ve tutkudan akıl yoluyla kurtulmuş insandır; taşlar, hatta kırdaki hayvanlar bile kaygı ve dertten bağımsız oldukları halde, kimse bunlar için “çok mutlu” diyemez, çünkü mutluluk kavramından yoksundurlar. Aynı sınıfta mütalaa edilmeleri, doğuştan gabi ve kendinden bihaber olan insanları bunlarla aynı seviyeye, hayvan ve cansız şeyler seviyesine indirger. Aralarında fark yoktur, çünkü bir itibarla akıldan yoksun, bir diğer itibarla yamuk akıllıdırlar, yani akılları ters yönde ve kendi acıları hilafına çalışır; çünkü hakikatin yetki alanı dışına itilmiş olan hiçbir insana mutludur denemez. Bu nedenle mutlu olan yaşam doğru, güvenilir ve değişmez bir muhakemeyle temellenir. O zaman zihin derin yaralardan, hatta sıyrıklardan bile nasıl kaçınacağını bildiğine, her ne duruşu benimsemişse bunu sonuna kadar sürdürmekte kararlı olduğuna, bu duruşu öfkeli Talih’in saldırıları karşısında bile muhafaza edebileceğine göre, sahiden her türlü illetten arınmış, berrak ve özgür müdür? Bedensel zevklere gelince; bunlar her yanımızdan akar, her delikten sızarken yaltaklanmak suretiyle zihni yumuşatır ve bizi tümüyle veya kısmen baştan çıkarmak için her türlü aracı birbiri ardına devreye sokarken, hangi ölümlü, içinde küçücük bir insanlık kırıntısı kalmış olan hangi ölümlü sabah akşam duyularının gıdıklanmasını ister ve zihni yüzüstü bırakıp, tüm dikkatini bedene verir?

Ama denebilir ki, “Aklın da kendi zevkleri (hazları) vardır.” Bırak olsun, gerçekten! Bırak lüksü ve zevki yargılamak üzere vaziyet alsın; bırak duyulara haz vermeyi alışkanlık haline getirmiş her şeyi tıka basa yesin ve sonra da geçmişe bakıp solan zevkleri hatırlasın; bırak kendi planlarını yapsın ve beden tıkınmaktan yorgun düşmüş yatarken, düşünceleri olacaklara (geleceğe) yönlendirsin – ne var ki, bence zihin, bütün bunlardan dolayı hiç olmadığı kadar sefil olacaktır; zira iyinin yerine kötüyü seçmek çılgınlıktır. Aklı başında olmayan insan mutlu olamaz, en iyi olanın yerine kendisine zarar verecek olanı seçenin de aklı başında olmaz. Dolayısıyla, mutlu insan doğru muhakeme yapabilen insandır; mutlu insan, her ne olursa olsun, kendi payına düşenle (nasibiyle) tatmin olan ve içinde bulunduğu şartlarla barışık olan insandır; mutlu insan tüm varoluş koşullarının değerini aklın biçmesine izin veren insandır.

* Seneca, Moral Essays, “On The Happy Life”, Harvard University Press, 1935.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.