Aziz Thomas Aquinas*
Fransız filozof Jacques Maritain (1882-1973) belki de günümüz Katolik Rönesanssının yol gösterici ışığıdır. Bergson’un öğrencisi olan ve Roma Katolikliği’ne dönen Maritain, yetişkinlilik dönemini, modern zihnin hastalığını tanımlamaya ve bu hastalığın çaresi olarak, özellikle Aziz Thomas Aquinas’da vücut bulmuş olan Hıristiyan kültürünün muazzam geleneğine dönüşü tavsiyeye adamıştır. Önemli eserlerinden bir tanesi olan Aziz Thomas Aquinas, (The Angelic Doctor) 1929’da basılmıştır.
İnsanın belli bir mükemmelliği anlamına gelen kültürün, kendisini nihai bir son olarak görmesinden kaynaklanan modern zamanların sıkıntısı, bu makalenin başında incelenmiştir. Bu sıkıntı, Dekartçı ya da felsefi aşamada, mantık seviyesinin üzerindeki her şeyi küçümsemesiyle başlamıştır; mantığın kendisinin küçümsenmesiyle sonuçlanır ve hem bedenin kanunu, hem de mantık dışılığın insanlarda kaçınılmaz olarak hızlandırdığı manevi baş dönmesiyle muzdariptir. “Modern dünyanın hatası, doğaüstünün mantık üzerindeki hâkimiyetini reddedip mantığın doğa üzerindeki hâkimiyetinden emin olmak iddiasından kaynaklanır.” Bir müddet öncesine gönderme yapan metafiziğin, bilgi düzeninde bile, yetersiz bir çare olması, bu nedendendir. Daha yüce ve daha ilahi olan bir başka bilgelik, Kutsal Ruh’un lütuflarından, bizzat sevginin doğuşudur. Sefaletimiz, en başta işte bu mistik bilgeliğe açlık ve susuzluk duyar; çünkü bu bilgelik, ilahi şeylere vuslat (‘bir’ olma) ve sonsuz mutluluğun başlangıcı olması yönünden, tek başına açlığımızı ve susuzluğumuzu dindirmeye yeterlidir. Ancak yine de bizi aç ve susuz bırakır; çünkü Tanrıya olan iştiyakımızı, ancak rüyet (O’nu görme) tamamıyla tatmin edebilir.
Aziz John, böyle bir bilgeliğin önemli bir simasıdır; Aziz Thomas Aquinas ise büyük teoloğudur. Tefekküre ölümcül bir darbe indirmeden göz ardı edilemeyecek esas hakikati ve bizzat Hıristiyanlığı, diğer bilgelerden daha doğru bir biçimde tanımladığı için - ki burada, tabiat ve lütuf arasındaki fark ve bunların mevcut iç içe geçmişliği ile verilmiş lütufların bütün uzviyeti- o, mistik bilgeliğin, hikmetin esasına ilişkin, diğer herkesten daha iyi bir açıklama sunar; onu her türlü sahtekârlığa karşı diğerlerinden daha fazla müdafaa eder.
Hıristiyan kültürünün yeniden yapılandırılması açısından, Aziz John’dan bekleyebileceğimiz en büyük fayda budur; çünkü son çare olarak, dünyadaki bütün Hıristiyan düzeninin dayandığı bilgelik (hikmet) ve tefekkür budur.
Bir kültürün bütünlüğü, en başta ve her şeyden öte, belli bir ortak felsefi yapıya, belli bir metafizik ve ahlakî duruşa, belli bir ortak değerler ölçeğine, bir başka deyişle, belli bir ortak evren, insan ve insan hayatı kavramına ve sosyal, dilsel ve hukuki yapıları, deyim yerindeyse, tecessüm etmiş (cisimleşmiş) hayata bağlı olarak tanımlanır.
Bu metafizik bütünlük, uzun süredir bozulmuş haldedir, tamamıyla yok olmamıştır, ancak bozulmuştur ve Batı’da aşınmış gibidir. Batı kültürünün dramı, şu gerçekten ile gelir: onun ortak metafizik varlığı, kesinlikle yetersiz olan asgari seviyeye indirilmiştir, öyle ki sadece madde, onu bir arada tutabilir ve madde, hiçbir şeyi bir arada tutma yetisine sahip değildir. Bu drama, bizim için çok daha trajiktir; çünkü şu anda her şeyin, yeniden yaratılması, Avrupalı evimizde her şeyin, yeniden yerine koyulması gerekmektedir. Eğer ortak bir felsefe, Avrupa’daki seçkin kesimin kabulünü sağlamakta başarılı olsaydı, bu, Batı dünyasında tedavinin başlangıcı olurdu.
Modern dünyayı etkileyen hastalık, en başta bir akıl hastalığıdır; akılda başlamıştır, şimdi aklın köklerine hücum etmektedir. Dünyanın bize karanlıklarla örtülmüş görünmesi şaşırtıcı mıdır? Si oculus tuus fuerit nequam, totum corpus tuum tenebrosum erit.
İlk günah işlendiği zaman, tam da şu andaki gibi, insanoğlunun bütün uyumu paramparça olmuştu; çünkü mantığın Tanrıya bağlı olduğunda ısrar eden düzen bozulmuştu; yani tüm düzensizliklerimizin kökeninde, ilk olarak ve her şeyin ötesinde, zihnin en yüksek sınıflandırılmasındaki bozukluğun olduğu açıktır. Felsefecilerin sorunları, bu bağlamda büyüktür. On Altıncı yüzyılda, özellikle de Descartes’ın döneminde, mantık erdeminin iç hiyerarşisi bozulmuştu. Felsefe, en önemli bilim kabul edilme isteğini gerçekleştirmek için ilahiyattan uzaklaşmıştı ve mantık dünyasının matematiksel bilimi ve onun fenomeni, tam da bu sırada metafiziğin önüne geçince, insan aklı, Tanrı’nın bağımsızlığı ve varlığını ilana başlamıştı. Sonunda Tanrı’nın, yani her şeyi bilenin bağımsızlığı- en son, Tanrı’yı yakin olarak (içsel bilgiyle) bilmenin reddedilmesine kadar gönülsüzce kabul edilen bağımsızlığı- lütuf ve vahiyle doğaüstü bir biçimde ortaya çıkmıştı. Varlığın, yani aklın doğasında olan nesnenin bağımsızlığı, kendisini ona karşı mütevazı bir biçimde tartmayı bıraktı ve sonunda, kendi tabiatında olduğunu düşündüğü geometrik belirginliğin tohumlarından onu tamamen çıkarmaya başladı. Aklın nesnesine göre düzenlenmiş olan ilişkinin bu şekilde dağılacağının farkına varmakta zorluk çekiyoruz. Kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş bu birkaç soyut kelimenin korkutucu önemini- o kadar maddî olduk ki- idrakte zorluk çekiyoruz. Burada işaret edilen büyük görünmez felaketin, büyük ayaklanmanın farkına varmakta güçlük çekiyoruz. Aristo’nun ifade ettiği gibi, akıl bu “ilahi” faaliyettir, ışığın ve hayatın mucizesidir, yaratılmış doğanın en üst seviyedeki ihtişamı ve mükemmelliğidir. Onun vasıtasıyla biz, maddi olmayan bir şekilde her şey oluruz, onunla, bir gün doğaüstü güzelliğimize, yani yeryüzünde insanî olan bütün eylemlerimizin sebebi ve yaptığımız her şeyin doğrulayıcısına erişiriz. İnsanın içinde taşıdığı ve ilahi nurun da payının bulunduğu bu hayatın rahatsızlığının, insan için ne ifade ettiğini kavrayabilir miyiz? Descartes tarafından başlatılan ve On Sekizinci-On Dokuzuncu yüzyıl filozoflarınca devam ettirilen devrim, yer kabuğunun en dehşetli kabarmalarından, ya da ulusların ekonomisindeki çalkantılardan çok daha büyük bir tarihi felakettir ve bu devrim, Âdem’in çocuklarının aklında en başından beri bulunan yıkıcı güçleri açığa çıkarmıştır.
Nesneye, Tanrı’ya, varlığa inat eden akıl, aynı zamanda bütün insan otoritesine de aynı seviyede karşı durur, bütün geleneğe ve manevi devamlılığa karşı bir isyan haline gelir. Kendi kabuğu içinde dinlenmeye çekilir, bireyin iletişim kurulamazlık durumuna kendini kapatır. Docibilitas’ı ele alacak olursak, hayvanî yetilere kıyasla öğretilme yetisi, yaratılmış aklın en önemli özelliğidir; çünkü hayvanî yetiler, aklı taklit eder ve hazırlar. Bu bağlamda, Aristo, hayvanlardan öğretilmeyi reddedilenleri en alt tabakaya yerleştirerek, onları yaradılışlarına göre sınıflandırır. Ayrıca bu docibilitas’ı, bizim örneğimizde, sosyal hayatın temeli olarak düşünürseniz -ki insan temelde spekülatif ve faydacı mantığın işlerinde, yani kendi özel işinde, ilerleme kaydetmek için diğer insanlara ihtiyaç duyan siyasi bir hayvandır- kaçınılmaz sonuç şudur: Bir yandan, insan öğrenmesine ve nesneye karşı uysallığını kaybederek, zamanımızdaki akıl, mutlak manada ciddi bir katılaşma ve mantığın aşamalı olarak zayıflaması yönünde hareket etmişti. Öte yandan, sosyal hayatın en insani bağları, kaçınılmaz bir son olarak, gitgide gevşemiş ve çözülmüştü.
Günümüzde aklı derinliklerine kadar etkileyen hastalığın üç temel belirtisi, Dekartçı reform tarafından başlatılan büyük değişikliklerden bu yana spekülasyonun ulaştığı evrim noktasında fark edilebilir.
Akıl, bir bilim olarak önce ilahiyatı ve ardından metafiziği inkâr edip geri çevirerek; birincil nedeni ve maddi olmayan gerçeklikleri anlamaya çalışan her türlü çabadan uzak durarak; hem duyuların algılanmasına hem de mantık ilkelerine, yani bütün bilgilerimizin dayandığı şeylerin hepsine bir hakaret niteliğindeki daha az ya da çok işlenmiş şüpheyi üreterek, kendi öz gücünü kanıtladığını farz eder. İnsan bilgisinin bu mağrur yıkılışı, bir kelimeyle tanımlanabilir: Agnostiklik.
İnsan aklı, aynı zamanda, ilk hakikatin haklarını tanımayı reddederken doğaüstü düzeni de, imkânsız olduğunu düşünerek, tanımaz. Böylesi bir reddedişi, lütfun bütün özüne karşı bir hamle olarak telakki eder. Bu, natüralizm kelimesiyle tanımlanabilir.
Son olarak, akıl, insan tabiatının mitsel algılayışının serabıyla kendisinin kandırılmasına izin verir. Söz konusu algılayış, saf ruha özgü olan bu tabiatın durumuna atfedilir. Yine akıl, her birimizde olması gereken o tabiatı, tıpkı melekteki meleklere has tabiat gibi kâmil, eksiksiz var sayar. Bu sebeple, bizim için, tabiat üzerinde tam bir hâkimiyetle birlikte, haklarımızda adaletli olarak, bir üst otonomi, tam bir kendine yeterlilik ve saf şekillere uygun bir özerklik talebinde bulunur. Her ne kadar kelimenin bütün metafizik anlamını vermesi açısından angelizm daha doğru bir tanımlama olacaksa da, bu, bireycilik şeklinde ifade edilebilir. Böyle bir terim, tarihi telakkilerle doğrulanır ve bu doğrulanma, doktrinsel düşüncelerce yapılandan daha az değildir. Çünkü modern bireyciliğin ideal aslı ve metafiziksel tipi, herhangi bir tür cevher ile meleksel monat arasındaki Dekartçı karmaşada bulunur.
Bu üç büyük hatanın, hayatımızın akli, dini ve ahlakî temellerine saldırması bakımından, gerçekten radikal bir hastalığın belirtileri olduğunu düşünüyorum.
Evvela, bunlar, örtülü ve gizli bir şekilde, saf dini niyetler halindeydiler. Bugün ise tüm parlaklıkları, baskınlıkları ile hazır ve nazır olarak karşımızdalar. Herkes onları görüyor ve hissediyor; çünkü onların keskin ve acımasız tarafları, akıldan çıkarak insanlığın salt bedenine, etine geçti.
Konuyu bir kez daha gözden geçirirsek, İncil’deki ifadeyi, böyle hatalardan zarar görmüş akl-ı selimin temel doğruluğunu hayatımıza uyarlamak, tabiî mantığın bütünlüğü ve aklın yolunun bir olmasıdır. Bu Rasyonalizmin ne ilginç bir kaderi varmış! İnsanoğlu, evreni fethetmek ve her şeyi mantık seviyesine indirgemek için kendisini her türlü denetimden azat etti. Sonunda, gerçekliği terk etmeye başlarlar, varlığa ilişkin hiçbir fikri kullanmaya artık cesaret edemezler, akla uygun doğrunun ve bilinçlilik fenomeninin ötesindeki herhangi bir şeyin bilgisini kendilerine yasaklarlar, her spekülasyon nesnesini, oluşum ya da evrim denilen akışkan peltede çözerler, naïveté’nin -yani spekülasyon ve mantıksal kavrayışa yönelik her türlü çabanın yerine geçen ve içgüdü, hayal, önsezi, içsel duygulardan oluşan bir tür oyunun- her temel ilkesinden ve her rasyonel ispatından şüphe duymadıklarında kendilerini barbar sayarlar, bir karara varmak cesaretini kaybetmektedirler.
* Jacques Maritain, Angelic Doktor Aziz, s. 80-2, 109-14, 1931.