Almanya*
Madame de Staël (1776-1817), Napolyon döneminde meşhur bir yazar ve romancıydı. XVI. Louis’nin finansal danışmanı olarak hizmet vermiş İsviçreli maliyeci Necker’in kızı olan Madame de Staël, Fransız Devrimi sırasında Fransa’dan kaçtı, azımsanamayacak sayıdaki liberal göçmenin lideri oldu. Robespierre’in düşürülmesinin ardından siyasi düşüncelerini açıkça söylediği için siyasi kitaplarını yasaklayan ve onu sürgün eden Napolyon’a karşı bir kitle yaratmak için Fransa’ya geri döndü. De L’Allemagne (1813) ile birlikte, Almanya’nın öncü olduğunu düşündüğü edebiyat, felsefe ve sanat alanlarında “romantizm” akımının yükselişinden memnuniyetini ortaya koydu.
Fransız ve Almanların ahlaki açıdan zıt kutuplarda olduğu rahatlıkla söylenebilir; çünkü Fransızlar tüm düşüncelerin dış kaynaklı olduğunu, Almanlar ise tüm izlenimlerin yerleşik düşüncelerden geldiğini farz etmektedir. Yine de bu iki millet sosyal ilişkilerini iyi bir şekilde yürütmektedir ama başka hiçbir millet edebi ve felsefi sistemlerinde bunlardan daha zıt olamaz. Fransa, entelektüel Almanya’yı kısmen bilmekte ve aramızdaki yazarlardan çok azı Almanya’yı tanımaya çalışmaktadır. (…)
Bu sebepler yüzünden tüm Avrupa’da şimdiye kadar yapılan çalışmaların ve istiğrakın yürütüldüğü bir ülkeyi tanımanın getirileri olacağına ve bu ülkenin düşüncenin merkezi olarak addedilebileceğine inanmışımdır.
Doğuşunu Hıristiyanlığın ve şövalyeliğin birleşmesine borçlu olan, kökeni Troubadour’ların şarkılarına dayanan şiir türünü tanımlamak için kullanılan romantik sözcüğü, yakın zamanda Almanya’da kullanılmaya başlanmıştır.
Eğer edebiyat imparatorluğunun paganizm ve Hıristiyanlık, kuzey ve güney, ilkçağ ve orta çağ, şövalyelik ve Yunan ile Roma kurumları arasında bölündüğünü kabul etmezsek, antik ve modern zevkler üzerine felsefi bir yargı oluşturmak konusunda asla başarılı olamayız.
Bazı Fransız eleştirmenler, Alman edebiyatının hâlâ bebeklik döneminde olduğunu iddia etmişlerdir ama bu düşünce tamamen yanlıştır, çünkü dil bilgisi ve eski eserler alanında gayet yetenekli olan Almanlar, benimsedikleri ya da reddettikleri edebiyat türlerinin eksikliklerini ve getirilerini elbette ki göz ardı etmemektedirler, ancak karakterleri, alışkanlıkları, muhakeme şekilleri onların, şövalyelik anıları ve orta çağ mucizeleri üzerine kurulu, temelini Yunan mitolojisinden alan bir edebiyatı tercih etmelerine sebep olmuştur. Romans edebiyatı, kendi başına daha ileri gidebilir; kendi toprağında kök saldığı için büyümeye devam edip yeni bir hayata başlayabilir; bizlere dinimizi anlatıp tarihimizi hatırlatabilir. Romansın kökeni antik çağ kadar olmasa da oldukça eskidir. Klasik şiirin bize, yani kaynağına geri dönmeden önce, paganizm anılarımızdan geçmesi gerekir. Bizde hatırlanması gereken şey paganizmken, Almanlarda Hıristiyanlık dönemi güzel sanatlar örnekleridir. Klasik şiir, kişisel izlenimlerimizden güçlü ve canlı duygular uyandırmaya çalışır, ilham aldığı hususiyeti derhal kalplerimize yansıtır ve yaşamlarımızdaki ruhu, bir zamanlar en güçlü ve en korkunç olan hayaletleri gün yüzüne çıkarır.
Yer altındaki saklı kaynakları, sebep oldukları ani bir sarsıntı sonucu keşfeden insanlar olduğu söylenir. Alman şiirinde, genellikle insan ve elementler arasındaki mucizevi duygudaşlığı keşfettiğimizi düşünürüz. Alman şair, doğayı sadece şair olarak değil, kardeş olarak da anlamaya çalışır ve aile bağlarının şairi hava, su, çiçekler ve ağaçlara, kısacası, yaradılışın tüm temel güzelliklerine bağladığını söyleyebiliriz.
Denizdeki dalgalara bakarken, gerek canlılığın verdiği o büyülü havadan, gerekse aynı ve aralıksız hareketlerin fani ve dayanıksız varlığımızı farkında olmadan ele geçirmesinden kaynaklansın, yaşadığımız o tarif edilmez duyguyu hissetmeyen hiç kimse yoktur. Goethe, bir baladında, akıntıdaki berrak suları düşündüğümüzde aldığımız zevki anlatır. Şiirde dalgaların hareketlerini taklit etmek için bir vezin ve ahenk vardır ve bu sayede hayalimizde benzer bir dalga hareketi etkisi yaratır. Doğanın ruhu, bize kendini her yerde ve binlerce değişik şekilde gösterir. Verimli bir toprak ve ıssız bir çöl, denizler ve yıldızlar aynı kanunlara tabidir ve insan da kendi içinde duyguları ve esrarengiz güçleri olan, geceye, gündüze ve fırtınaya uyum sağlayan bir varlıktır. Bu, evrenin mucizeleri ile yaptığımız, şiire gerçek gücünü veren, gizli bir anlaşmadır. Şair, doğal ve ahlaki dünya arasındaki birliği nasıl sağlayacağını bilir ve şairin tasavvur gücü, bu iki dünyayı birbirine kenetleyen bir bağ işlevi görür.
Alman edebiyatı çalışmaya başladığım zamanlarda, daha önce karmaşık bir şekilde algıladığım her şeyin üzerine etkileyici bir ışık yansıtan yeni bir alana giriyormuş gibi oldum. Geçmişte Fransa’da anılar ve romanlar dışında pek fazla Alman eseri okunmuyordu ve bunun sebebi sadece Alman edebiyatının ciddiye alınmaması değildi. Bizler, ciddi okuma yapma konusunda pek yetenekli değildik, çünkü devrim bizleri hiçbir şeye değer vermemeye, yalnızca insan ve nesne bilgisini öğrenmeye alıştırmıştı. Alman kitaplarında, en soyut konularda bile, iyi romanlara değer veren ve bize ezbere öğrettikleri bilgi ile yoğrulmuş görüşlere rastlarız. Alman edebiyatının bir diğer ayrıcalığı da, tıpkı gizemlerin gizemine değinmek gibi, her şeyi varlığının özüyle bağdaştırmasıdır ve bu özelliği ile sınırsız bir merak uyandırır.
Yeni ekol, edebiyatta olduğu gibi güzel sanatlarda da aynı sistemi sürdürmekte ve Hıristiyanlığın tüm modern düşüncenin kaynağı olduğunu iddia etmektedir. Bu ekolün yazarları, yeni bir tarzla, Hıristiyanların dini hissiyatları ile Gotik mimari arasındaki uyumu tanımlamışlardır. Buradan hareketle modernlerin Gotik kiliseler inşa edebileceği, hatta etmesi gerektiği anlamı çıkarılamaz. Ne doğa ne de sanat tekrara müsaade etmez. Düşüncenin şimdiki suskunluğunda bize düşen, orta çağda benimsenen fikirleri aşağılamaktan vazgeçmektir. Elbette bunları benimsemek bize yakışmaz ama orijinal olan her şeyi barbar olarak nitelendirmekten daha fazla düşüncenin gelişimine zarar veren bir şey yoktur.
Ruh, duyular aracılığı ile ışığını yansıtan bir ateştir ve yaşam bu ateşin içinde mevcudiyet gösterir. Filozofların tüm gözlemleri ve çabaları, bireyciliğin bu noktasına ve duygu ve düşüncelerimizin devingen gücüne yönelmelidir. (...)
Sevgi, azami metafiziksel becerilerden ziyade, bize ruhun gizeminde neler olduğunu net olarak öğreten bir öğretmendir. Kendimizi hiçbir zaman kendi seçimiz olan bir nesnenin bu ya da şu özelliği ile ilişkilendirmeyiz. Bir aşk şiiri, şu dizesiyle büyük bir felsefi gerçeğe işaret etmektedir: “Seviyorum ama sebebini bilmiyorum!” Başkasının kalbindeki en derin ve en gizli hisleri bize gösteren, duygu, aşk ve hayranlıkla algıladığımız “sebebini bilmiyorum” cümlesi kolektif bir yapıda ve uyum içindedir.
Sadece bölümlere ayırarak inceleme yapabilen analiz yöntemi, ölü doğaya karşı, parçalara ayıran bir bıçak işlevi görür. Ancak bu metot, bizim neyin canlı olduğunu anlamamız açısından iyi bir öğretim aracı değildir. Eğer tüm nesneleri sunan hareketli tasavvurları zihnimizde sözlü olarak tanımlamada zorluk yaşıyorsak, bunun sebebi tasavvurun nesnenin özüne daha yakın şekilde betimlenmesidir. Kavramak için parçalara ayırmak felsefenin zayıflığının, yönetmek için bölmek ise iktidarın acizliğinin bir göstergesidir.
Descartes, Pascal, ve Malebranche, On Sekizinci yüzyıl Fransız yazarlarından çok, Alman filozoflara benzerlik gösteriyorlardı. Ancak, Malebranche ve Alman filozoflar arasında da farklılıklar vardır: Malebranche inancı bir kenara bırakırken, Almanlar bilimsel teoriye indirgemiştir. Malebranche, coşkulu olmakla suçlanmaktan korktuğu için dogmatik olarak tasavvur ettiği formların üzerini örtmeyi amaçlarken, analizin tüm çalışma alanlarına yayıldığı bir çağın sonunda yazmaya başlayan Almanlar coşkulu olduklarının bilincinde, mantığın ve coşkunun bir olduğunu kanıtlama amacındadır.
Fransızlar On Yedinci yüzyıldaki büyük filozofların metafiziksel eğilimlerini izlemiş olsalardı, şimdi Almanlar ile aynı fikirleri geliştirmiş olacaklardı. Felsefenin gelişim sürecinde Leibnitz; Descartes, Malebranche ve düşüncelerinden etkilendiği Kant’ın doğal vârisidir.
İngiltere, On Sekizinci yüzyıl yazarları üzerinde büyük etkiye sahiptir. Bu ülkeye duydukları hayranlık, yazarlarda İngiliz özgürlüğü ve felsefesini Fransa’ya taşıma arzusu uyandırmıştır. İngiliz felsefesi ancak yazarların dini hissiyatları, özgürlük anlayışı ve kurallara olan bağlılığı ile birleşince tehlikeden uzak kalmıştır. Newton ve Clarke’ın Tanrı’nın adını, başlarını eğmeden anmadıkları bir ulusun bağrında, metafizik sistemler hiçbir zaman bu kadar hatalı olmamıştır, bu kadar da ölümcül olamazdı. Hürmet duygusu ve hürmet etme alışkanlığı, Fransa’da talep görmüştür ve bu ülkede, aydınlanmayı sağlayacak irdeleme olgusundan her şeyi yerle bir eden ironiye geçiş oldukça hızlıdır.
Dış kaynaklı nesnelerin izlenimlerimizin sebebi olduğu söylenmiştir, bu sebeple kendimizi fiziksel dünyaya bırakmaktan ve doğanın ziyafetine kendi kendine giden misafirler olmaktan daha mantıklı bir seçenek yoktur. Fakat iç kaynak giderek erimektedir; lüks ve haz için gerekli olan tasavvura gelince, o dahi benzer bir aşamada çürümeye devam etmektedir. Kısa bir süre içinde insan, doğa ne kadar maddesel olursa olsun, onun zevklerini tadacak bir ruha sahip olamayacaktır.
Bir ülkede benimsenen felsefi sistem, aklın yönünü derinden etkiler. Bir felsefi sistem tüm düşüncelerin kaynağı olan evrensel bir modeldir. Bu sistem üzerinde çalışmayan kişiler bile farkında olmadan genel eğilime ayak uydururlar. Yaklaşık yüz yıl öncesine kadar Avrupa’da, temeli düşüncelerimizi duyularımızla ilişkilendiren metafizik türlerine dayanan ve ilk ortaya çıktığı zamanlarda dudak bükülen septisizmin doğuşuna ve yükselişine tanıklık ettik. Bu felsefenin ilk kuralı, gerçeklik veya hesaplama yoluyla ispatlanamayan hiçbir şeye inanmamaktır. Bu ilke ile birlikte, coşkulu düşünce adını taşıyan her şeye ve duygusal hazza olan bağlılık aşağılanır. Doktrinin bu üç noktası, bütün nesne konumunda olabilecek dini, duyusal ve ahlaki ironileri içermektedir.
Bayle, insanlar tarafından çok az okunan ama dünya çapında bilinen sözlüğünde septisizmle ilgili her tür alayı eden bir cephanelik gibidir. Voltaire ise, zekâsı ve inceliği ile bu alaylara biraz daha sertlik katmıştır. Tüm bu hicvin sebebi, fiziksel deneyle kanıtlanamayan şeylerin rüya veya saçma düşünceler olarak farz edilmesi gerekliliğidir.
Dünyada hiçbir gizem olmadığı ya da olaylar üzerinde düşünmenin gereksiz olduğu, tüm fikirlerimizi gözlerimiz ve kulaklarımızla edindiğimiz ve ancak duyularla edinilen bilgilerin doğru olduğu söylendiğinde, duyu organları sağlıklı olan herkes kendisini dâhi filozof sandı. Fakirken para kazanacak kadar fikre sahip olan ve zengin olduğunda kazandıklarını harcayan kişilerin sürekli olarak, mantıklı bir felsefeleri olduğunu, coşkunlar dışında kimsenin başka türlüsünü düşünemeyeceğini söylediklerini duyarız. Aslında, duyularımız bizlere sadece bu felsefeyi öğretir. Eğer duyularımızı kullanmadan hiçbir bilgi edinemiyorsak, kendi kanıtını içinde taşımayan her şey saçma olarak adlandırılmalıdır.
Aksine, ruhun kendi kendine hareket ettiği ve doğruyu bulmak için bilgiyi kendimizden çıkarsamamız gerektiği, dünyevi deneyim içerisinde yer almadığı için bu doğrunun derin bir tefekkür yardımı olmadan kabullenilemeyeceği gerçeği kabul edilseydi, insan zihninin gidişatı değişir ve insanlar yakın ilgi istedikleri için en ulvi düşünceleri kibirlenerek reddetmezlerdi. Ama boşluk eninde sonunda büyük bir yük haline dönüşeceğinden, desteksiz buldukları şeyler onlar için yüzeysel ve basit kalacaktı.
Yirmi yıldır Alman filozoflarının kafa yorduğu bir sistemi birkaç sayfada tam anlamıyla anlatabildiğimi elbette düşünmüyorum ama Kant felsefesinin genel ruhunu gösterebildiğimi ve ileriki bölümlerde Kant felsefesinin edebiyat, bilim ve ahlak üzerine olan etkisini açıklamamı sağlayacak gerekli şeyleri söylediğimi umut ediyorum.
Kant, deneysel ve ideal felsefeyi bir araya getirmek için birini diğerine üstün kılmadı fakat her iki felsefeye de ayrı ayrı önem atfetti. Almanya, coşkuculuğa bir kusur olarak bakan ve varlığımızın avuntusu olan duyularımızı önyargı olarak sınıflandıran soğuk doktrinin tehdidi altına girmişti. Aynı anda bu kadar felsefi ve bu kadar şiirsel olan, çalışabilen ve coşku duyabilen insan için en soyut tümevarımların titizliği ile savunulan ruhun tüm iyi etkilerini görmek büyük bir mutluluktu. Aklın gücü olumsuz bir durumda uzun süre kendini koruyamaz; uzun süre inanmadan, anlamadan ve reddetmeden devam edemez. Bizlerin, mantık ile doğrulanan ve duyularımızın açığa çıkardığı bir inanç ve coşku felsefesine sahip olması gerekiyor.
Almanya’daki filozofların, eğitimli insanların ve şairlerin uğraşıları, bilgiye en ufak bir zarar vermeden tartışmanın yavanlığını azaltmayı amaçlamaktadırlar. Böylece, eski dünyanın tasavvur gücü, tıpkı Zümrüdüanka gibi, yapılan bütün hataların küllerinden yeniden doğabilir.
Çok sayıda natüralist, doğayı her şeyin mantıklı yönetim ilkelerine göre yürütüldüğü iyi bir hükümete benzetmiştir, ancak bu düz sistemi yaradılışla özdeşleştirmemiz boşunadır. Sınırları bu şekilde çizilen bir teoriyle ne kötü ne de güzel olan açıklanabilir. Doğa, dünyevi ilişkilerde yargılarımızı yönlendiren bu tür bir hesaplamaya kendisini maruz bırakmamıza izin vermeyecek kadar katı ve ihtişamlıdır.
Doğa tefekkürü tüm düşüncelerimize nüfuz eder. Doğadan gelebilecek iyiliğe ve kötülüğe bakmadan kendimizi onunla yoğun bir ilişki içerisinde hissederiz ama doğanın görünür ruhu ruhlarımızın yanı başında olmasını ister ve bizimle iletişime geçer. Karanlık bizi uyardığında, bizi maruz bıraktığı şey genellikle korkuyla beklediğimiz tehlike değildir. Bu, içine nüfuz ettiğimiz, her tür mahrumiyet ve kederin olduğu gecenin şefkatidir. Gecenin aksine güneş, dualarımızın duyulduğunu söyleyen görkemli bir haberci ve Tanrı’dan kopmuş bir parça gibidir. Işınları, sadece insanların işlerini kolaylaştırmak için değil, aynı zamanda doğaya olan aşkını anlatmak için de yeryüzüne yansır.
Doğanın asıl gayesi ruhumuz ve ölümsüz kaderimiz arasındaki bu ilişkilerdir. Fiziksel nesnelerin, yeryüzündeki sınırlı insanın varlığına bağlı olmayan bir istikameti vardır. Onlar ahlaki yaşamımızın işleyişine göre düşüncelerimizin gelişimine katkıda bulunmak amacıyla yaratılmışlardır. Doğa fenomeni, ne kadar iyi kombine edilmiş olursa olsun, yalnızca maddenin kanunları açısından anlaşılmamalıdır. Bu kanunların, en derinlemesine düşüncenin bile kapsamını bilemeyeceği, felsefi bir anlayışı ve dini bir amacı vardır.
* Baroness Stael Holstein, Almanya, Londra, John Murray, 1814, cilt I, s. 4-5, 304, 311-12, 355~7; cilt II, s. 371-2, 394; cilt Ill, s. 17-18, 38-9, 42, 46-9, 93-4, 376, 379. 386-7.