I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Hıristiyan Ortak Pazarını18 Kim Yönetmektedir?

Batı Avrupa Kilisesi, Papa VII. Gregorius’dan (1073-1085) önceki bin yıl boyunca, genellikle “alaylıların” elindeydi. “Alaylılar” sayesinde kaim olarak Charlamagne gibi Kilise idealini benimseyen kral/imparatorlar tarafından korundu; sahip oldukları topraklar, Hıristiyan ilkeleri doğrultusunda yönetildi. Buna karşın, vaftiz edilmiş olmalarına rağmen, dini ve Kilise’yi kişisel çıkarları için kullanıp piskoposları pek de önemsemeyen hükümranlar da vardı.

On Birinci yüzyılın ikinci yarısında, Roma’da, amacı, kabaca, Kilise’yi arındırmak, insanlığı kurtuluşa sevk etmek olan bir reform hareketi baş vererek, aralarında, ilahiyat ve Hıristiyan hukuku araştırmalarını, manastırlarda kurumsallaşan din ve riyazet ruhunun güçlendirilmesini, “alaylıların” da din işlerine müdahale edebileceğini hususları gündeme getirdi.

“Alaylı” olduğu halde Kilise’ye/dine müdahale edenlerden biri de İmparator III. Henry’ydi. Henry, 1055’de Roma’ya giderek, papalık tahtı için mücadele eden üç aday arasındaki rekabete son veren, makama kendi adamını nasp etmiştir. Henry, müdahaleyi, konumunun geleneksel sorumluluğu olarak görmüş, iyi bir seçim yapmak suretiyle de ağırlığını reformdan yana koyduğunu göstermiştir. Ancak, bir yıl sonra ölür; yerine geçen oğlunun küçük yaşta olmasından istifade eden itibar sahibi ve becerikli bir dizi papa, izleyen iki yüz yıl boyunca Avrupa yaşamına her yönüyle hükmedecek olan papalık kurumlarını oluşturur, Roma Kilisesi’ni inşa ve ihya ederler.

Hanedanların egemenliğinden zaman içinde kurtulan Papalık, kendi bürokrasisini kurumsallaştırmak suretiyle işlevselliğini arttıracak, ardından, asırlardır verilen vaazların ve tedrisin en sonunda uyandırabildiği dini bilincin avantajını da kullanarak, amaçlarını gerçekleştirecek hükümetini kurar. Batı toplumunun önderliğinin kendisinde olduğunu ilanla, gereklerini yerine getirmeye girişir. “Gregoryan Devrimi” diye bilinen bu devasa hareket, adını VII. Gregorius’dan alır; ancak, hareketi başlattığı için değil, “büyük kriz” olarak anılan dönemde, İmparator IV. Henry ile mücadele ettiği, papalığa asırlarca hizmet verecek olan ideolojik ve kurumsal gelişimi bütünleştirdiği için.

Derin inanç sahibi papalar kendilerini ve Alman piskoposlarını, İmparatorluğun vesayetinden kurtarmaya çalışadursun, genç İmparator IV. Henry (1056-1106) Almanya’da “modern” merkezi bir monarşinin kurumlarını oluşturma peşindedir. IV. Gregorius’a çattığı 1070’lerde Henry’nin ordusu, piskoposlara bağışladığı büyük araziler karşılığında emrine tahsis edilen süvarilerden oluşmaya devam etmektedir. Ne ki, aslında geleneksel bir durum olan, hatta tarih boyunca Kilise ile Devlet ilişkilerinin saygın bir göstergesi sayılan bu uygulamaya, Papalık, Kilise’nin bu şekilde kullanılmasına son verilmesi gerektiği şeklinde bir argümanla karşı çıkar. İzleyen belgeler, On Birinci yüzyıldan On Dördüncü yüzyılın başlarına kadarki süreçte, tarafların siyasi otoritenin niteliğine dair düşünce, görüş ve iddialarının nasıl geliştiğini göstermektedir. Papalığın yasalara, Kutsal Yazılar’a ve temayüllere dair öne sürdüğü kuramların seküler imparatorluk tarafından da dayanak alınıyor olması dikkat çekicidir.

Metzli Hermann’a Mektup
Papa VII. Gregory

Gregory’den sevgili Hıristiyan kardeşi, Metz19 Başpiskoposu Hermann’a selam...

Hz. İsa’nın yasasını göz ardı eden, kiliseleri ve imparatorluğu tahrip eden dalalet içindeki Kral Henry’yi aforoz edemediğiniz gibi, ona olan bağlılık yemininizden de vazgeçemediğinizden, sizleri Kutsal Papalık Makamı’nın yetkisi hakkında iğrenç bir dille konuşarak saçmalayanların budalalığından korumamızı talep ediyorsun. Bunun Kutsal Yazılar’da o kadar çok ve inandırıcı örneği var ki, talebine cevap vermek abestir. Hakikati tahrif eden, hakikate lanetlenme pahasına ters düşenlerin bunu akılsızlıktan, çaresizlikten veya cehaletten yaptıklarına inanmıyoruz. Hiç şaşırmadım! Bu, kötülerin kendi adaletsizliklerini örtbas etmek için başvurdukları yoldur, zira yalan söylemenin bedelini hiç dikkate almazlar.

Mevcut bir sürü kanıttan birkaçını anmak adına: “Sen Petrus’sun ve ben kilisemi bu kayanın üstüne kuracağım. Ölüler diyarının kapıları ona karşı direnemeyecek. Göklerin Egemenliği’nin anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak; yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de çözülmüş olacak.” Yoksa krallar bundan muaf mı? Tanrı’nın Oğlu’na merbut Aziz Petrus’un sürüsünden değiller mi yoksa? Sorarım sana, ta ki Tanrı’ya kulluk etmenin ağırlığına dayanamayıp Şeytan’la muhatap olsun ve Hz. İsa’nın sürüsünden sayılmak istemesin, kendini kâinatın bahşettiği bu bağlayıcı gücün ışında gören kim Aziz Petrus’tan kopabilir? Zavallı özgürlüğü ona hiçbir şey kazandırmayacak, Petrus’a bahşedilen gücü o mağrur boynundan çıkarıp atması halinde Tanrı’nın huzuruna çıktığında yükü daha da ağırlaşmış olacaktır.

İlahi iradenin temsilcisi, Kilise egemenliğinin temeli/belkemiği olan bu kurum, özellikle Havarilerin başı Aziz Petrus’a bildirilen semavi hükmün bahşettiği ve mühürlediği bu imtiyaz, kutsal babalar tarafından minnetle karşılanıp korunmuş; hem Kutsal Roma Kilisesi’ne hem de genel olarak onun yasaları ve yazılarına “evrensel ana” adı verilmiştir. Kutsal babalar, Kilise’nin kutsal dinimize dair eğitim ve öğretimini benimsemekle kalmaz, adlî kararlarını da kabul eder. Nitekim belli başlı tüm davaların, kiliselerin alacağı tüm önemli kararların, Baş ve Ana olarak, Kutsal Roma Kilisesi’nin hukuku çerçevesinde ele alınması gerektiği, Kilise’nin hiçbir kararının temyiz edilemeyeceği, verdiği hükmün hiç kimse tarafından eleştirilemeyeceği ve iptal edilemeyeceği hususlarında, tek ruh ve tek sesle anlaşmışlardır.

İmparator Anastasius20’a yazan Papa Gelasius, Kutsal Papalık Makamı’nın ilahi hükme dayalı yetkilerini şöyle açıklar:

“İnananlar, kutsal görevlerini hakkıyla yerine getiren din adamlarına teslim olmalıdır elbet, ama ilahi hükümdarın daha sonraları tüm piskoposların en üst düzey amiri tayin ettiği ve Kilise’nin sadakatini kazanan patriğin hükmüne teslim olmak daha da önemlidir. Tüm ferasetiniz ile siz de kabul etmelisiniz ki, idraki itibariyle hiç kimse, Hz. İsa’nın sözüyle diğerlerinin üstünde tutulan (konumlanmış olan) ve saygıdeğer Kilise’nin (bu sözleri) teyidi suretiyle hâlâ sadakatle Baş kabul ettiği biriyle eş tutulamaz.”

Benzer bir biçimde, Papa Julius21 da doğudaki piskoposlara yazmış ve Kutsal Papalık Makamı’nın ilahi hükme dayalı yetkilerini şöyle açıklamıştır:

“Kardeşlerim, Kutsal Papalık Makamı’nın ilahi hükme dayalı yetkileri hakkında konuşurken daha dikkatli olmalı, Hz. İsa Mesih’in göksel krallığın kapılarını açıp kapama gücü bahşetmek suretiyle (Kilise’ye) gösterdiği ihtimama işaret eden şu sözlerini hatırlamalıydınız: ‘Sen Petrus’sun ve ben kilisemi bu kayanın üstüne kuracağım. Ölüler diyarının kapıları ona karşı direnemeyecek. Göklerin Egemenliği’nin anahtarlarını sana vereceğim.’

Cennetin kapılarını açıp kapama gücüne sahip olan (Kilise), nasıl olur da yeryüzünü yargılayamaz? Tanrı korusun! Kutsal Havari Pavlus’un şu sözlerini hatırlayın: “Melekleri yargılayacağımızı bilmez misin? Ve bu yaşama dair daha nicelerini?”

Keza, Papa Gregorius22 Kutsal Papalık Makamı’nın ilahi hükme dayalı buyruklarına karşı gelmeye cesaret eden kralların tahttan indirilmek suretiyle cezalandırılmaları gerektiğini beyanla, bazı senatörlerle keşişlere şöyle yazmıştı:

“Bir kral, piskopos, rahip, yargıç veya herhangi seküler biri göz ardı etmek suretiyle buyruklarımıza karşı gelirse, makamından olacak; bu yanlışı nedeniyle Tanrı’nın adaleti nezdinde hüküm giydiğini böylece öğrenecektir. Ve yanlışını düzeltmediği takdirde, yasaya uymayan davranışlarının kefaretini, Babamız ve Kurtarıcımız Hz. İsa Mesih’in kanından ve kutsal bedeninden dışlanarak Tanrı’nın huzuruna çıktığı gün ödeyecek, müstahak olduğu cezayı böyle çekecektir.”

O halde, öğreticilerin en şefkatlisi kutlu Gregorius’un buyruklarına karşı gelen krallar tahttan indirilmekle kalmayıp aforoz edilmeli ve Tanrı katında yargılanmak üzere hüküm giymelidir. Buna kim karşı çıkıp bizi suçlayabilir? Henry, Kutsal Papalık Makamı’nın hükmünü hiçe saydığı gibi ayaklar altına almakta ve böylelikle kiliselerini de yok etmektedir.

Aziz Petrus’un Clement’in papazlığa atanmasına değinen mektubundan biliyoruz ki, “Onun (Clement) konuşmadığı biriyle dost olan insan, Tanrı’nın Kilisesi’ni ortadan kaldırmak isteyenlerdendir; bedenen bizimle olduğu halde kalbiyle ve aklıyla bize karşıdır. Böyle bir insan, bize açıkça düşmanlık edenlerden çok daha kötüdür, çünkü dostluk kisvesi altında düşmanca davranmakta, kiliseyi tahrip etmektedir.” Pek aziz [bildiğim] Aziz Petrus davranışlarına karşı olduğu insanlarla ilişki kuranlar hakkında böyle sert bir hükme varmışsa, papanın karşı olduğu biri hakkında nasıl bir hüküm verirdi bir düşün.

Şimdi konuya dönelim: Tanrı nedir bilmeyen insanların icadı olan dünyevi saltanat, Her Şeye Kadir Tanrı’nın tasarrufuyla bu dünyaya bahşedilmiş olana (Kilise’ye) tabi değil midir? Tanrı ve insan olduğuna inandığımız Tanrı’nın Oğlu, Baba’nın sağ tarafında oturan Başrahip olarak bizlere şefaat etmekte. O (Hz. İsa), bu dünyada şişine şişine gezen beşeri saltanata tenezzül etmediği için kendini kurban etti.

Tanrı nedir bilmeyenlerden türeyip bu dünyanın prensi olan Şeytan’a uyarak kibirle, talanla, fesatla, ihanetle -özetle her türlü suçu işleyerek- kendini diğer insanların üstünde tutan kral ve prenslerin gözü dönmüş arsızlıklarının ne denli çekilmez olduğunu bilmeyen var mı? O halde, Tanrı’nın vekillerine boyun eğdirmeye çalışanlar kibrin elebaşları değil de nedir? En Yüce Olanın Oğlu, Başrahibimiz dünya nimetleri sunmak suretiyle kendisini ayartmak isteyenlere şöyle der: “Bana secde ederseniz, bütün bunları ben size vereceğim.”

Hz. İsa’nın rahiplerinin, kral ve prenslerin ve tüm inananların efendileri ve babaları olduğundan kuşku duyan var mı? Evladın babasını veya talebenin hocasını yönetmesi veya bağlanması beklenirken (onun) elini haksız yere bağlaması ya da gevşetip salıvermesi acınası bir budalalık değil midir? Anlaşılan, dünyanın tüm kralları ve prenslerinin efendisi, Büyük Konstantin23, bütün bunların idrakiyle -Aziz Gregorius’un imparator Mauritius24’a yazdığı mektupta belirttiği üzere- İznik’te, kutsal kilise meclisinde toplanan piskoposlara üstünlük taslamadığı gibi, onlara tanrılar diye hitap ederek aldıkları tüm kararlara saygı göstermiştir.

Papa Gelasius ise İmparator Anastasius’un dikkatine sunulan hakikati vurgulayarak, bunu kendisine yapılan bir haksızlık olarak görmemesi için, şöyle der:

“Ah yüce imparator, söz sahibi iki güç vardır, bunlardan biri kutsal rahipliğin, diğeri kralların gücüdür. Kutsal rahipliğin gücü o kadar büyüktür ki, kıyamet gününde kralların hesabı ondan sorulacaktır. Bilin ki, onlar size değil, siz onların hükmüne tabisiniz.”

Nitekim bu gibi tebliğ ve beyanlara dayanarak imparatorları ve kralları aforoz eden birçok piskopos vardır.

Uhuvvetiniz şunu da unutmamalıdır ki, şeytanları kovmak üzere ruhani imparatorlara, (yani) üfürükçülere25 bahşedilen güç daha da büyüktür ve dünyevi ikbal peşinde olan herhangi bir insan onlara danışabilir. Takva ehli olmayan, Tanrı korkusu bilmeyen tüm kral ve prensler şeytanlar tarafından yönetilerek sefalete düşer. Bu insanlar, insan ruhunun iyiliği, yararı için rahipler gibi Tanrı aşkına değil, kendi ihtiraslarını tatmin etmek üzere yöneterek dayanılmaz bir kibir sergiler. Aziz Augustin, Hıristiyan öğretisine dair ilk kitabında bunlar için şöyle der: “Kendisinin doğal eşiti olan insanları yönetmeye kalkışanların kibri her türlü tahammülün üstündedir.” Eğer üfürükçülerin gücü, dediğimiz gibi, şeytana yetiyorsa, şeytana tabi olanların ve onların bir uzvu gibi davrananların vay haline! Ve eğer üfürükçüler bunlardan üstünse, rahiplerin çok daha üstün olduğu aşikâr!

Dahası, sonu yaklaşan her Hıristiyan kral cehenneme gitmemek, karanlıktan aydınlığa çıkmak ve Tanrı’nın huzuruna günahlarından arınmış olarak çıkabilmek için rahiplerden ricacı olur. Sıradan bir insan veya din adamı, ölmek üzere olan kim ruhunun selameti için bir kraldan yardım ister? Ve hangi kral veya imparator, bir Hıristiyanı kutsal suyla vaftiz etmek suretiyle Tanrı’nın oğlu olarak takdis edip Şeytan’ın elinden alabilir? Ya da içlerinden hangisi -ki bu Hıristiyanlığın en güzel yanıdır- tek bir sözüyle Tanrı’nın kanına ve bedenine vücut verebilir? Ve içlerinden hangisine gökyüzünde ve dünyada bağlama ve çözme gücü bahşedilmiştir? Bütün bunlar piskoposluğun büyük bir üstünlüğe sahip olduğunun göstergesidir.

İçlerinden hangisi, bırak görevden almayı, din adamlarından birine rütbe takdir edebilir? Çünkü papazlar bir diğer papazı görevden alırken akıllı davranıp sadece Papalık Makamı’na danışır. Papazların krallardan daha üstün olduğundan en cahilin bile şüphesi yoktur. Eğer kralların günahları piskoposlar tarafından yargılanacaksa, bunu Roma’nın ruhani liderinden daha iyi kim yapabilir?

Kısacası, kim olursa olsun, tüm iyi Hıristiyanlar, kötü bir prens değil, bir kraldır denebilir; çünkü krallar Tanrı aşkına özenli davranırken prensler -kendi kendilerinin düşmanı olduklarından- Tanrı aşkına değil, kendi ihtiraslarını tatmin etmek için yöneterek, acımasız davranır. Kralınki sahici Mesih bedeni, prenslerinki ise sahici Şeytan bedenidir. Krallar sonsuza dek yönetebilecek şekilde hareket eder. Prenslerin gücü ise onların -kibrin çocuklarının kralıyla, (yani) karanlıklar prensiyle birlikte- sonsuza dek lanetlenip yok olmalarına hizmet eder.

Kötü din adamlarının sevip saydıkları krallarından yana olmalarının nedeni, onlar tarafından onurlandırılıyor olmalarıdır; dolayısıyla, bunda şaşılacak bir şey yok. Ne var ki, her kim tarafından onurlandırılmış olursa olsun, bu Tanrı’yı ucuz bir fiyata satmak anlamına gelir. Çünkü seçilen kişiler ayrılmaz bir biçimde Baş ile bütünleşirken, kötüler de -iyiye karşı- kötülüğün başıyla bağlanmış demektir. Bunlarla tartışmaktansa, (bari) İblis’in elinden kurtulup Tanrı katında yargılandıktan sonra hakikati görebilsinler diye, yaşlı gözlerle dua etmelidir.

Tanrı aşkına değil, kendi ihtiraslarını tatmin etmek için yöneten kibirli kral ve imparatorlardan bahsettiğimiz yeter. Ne var ki, herkesi konumuna göre uyarmak görevimiz olduğuna göre, kralları, imparatorları ve prensleri -Tanrı’nın yardımıyla- kibirle baş edebilecek şekilde güçlendirmeli, onları tevazu silahıyla donatmalıdır. Biliyoruz ki, şan, şöhret ve özellikle de bu dünyaya dair alışkanlıklar yöneticilerin başını döndürerek tevazuu unutturur, diğerlerine üstünlük taslamalarına neden olur. Dolayısıyla, öyle görünüyor ki, şan ve şöhret peşinde koşan imparator ve kralların alçakgönüllü olmayı ve hazdan ziyade korkuyu öğrenmelerinde fayda vardır. Bu durumda, imparator ve kralların tahtın ne kadar ürkütücü, hatta tehlikeli olduğunu, o makamda pek az insanın mağfiret bulduğunu ve Tanrı’nın merhametine sığınmak suretiyle kurtulanların, Kilise’nin ilahi adaletinde birçok tevazu sahibi insandan daha az tanınır/bilinir olduğu gerçeğini iyi düşünmeleri lazım. Dünyanın başlangıcından bugüne kadar imparator veya kralların şefkatli olduğuna, dünyevi yaşamı küçümseyen diğer pek çok insan gibi, inançlı ve erdemli bir yaşam sürdüklerine dair hiçbir kayda rastlanmamaktadır, ama bizler bunların çoğunun Tanrı’nın merhametine sığınarak kurtulduklarına inanıyoruz. İmparator ve krallar arasında mucizeleriyle maruf Havariler ve Şehitler bir yana, Aziz Martin, Aziz Antony ve Aziz Benediktus’a26 ne demeli? Hangi imparator veya kral ölüyü diriltmiş, cüzamlıyı iyileştirmiş veya körün gözlerini açmıştır? Doğru, Kutsal Kilise İmparator Konstantin’i dindarlığıyla, Theodosius ve Honorius’u, Charles ve Louis27’i adaletli olmalarıyla övgü ve saygıyla anar; bunlar Hıristiyanlığın savunuculuğunu, kiliselerin hamiliğini yapmıştır, ama yaptıkları bu muhteşem işlerle ün kazandıkları söylenemez. Kutsal Kilise, kaç kral veya imparatorun adını kiliselere vermek suretiyle ünlenmesine hizmet etmiştir ki?

Krallar ve prensler dünyevi yaşamda yükseldikleri ölçüde derin ve sonsuz bir ateşin içine düşmekten korkmalıdır. Nitekim şöyle denir: “Büyük güç sahibi olanlar, büyük acı çekeceklerdir.” Yönettikleri insanların hesabını Tanrı’ya onlar verecektir. Tek bir insanın bile ruhuna sahip çıkıp onu korumak kolay değilken, binlerce ruhun sorumluluğunu taşıyan prensin vay haline! Eğer Kutsal Kilise, tek bir insanın yaşamına kastedeni en ağır biçimde cezalandırıyorsa, şan ve şeref uğruna binlercesini ölüme gönderene ne yapmalıdır? Bu insanlar (katledilenler) için kusura bakmayın, benim hatamdı (mea culpa) deseler bile sanmayın ki, kardeşlerini aşağı dünyaya gönderdiklerine pişmandır. Tersine, ünlerine ün katıkları için içten içe sevinirler. Yaptıklarından içtenlikle pişman olmadıkları ve insan kanı akıtmak suretiyle yaptıkları yanlışı düzeltemeyeceklerine göre tövbekâr olmalarının Tanrı nezdinde değeri yoktur…28

Bu nedenle, saltanatlarını Hz. İsa Mesih’in ışığında sürdürmek isteyen Hristiyanları, dünyevi ihtiraslara yenik düşmemeleri, tamahkâr olmamaları için uyarmalı; kutluların kutlusu Papa Gregorius’un piskoposluk görevine dair kitabında söylediği şu sözleri unutmamalıdır: “İzlenmesi/uyulması gereken bütün bu şeylerin arasında en önemlisi, erdemli insanların bu makama kendi arzularıyla gelmeleridir. Erdem sahibi olmayan, teşvik edilse bile, gelmesin daha iyi.” O halde, eğer içinde Tanrı korkusu olan bir insan bile Papalık Makamı’na dayanılmaz bir arzuyla ve fakat korkudan titreyerek geliyorsa -ki, orada kutlu Havari Petrus’a liyakatle güç kazanacaktır- Talut ve Davut gibi iyi ve alçakgönüllü insanları beter eden krallık tahtına, düşün nasıl bir korku ve kararsızlık içinde uzanacaktır? Bizler bu doğruları tecrübeyle öğrenmiş olsak da kutlu Papa Symmachus29 buyruklarıyla teyit eder: “O, yani Aziz Petrus, kendinden sonra gelenlere, sonsuz bir erdem ve masumiyet mirası bırakmıştır; nitekim kendi yeteneğiyle edindiği meziyetler yetersiz olsa da seleflerinden devraldıklarının yeterli olduğu böyle bir makama yükselmiş olanın kutsallığından kim kuşku duyabilir? O (Petrus) sorumluluğu temayüz edenlere yükler veya onları önce yetiştirir, sonra ulular.”

Kutsal Kilise’nin krallık veya imparatorluk makamına çağırdıkları, geçici şan ve şöhret için değil, istekli ve kararlı olmak bir yana, bırakın, insanlığın selametini gözetmek için gelsinler; ve kutlu Gregorius’un piskoposluk görevine dair kitabındaki beyanlarını hatırlayıp onlara riayet etsinler: “İnsanoğlu, diğer insanlar gibi olduğu halde, onları hor görüp aşağıladığı zaman yoldan sapmış melekler gibi olur. Talut alçakgönüllülüğüyle tanındığı halde, işte böyle yoldan çıkmış, sahip olduğu güç gururunu şişirmişti. Tanrı tanıktır ki, alçakgönüllülükle yol almış, ama kibirle geriye düşüp reddedilmiştir: ‘Sen kendi gözünde bile küçücükken, seni ben İsrail’deki kavimlerin başı yapmadım mı?’ Talut kendi gözünde bile küçücükken, gelip geçici bir güce yaslanarak büyüklük tasladı. Kendini herkesten üstün gördü. Ve muhteşem bir şekilde, kendi gözünde küçücükken Tanrı’nın gözünde büyük, kendi gözünde büyükken Tanrı’nın gözünde küçücük oldu. Tanrı’yı her zaman kendilerinden üstün tutsunlar; adalete sarılıp onu herkesin hakkını vermek suretiyle korusunlar; dine saygı göstermeyenlerle (kâfirlerle) meşveret kurmasınlar; Kutsal Kilise’yi hizmetkârları veya tebaaları haline getirmesin, Tanrı’nın gözleri olan piskoposları efendileri ve babaları olarak görüp onlara hak ettikleri saygıyı göstersinler.

Eğer ana-babalarımıza saygı duymamız buyrulmaktaysa, ruhani ebeveynimize daha da çok saygı duymalıyız! Babasına veya annesine beddua eden ölümle cezalandırılacaksa, ruhani babası veya annesine beddua eden nasıl cezalandırılmalıdır dersin? Bedensel arzulara kapılıp kötü yola düşen prenslerin kendi oğullarını -daha iyi ve daha uygun biri bulunabilirse- Hz. İsa Mesih’in uğruna kan döktüğü sürüden üstün görmesine izin verilmesin. Çünkü kendi oğullarını Tanrı’dan daha çok sevmek suretiyle Kilise’ye en büyük kötülüğü yapmış olurlar. Kutsal anamıza, (yani) Kilise’ye en büyük ve elzem yararı/katkıyı elinden geldiğince sağlayamayanın, Tanrı’yı ve komşularını bir Hıristiyan gibi sevmediği açıktır. İnsanoğlu hayırseverlik meziyetinden yoksunsa, yapacağı her türlü iyiliğin bağışlatıcı özelliğinden mahrum olacaktır.

Tüm bunları alçakgönüllülükle, içlerindeki sevgiyi Tanrı’ya ve komşularına saklayarak/ayırarak yaparlarsa, ancak o zaman onun merhametine bel bağlayabilirler: “Benden öğren, çünkü ben uysal ve alçakgönüllüyüm.” Onu örnek alırlarsa, o zaman bu aşağılık ve geçici saltanatı unutup, ebedi özgürlük30 krallığına nail olacaklardır.

* The Correspondence of Pope Gregory VII, Columbia University Press, 1932..

Papa VII. Gregorius’a Mektup*
İmparator IV. Henry

Gasp yoluyla değil, Tanrı’nın takdiri ve buyruğuyla Kral olan Henry’den, şu an Papa değil, sahte bir keşiş olan Heldebrand’a:

Böyle selamlanmayı yol açtığın karışıklık nedeniyle hak ettin; çünkü ihtimamla takdis edip onurlandırmak yerine ve hiçbir makamını esirgemeksizin bu karışıklığa ortak etmek suretiyle, Kilise’nin kutsanmak yerine lanetlenmesine sebep olmaktasın.

Mektubunda öne çıkan pek çok husustan birkaçını ele alırsak: Kutsal Kilise’nin rektörlerine -başpiskoposlarına, piskoposlarına, papazlarına- mesh31 edilmişleri oldukları halde değinmeye cüret ediyor, efendilerinin nelere kadir olduğunu bilmeyen köleler gibi, onları ayaklar altına alıyorsun. Onları ezmek suretiyle kalabalıkların ağzına düşüp beğeni kazandın. Her şeyi bildiğini, onların hiçbir şey bilmediğini sandın. Azimle ve ısrarla, sahip olduğun bilgiyi, aydınlatmak ve ihya etmek için değil, yıkıp yok etmek için kullandın. Öyle ki, bizleri, adını adeta kendine mal ettiğin Aziz Gregorius’un, şu kehanetinde senden söz etmekte olduğuna inandırmak istedin: “Piskoposun zihni, tebaası kalabalık olduğundan sık sık aşka gelir ve herkesten daha güçlü olduğunu görüp her şeyi herkesten daha iyi bildiğini sanmaya başlar.”

Ve bizler, Papalık Makamı’nın saygınlığını korumaya niyetli olduğumuz içindir ki, tüm bu istismara tahammül ettik. Ne var ki, sen, bu alçakgönüllü tavrımızı korkaklık olarak yorumladın ve bizlere Tanrı tarafından bahşedilen kraliyet gücüne kafa tutabilecek kadar kendini kaybettin. Sanki imparatorluk ve krallık Tanrı’nın değil de senin elindeymiş gibi, taht sanki senin tarafından bahşedilmiş gibi, bizleri kraliyetimizi elimizden almakla tehdit etmeye kalktın.

Oysa bizlere bu kraliyeti bahşeden Babamız Hz. İsa Mesih, sana ruhaniyet bahşetmedi. Çünkü sen tam da şu basamakları çıkarak yükseldin Kilise’de: manastır düzeninin nefretle karşıladığı kurnazlıktan paraya, paradan iltimasa, iltimastan kılıca. Barış tahtına kılıçla gelip o tahtta barışı yok ettin. Piskoposlarına karşı (mücadeleye hazır) silahlı tebaan var; Tanrı sana bahşetmediği halde, piskoposluk bahşettiklerini (bizim piskoposlarımızı) görevden almaya kalkıyorsun. Meslekten olmayanları piskoposluğa getirip zorla kilisenin hizmetine verdin. Sonuç: Meslekten olmayanlar, kendilerine Tanrı’nın eliyle hoca olarak gönderilenleri -piskoposlar32 aracılığıyla olsa da- kınayıp görevden almakta.

Mesh edilmiş olanlar tarafından mesh edilerek krallık makamına getirilmiş olan birine, (yani) bana da değinmektesin. Hata yapıyorsun, çünkü Kutsal Babaların geleneksel öğretisi uyarınca, ta ki İnanç’tan döneyim, hiçbir suç nedeniyle -Tanrı korusun- tahttan indirilmem söz konusu değildir ve hakkımda sadece Tanrı hüküm verir. Basiretli, hakiki rahipler, Havari Julian33 hakkındaki hükmü bile kendileri değil, Tanrı’nın vereceğini beyan etti. Nitekim hakiki papa Aziz Petrus şöyle der: “Tanrı’dan korkmalı, krala saygı göstermelisin.” Oysa sen, Tanrı’dan korkmadığın içindir ki, O’nun tarafından görevlendirilmiş olan bana saygısızlık etmektesin.

Nitekim Aziz Petrus aykırılık34 telkin etmek isteyen göksel bir meleğe bile aman vermeyip dünyanın her yerinde aykırılık telkin etmekte olan seni kabul etmedi. Şöyle der: “Herhangi biri, bu ben veya göksel bir melek bile olsa, sizlere öğrettiklerimizin dışında bir telkinde bulunursa, onu lanetleyin.” Dolayısıyla, bu lanetlenmişlikle rahiplerimizin ve bizlerin ortak hükmüne tenezzül buyur ve in aşağı. Haksız iddialar atfettiğin Papalık Makamı’nı terk et. Bırak Aziz Petrus’un tahtına vahşetin üstünü dinle örtmeyecek, Aziz Petrus’un saf/arı doktrinini öğretecek biri çıksın.35

Ben, Henry, Tanrı’nın inayetiyle Kral [olan], tüm piskoposlarımla birlikte sana diyoruz ki, in aşağı, in aşağı!

* Imperial Lives and Letters of the Eleventh Century, Columbia University Press, 1962.

Alman Papazlara Mektup
İmparator IV. Henry

Henry, Tanrı’nın inayetiyle Kral, A.36’ya selam, saygı ve sevgi gönderiyor ki, az sayıda insan gönderir!

En büyük sorunlar, en iyi müşavirliği yapacak, en büyük insanları gerektirir. Bu insanlar haricen güçlü, kalben iyi niyetli olmalıdır ki, söz konusu meselenin iyi sonuçlanması için istişareye istekli olsunlar. Çünkü herhangi bir girişimde ne sadece güç, ne de sadece iyi niyet işe yarar. Ah sadık tebaam, biz düşünüyoruz ki, bu niteliklerin ikisi de sende eşit miktarda var. Doğrusu, en büyüklerden birisin ve büyük güç sahibisin ve -şayet seni ve bize olan sadakatini iyi bellemişsek- bize ve krallığımıza beslediğin iyi niyet, sahip olduğun güçten de büyüktür. Sadakatle yerine getirdiğin hizmetleri hatırlayarak, bundan sonraki hizmetleri de aynı sadakatle yerine getireceğini bilerek sevgine güveniyor, ama sadakatinin bu sevgiyi aratmayacağını umuyoruz. Çünkü senden kraliyet prenslerinden beklediğimiz sadakatten çok daha fazlasını beklemekteyiz. Nitekim şu ana kadar, sadece geçmişte olanlara sevinmekle kalmayıp geleceğin vaat ettikleriyle de umutlanmak ve sevinmek istiyoruz.

İyi niyetin bizimle olsun ki, sahip olduğun güçle -fırsattan istifade- sadece bizim değil, tüm din kardeşlerinin, hatta baskı altındaki Kilise’nin özlemini çektiği ihtiyaçlar karşılansın. Bu baskıdan elbet senin de haberin var. Baskı altındaki Kilise’den yardımını esirgeme, ama şefkatin daha ziyade krallıktan ve din kardeşlerinden yana olsun. Kilise, şimdiye kadar bu ikisi tarafından yüceltildi, ama heyhat, bugün ikisinden de yoksun, çünkü bir adam haksız iddialarıyla hem kendisine hem de (söz konusu) diğer ikisine zarar verdi. Bu adam ikisine de yararlı olmadığı ve yararlı olmak istemediği gibi, ikisi için de zararlı oldu.

Seni söz konusu adamın kimliği hakkında daha fazla karanlıkta tutmamak için söyleyeyim: Keşiş Hildebrand (çünkü alışkanlıkları itibariyle gerçekten bir keşiş), yani sözde Papa! Sen de gayet iyi biliyorsun ki, Papalık Makamı’nı bir din adamı şefkatiyle değil, bir gaspçı zorbalığıyla işgal ederek barışı yok edip Katolik birliğini bozmakta/çözmekte. Yaptıklarından sadece birkaçını anmak gerekirse: Krallığı ve Kilise’yi Tanrı’nın izni olmaksızın gasp ederek ilahi nizamı küçümsedi. Oysa Tanrı, söz konusu iki kurumun -krallığın ve Kilise’nin- tek değil, iki ayrı birim olarak kalmasını buyurmuş, iki kılıcın yeterli olacağını söylerken mecazen bunu kastetmişti. “Baba bak burada iki kılıç var,” denilince, Tanrı “Bu yeterlidir,” diye cevap verir. Kilise de ruhani ve dünyevi kılıçların birlikte kullanılacağını ve her türlü kötülüğün bu suretle kesilip atılacağını belirtmiştir. Bir diğer ifadeyle, herkesin Tanrı’nın temsilcisi olan kralın ruhani kılıcına itaatle yükümlü olduğunu söylerken, dünyevi kılıcın içerideki (bu) ruhaniyete sadakatle, dışarıdaki Hıristiyanlık düşmanlarını püskürtmekle yükümlü olduğunu söylüyordu ki, sorumlulukları iç içe olan bu iki kurum birbirine saygıda kusur etmeksizin el ele versin. Eğer istersen, Hildebrand’ın budalalığıyla/çılgınlığıyla bu ilahi nizamı nasıl bozduğunu bizzat gör. O’na göre, kendisine yalvarıp yakarmayan hiç kimse papazlık onuruna nail olamaz, (yani) kibri bu denli büyük. Beni de krallığımdan etmeye çalışıyor, Tanrı’nın lütfuyla sahip olduğum krallığımdan! Dahası, beni tahttan indirmekle ve ölümle tehdit etmekte!

Senin de bildiğin gibi, bize sık sık benzer biçimde hakaret ede geldi, ama tatmin olamamış ki, her gün yeni bir şey icat edip hoyratça bela çıkartıyor…

Dolayısıyla, utanma aziz dostum, istirham ederim diğer din kardeşlerinle birlikte yaptığım bu talebi kabul etmekten utanma ve Worms’deki Hamsin Yortusu37’na katıl. Katıl ki, bu mektubumda birkaçını andığım prensle birlikte, olanları bizzat dinleyebilesin ve ne yapmamız gerektiği hususunda bizlere akıl ver. Çünkü Kilise tarafından kulakları çekilerek uyarılan sevgili din kardeşlerin de sana şerefimiz ve krallığımız adına yalvarıyor.

* Imperial Lives and Letters of the Eleventh Century, Columbia University Press, 1962.

Roma Kilisesi’nin Kardinallerine Mektup
İmparator IV. Henry

Dikkat buyurun; kararlaştırılan tarihte Tanrı’nın izniyle Roma’da olacağız. Eğer o öyle istiyorsa, dediği gibi olsun ve her şeyi orada yapalım. Oradaki elçilerimizle birlikte gelme önerinizi, şayet daha uygun olacaksa, kabul ediyoruz; bizleri onlar karşılasın. Kaç kişi olursa olsun, sizler de onunla birlikte gelin ve dinleyip hüküm verin. Papa gibi davranmayı becerebilirse ona itaat eder, aksi takdirde -şayet sizler de bizimle aynı fikirde olursanız- Kilise’nin ihtiyaç gösterdiğini nasp ederiz.38

Bu önerimizi reddetmemelisiniz. Eğer ona kulak verilecekse, krala da itaat edilmelidir. Hildebrand ilahi takdiri yok saymaktadır. Neden? Neden buna karşı çıkmamaktasınız? Tanrı bir değil, iki kılıç gerektiğini buyurmadı mı? Ama Hildebrand tek bir kılıçta ısrarlı ve Tanrı’nın daha beşikteyken bize bahşettiği krallığı yok etme peşinde. Tanrı buyruğunun her gün nasıl tezahür ettiğini, O’nun bizleri Hildebrand ve yandaşlarının kurduğu tuzaklardan nasıl koruduğunu, iyi niyetli olan herkes görüyor. Hildebrand istemese de bizler krallığımızı yönetmeye devam etmekteyiz; onun tahta geçsin diye yerimize atadığı şövalyeyi, o yalancıyı, Babamız ortadan kaldırdı.

Büyükbabamız ve babamız Henry’ye (III. Henry) olan inancınız/imanınız aşkına -ki buna sadık kalmalısınız ve Hildebrand gelinceye kadar sadık kaldınız- bize Efendimizin inayetiyle bahşedilen bu mirası inkâr etmemenizi istiyoruz. Öte yandan, şayet inkâr etmekse niyetiniz, nedenini açıklamalısınız, çünkü sizlere adil davranmaya, hakkınızı vermeye, kim olursa olsun, Aziz Petrus’a hürmeten, hak eden herkesi ödüllendirmeye hazırız. Biz, sizlere değil, size saldıranlara saldırmaya geldik.

Hildebrand yüzünden Kilise’yi baskı altında tutmaktan vazgeçin; adil olun. Bırakalım Kilise adaleti yargılasın onu. Papalığını sürdürmesine razıysanız, savunun; savunun, ama yalancı şahit olarak değil!

Adaleti güce kurban etmekle eline ne geçiyor acaba? Yüceldikçe daha da adaletsiz davranabilir, zulmedebilirim diye düşünüyor olmalı. Bu mu istediği? “Hiç kimse tarafından yargılanamayacak biri olmalı” diyen kendisi, ama aslında, “Bildiğini okusun!” demeye getiriyor. Ne ki, Hz. İsa Mesih böyle buyurmuyor ve diyor ki, “Aranızda en soylu/yüce olan diğerlerinin hizmetinde olacak.” Kendisini Tanrı’nın kullarının da kulu addetmesi gereken birinin sahip olduğu güçle Tanrı’nın kullarına zulmetmesi adil değildir. Daha düşük bir mertebede olmak onu utandırmamalıdır, çünkü bu suretle tüm takva ehlini ilgilendiren bir skandala son vermiş olur. “Kim ki,” der Efendimiz, “bana iman eden küçüklerden birine yanlış yapar, boynuna değirmen taşı geçirilsin daha iyi.” Heyhat, küçükler de büyükler de onun yol açtığı skandala karşı çıkarak, giderilmesini istemekte.

Bunlardan dolayı, bırakın kahramanca gelsin. Vicdanı rahatsa, burada olduğumuza sevinecek, bütün bu iddiaların aksinin ispatlanması halinde zafer kazanmış olacaktır. Kilise yasaları uyarınca ve sizlerin hükmüyle haksız yere işgal ettiği papalık makamının şerefinden mahrum kalacak olsa bile, hayatının tehlikede olmadığından emin olmalıdır. Her şeyi sizlerle birlikte yapmaya ve şayet bize direnmezseniz, sizler olmadan hiçbir şey yapmamaya hazırız.

Son olarak, tek isteğimiz adalet ve adaletin ona en yakışan yerde hüküm sürmesidir. Adil olmanızı umuyor ve adaleti aranızda bulmamız halinde, Tanrı’nın inayetiyle, bunu ödüllendirmeye kararlı olduğumuzu bildiriyorum.

* Imperial Lives and Letters of the Eleventh Century, Columbia University Press, 1962.

Novit Ille / Tanrı Bilir
Papa III. Innocent

1198’den 1216’ya kadar Papa III. Innocent tarafından yönetilen Kilise, VII. Gregorius’un kilisesinden daha farklı bir yerdi. Bu iki papa arasında geçen sürede Kilise ile ilgilenen devlet adamları, Batı tarihinin en büyük gelişmelerinden birine aracılık etti ve İlk Çağ felsefesi, edebiyatı ve yasalarının geri kazanımına tanıklık eden bir entelektüel canlanma yaşandı. VII. Gregorius yüksek eğitim görmemiş, hatta pek az eğitim görmüştü. III. Innocent ise Paris Üniversitesi’nde ilahiyat, Bologna Üniversitesi’nde Roma ve Kilise hukuku okumuştu. Kilise işleri, artık böylesi yüksek eğitim gerektirmekteydi. Nitekim, On Üçüncü yüzyılın sonuna geldiğimizde, Papa ve Hıristiyanlık âleminin tüm din adamları, mevcut krallıkların ve bu krallıkların ileri gelenlerinin yaşamlarını etkileyen tüm maddi ve manevi sorunlarıyla görülmemiş ölçüde ilgilenmekteydi. III. Innocent’ın icraatı, papalığı süresince, tüm Avrupa’yı etkiledi. Güney Fransa’daki “kâfir”lere ve Orta Doğu’daki Müslümanlara karşı birer haçlı seferi düzenledi; Avrupa’nın en can alıcı işlerini görüşmek üzere, binden fazla önemli kilise adamını Roma’da bir araya getiren bir konsey toplayarak İmparatorluğun ve İngiltere, Fransa gibi önde gelen ülkelerin yöneticileriyle siyasi ve dini tartışmalara girmek suretiyle mücadele etti. Papalığa göre Hıristiyan dünyasının liderlik sorunu vardı ve bu yüzden tehlike altındaydı. Ve Innocent’in cephaneliğindeki başlıca silah, iyi bir Hıristiyan’ın görevlerinin ne olduğunu binbir türlü tanımlayarak resmiyete dökmüş olan Kilise yasalarıydı. Nitekim, Kutsal Yazılar’ın Kilise yasalarının temellendiği unsurlardan biri olduğu gerçeğinden hareketle, krallardan birine çok da otoriter bir üslupla hitap ederek, Novit Ille gibi bir hükmü bildirmekten geri kalmadı.

Fransa başpiskoposu ve piskoposlarına:

O ki, her şeyi bilir, kalpleri yoklar ve sırları mükemmelen sezer, Fransa’nın şanlı kralı Hz. İsa Mesih’ten içre sevgili oğlumuz Philip41’i tertemiz bir kalp, tertemiz bir vicdan ve içten bir inançla sevdiğimizi, Fransız krallığının ve Papalık Makamı’nın (daha da) yükselip yücelmesi için, başarılı olmasını arzuladığımızı da bilir. Çünkü Tanrı tarafından kutsanmış olan krallığı O’na hep sadık kalmış ve bu sadakatten bize göre hiç sapmamıştır. Kötü meleklerin bazen şu veya bu şekilde baskın yaptıklarını ya da hepimizin bazen Şeytan’ın oyununa gelebileceğimizi biliriz, ama kralın Şeytan’ın tuzağına düşmeyeceğinden eminiz.

Dolayısıyla, kimse kralın yargı yetkisine ve gücüne -o bizim yargı yetkimize ve gücümüze mecburken- karışmak istediğimizi sanmasın. (Zaten) Bizler kendi yargı yetkimizi tam manasıyla kullanamazken, bir başkasınınkini gasp etmek niye? Ne ki, Efendimiz İncil’de, “Eğer kardeşin sana karşı günah işlerse gidip onu payla; seni duyarsa kardeşini kazanmış olursun. Ama seni duymazsa, yanında bir iki kişi daha götür ki, tanıklık etsinler ve ağızlarından çıkan sözler sabitleşsin. Onları da dinlemezse, git kiliseye söyle. Kiliseyi de dinlemeyecek olursa, bırak senin için bir kafir olarak kalsın” der. Ne var ki, İngiltere42 kralı -elindeki kanıtları ibraz etmeye hazır olduğunu beyanla- mülkünü ihlal ettiğini iddia ettiği Fransa Kralı’nı İncil’de belirtildiği gibi uyardığı ve fakat bir yere varamadığı için Kilise’ye başvurduğuna göre, evrensel kiliseyi yönetmekle görevlendirilmiş olan bizler, ta ki delegasyondan biri olarak burada bulunan Kral Philip tersini ispat etsin, Tanrı’nın buyruğuna göre hareket etmekten başka ne yapabiliriz? Bizler mülke dair bir yargılama yapmaya niyetlenmiyoruz, çünkü ortak hukukun uygulanmasının geleneğe aykırı olarak veya özel imtiyazla sınırlandığı durumlar hariç, bu onların meselesidir. Ne var ki, günah suçunu yargılamak şüphesiz bizim işimizdir ve bu suçu kim işlemiş olursa olsun, yargılamalıyız ve yargılayabiliriz…

Bu nedenle, Majesteleri, bu konuyu Papalık Makamı’na taşımak suretiyle yanlış yaptıklarını düşünmesin. Okuduklarımızdan anlıyoruz ki ünlü İmparator Valentinian43 Milano Kilisesi’nin yardımcı piskoposlarına şöyle der: “Papalık Makamı’na, İmparatorluğu yöneten bizlerin bile içtenlikle baş eğeceği, birer insan olarak işleyebileceğimiz günahlara dair nasihatini hekimin verdiği ilaç gibi sorgusuz kabul edeceğimiz birini getirmeye gayret edin.” İmparator Theodosius’un -Kral Philip ahfadından Charles’ın yeniden yayınlamış olduğu- bir kararnamesi vardır: “Bir insanın mahkemeye başvurarak açtığı davanın kabul edilmesi halinde, yargılama sürecinin herhangi bir aşamasında (söz konusu şahıs şikâyetini davanın başında veya daha sonra veya dava kapanırken veya karar aşamasında dile getirirken) Kutsal Papalık Makamı tarafından yargılanmak istediğini bildirirse, karşı taraf itiraz da etse, davacı ifadeleriyle birlikte piskoposluk mahkemesine gönderilecektir.” Bizler bunun üstünde durmayız, çünkü aslolan ilahi yasalardır ve bizler yetkimizi insanoğlundan değil, Tanrı’dan alırız. Aklı başında herkes bilir ki, herhangi bir Hıristiyanı işlediği dünyevi suç nedeniyle kınamak/uyarmak ve bize karşı çıkması halinde cezalandırmak görevimizdir. Bunun böyle olduğu hem Eski hem Yeni Ahit’te yazılıdır. Efendimiz, peygamberi aracılığıyla der ki, “Çekinme haykır, sesin bir trompet gibi yüksek çıksın ki, kullarıma hadlerini aştıklarını duyurabilesin.” Ve Eski Ahit’te ekler: “Kötü olana kötülük yaptığını söylemezsen, işlediği günahla ölecektir, ama Ben onun kanını senin elinde görmek istiyorum.” Havari bizleri “itaatsizlik” ile ilgili olarak da uyarır ve bir başka yerde der ki: “Bütün cefakârlığın ve öğretiye olan inancınla kına, payla ve uyararak öğüt ver.” Bunun görevimiz olduğu ve bu güce/yetkiye sahip olduğumuz, Efendimizin Anathoth’da rahip olan peygamberimize söylediği şu sözlerden bellidir: “Bak, bugün sana tüm ulusların ve krallıkların kökünü sökme, onları alaşağı etme, tahrip etme, imha etme ve (sonra) yeniden inşa edip tohum ekme sorumluluğu verdim.” Anlaşılabileceği üzere, tüm fani günahlar kökünden sökülüp imha edilmelidir. Dahası, Efendimiz Cennet’in anahtarlarını Aziz Petrus’a verirken şöyle der: “Yeryüzünde bağladığın her şey gökyüzünde de bağlanacak; ve yeryüzünde çözülen her şey, gökyüzünde de çözülecektir.” İşlediği fani günahın Tanrı katında bağlayıcı olduğunu herkes bilir, bundan şüphe etmez. Nitekim Petrus, Tanrı katında bağlı olacağından şüphe etmediklerini, ilahi hüküm uyarınca, yeryüzünde bağlayacaktır.

Kralların diğer insanlardan farklı bir muameleye tabi olmaları gerektiği söylenebilir belki, ama Tanrı’nın yasasında, “Büyüğü, küçüğü yargıladığın gibi yargılayacak; yargıladıklarını kayırmayacaksın” yazılıdır. “İnsanları kayırmak,” der Aziz James, “birinin iyi giyimli bir diğerine, ‘iyi bir yere otur’, fakir fukaraya ‘orda ayakta dur veya ayağımın dibine otur’ demesi gibi bir şeydir.”

Bizler her bir günahkârı yanlış yapmaktan alıkoyup hakikate çağırmak üzere yargılamakla yükümlüyüz ve bu güce sahibiz, ama aynı yetki ve gücü kullanabileceğimiz bir diğer alan barışa karşı işlenen günahlardır. Barış sevgi/aşk bağıdır; öyle ki Hz. İsa Mesih bu konuda havarilere şöyle diyerek yol gösterir: “Girdiğiniz herhangi bir evde, önce ‘Barış sizinle olsun’ deyin; ve eğer barışın oğlu oradaysa, ona güvenin.” Ve bir başka zaman, “Kim sizi (evine) buyur etmez ve sözlerinizi duymazdan gelirse, ondan ayrılırken ayaklarınızın tozunu silkerek ona karşı tanıklık etmeye hazır olun.” Havariler için bu gibi insanlardan “ayrılmanın” anlamı, bu insanları havarilerin sohbetinden mahrum bırakmak değil de nedir? “Ayakların tozunu silkmek” dinen cezalandırmak değil de nedir? Çünkü “toz”, Musa’nın ocaktaki külü etrafa saçmak suretiyle Mısır diyarında yol açtığı irinli yara salgınının (ahlak bozukluğunun) tozudur. Barış mesajını almayan ve duymayanları Mahşer’de bekleyen ağır hüküm ve ceza, Hakikat’in şu sade, ama bir o kadar güçlü sözlerinde saklıdır: “Doğrusu, şehir için Mahşer, Sodom ve Gomorra diyarı için olduğundan çok daha dayanılmaz olacaktır.” Şehirle kastedilen, krallar dahil, orada yaşayan tüm insanlardır.

Dahası, “yasanın kuralları uyarınca”44, bir adamın kendisini bir diğeri karşısında haklı görüyor olması keyfiyeti, bir başkası tarafından ona karşı kullanılabileceğine göre ve âkil Cato45 “Yaptığınız yasalara teslim olun” dediğine göre ve Fransa Kralı hafızasıyla ünlü eski İngiliz kralı Richard’a karşı -ki statüsü Kral Philip’ten aşağı değildi- savaş zamanı, Kilise ve Kilise’nin iyi niyetinden yararlanmış olduğuna göre, Kral Richard’dan esirgenmeyen hakkın, Kral John’a tanınması talebini nasıl savunacaktır? Son olarak, (söz konusu) iki kralın arasında barış antlaşması yapılarak taraflarca ant içmek suretiyle teyit edilmiş olduğu halde, Kral Philip’in antlaşmaya sadık kalmamış olmasını dikkate almamazlık edemeyiz, çünkü yeminli mükellefiyet, şüphesiz Kilise’nin yargılama alanına girer ki, bozulan barış antlaşması tekrar tesis edilebilsin.

Bu ciddi hukuk ihlaline göz yummak suretiyle kiliselerimizin tahrip edilmesine ya da Hıristiyanların katledilmesine razı olamayacağımıza göre, sevgili oğlumuz, Casamari46 başrahibini -Kral Philip, Kral John ile sağlam bir barış antlaşması veya ateşkes yapmadığı veya alçakgönüllülükle adı geçen başrahip ve muhterem kardeşimiz Bourges başpiskoposuyla konuşup İngiliz kralı hakkında Kilise’ye ilettiği şikâyetin meşru bir şikâyet mi, yoksa bir istisna mı olduğunu gayrı resmi olarak tahkik etmediği sürece- kendisine verdiğimiz talimat çerçevesinde hareket etmesini emrettik. Dolayısıyla, sadakatınıza güvenle, Papalık Makamı’nın buyruğuyla başrahibin talimatlarını alçakgönüllükle karşılamanızı, daha doğrusu bizim vereceğimiz hükme riayet etmenizi ve riayet edilmesini sağlamanızı emrediyor; aksi halde itaatsizliğinizin cezalandırılacağını bildiriyorum.

* Select Letters of Pope III. Innocent, Oxford University Press, 1953.

III. Innocent’ın, Fransız kralının işlerine başarıyla müdahil olması ve aynı süre içinde lort payesi vermek suretiyle İngiliz John’u kendi feodal düzenine tabi kılmasının üstünden yaklaşık yüz yıl geçtikten sonra, bir dizi olay ve sorun Papa, İngiltere ve Fransa’nın arasını açtı. 1290’larda, Fransa Kralı IV. Philip ile İngiltere Kralı I. Edward ülkelerinin savaş halinde olması nedeniyle din adamlarını vergilendirme yoluna gidip onları da bu milli olayın içine çekmeye çalıştı. Katı bir hukukçu ve yönetici olan yaşlı Papa VIII. Boniface, bu duruma saldırgan bir biçimde tepki verdi ve din adamlarının seküler otorite tarafından papalık izni olmaksızın vergilendirilmesini yasakladı. Ne ki, iş bununla bitmedi. Çoğunluk Boniface’in yeni doğan krallıklara hükümranlık dayattığı kanısındaydı; nitekim bu iddialar On Üçüncü yüzyıl boyunca -çoğu kilise hukukunda uzman- papa yanlılarının ağzından düşmedi. Oysa aynı yüzyıl, sadece mahkeme, ordu ve parlamento gibi etkin kraliyet kurumlarının inşasına değil, monarşinin saygınlığını ululayan, kralla imparatoru eşitleyen ve toplum yararını ilgilendiren konularda krala neredeyse sınırsız idari yetki veren kuramların geliştirilmesine tanıklık etmekteydi.

Kraliyet kurumlarının gücü hemen hissedilmişti: I. Edward yasaların krala tanıdığı korumayı reddetti ve İngiliz din adamlarına polis yoluyla sağlanan güvenliği kaldırdı. IV. Philip Fransa’dan Roma’ya akan bütçeyi keserek, Fransa’daki Kilise’nin işleyişini birçok bakımdan örseledi. 1301’e geldiğimizde, yaşlı Papa çok öfkeli ve buruktu, ama 1300’de düzenlenen Jübile47 için Roma’yı ziyaret eden binlerce hacı tarafından kendisine gösterilen sevgi, onu muhalifleriyle baş edebileceğine inandırdı. 1301’de Fransız Kilisesi’nin yeniden yapılanmasını planlamak üzere, Fransız din adamlarını Roma’da topladı. Ve bir sonraki yıl, Unam Sanctam fermanını yayınladı ki, bu ferman, papalık otoritesini tesis etmek üzere, III. Innocent’in yayınladığı en radikal bildiriydi.

Unam Sanctam
Papa VIII Boniface

İnancımız, tek bir kutsal ve apostolik49 Katolik kilisesi olduğunu, kurtuluşu ve bağışlanmayı başka bir yerde bulamayacağımızı teyit ederek, bizleri buna imana mecbur kılar… Bu kilisede tek bir Tanrı, tek inanç ve tek vaftiz vardır. Nitekim tufanda da bu tek kiliseyi temsil eden tek bir gemi, tek bir dümenci ve tek bir komutan vardı; bir diğer ifadeyle, sadece Nuh ve gemisi vardı. Okuduklarımızdan anlıyoruz ki, tufanda, bu gemi hariç, dünyadaki her şey yerle bir oldu. Biz işte bu tek kiliseye büyük saygı gösteririz… Tanrı’nın kusursuz kumaşından biçilmiş olan bu tufanı hak etmekle birlikte, payımıza düşeni aldık. Bu nedenle, bu bir ve tek kilisede iki başlı bir hilkat garibesi değil, tek bir beden ve tek bir baş var: Hz. İsa Mesih, vekili Aziz Petrus ve halefleri. Nitekim Petrus’a “koyunlarımı doyur” diyen Tanrı’nın Kendisiydi. Özel olarak şu veya bu koyunları işaret etmeksizin, genel bir ifade kullanıp “koyunlarım” dedi ve ona bütün koyunlarını teslim etti. O halde, şayet Yunanlılar veya başkaları, Tanrı tarafından Petrus ve haleflerine teslim edilmediklerini söylüyorsa, Mesih’in sürüsünden olmadıklarını itiraf ediyorlar demektir; çünkü Yuhanna’da Tanrı, sadece tek bir ağıl ve tek bir çoban vardır diyor. İncil bize bu ağılda iki kılıç olduğunu söylüyor; biri ruhani, diğeri dünyevi (zamansal). Nitekim kilisede konuşmakta olan havariler, “Bak, iki kılıç var” dediklerinde, Tanrı bu çok fazla diye cevap vermedi, yani bu yeterlidir dedi. Dünyevi kılıcın Petrus’un sorumluluğunda olduğunu inkâr eden, Tanrı’nın şu sözünü de yanlış tefsir ediyor demektir: “Kılıcını kınına sok.” Dolayısıyla, iki kılıç da kilisenin sorumluluğundadır; biri piskoposların elinde kilise tarafından, diğeri kralların ve şövalyelerin elinde, ama piskoposların rızasıyla kilise için kullanılmak üzere elbet. Dahası, biri diğerine üstün, (yani) dünyevi kılıç ruhani kılıca tabi olmalıdır. Havari, “güç Tanrı’nındır ve bu gücü kullananlar Tanrı tarafından görevlendirilir” dediğine göre, (söz konusu) iki kılıç birbiriyle eşit değildir. Öyle olsaydı görevlendirme gerekmez, daha güçsüz olan güçlüye tabi olurdu ki, büyük işler yapabilsin. Kâinat yasaları uyarınca her şey hemen eşitlenmez; en aşağıdan ortaya, ortadan en yukarıya doğru giden bir düzen içinde yer alır. Ruhani gücün saygınlık ve asalet itibariyle her türlü dünyevi güçten üstün olduğuna gelince, itiraf etmeliyiz ki, ruhani olan şeyler, dünyevi olanlardan üstündür. Bu gerçek kiliseye ödenen aşardan50 ve bağışlardan bellidir ve tüm bunlar bizim denetimimizdedir. Şurası muhakkak ki, ruhani güç dünyevi gücünü kanıtlamalı ve bunun ne derece iyi olduğuna karar vermelidir. Yeremya’nın şu sözleri bunu doğrular: “Seni bugün tüm milletlerin ve krallıkların üstüne koydum…” Bu nedenle, şayet dünyevi güç günah işlerse ruhani güç tarafından yargılanacak, alt düzeydeki ruhani güç hata yaparsa, bu daha yukarıdaki bir güç tarafından yargılanacaktır. Ama en büyük olan hata yapıp günah işlerse, havarilerin tanıklığında, sadece Tanrı tarafından yargılanır, insanlar tarafından değil. Ruhani biri her şeyi yargılar, ama kimse tarafından yargılanamaz. Bu yetke, bir insana bahşedilmiş ve bir insan tarafından kullanılıyor da olsa, insani değil ilahidir; çünkü Petrus’a ilahi bir ses tarafından bahşedilmiş, bizzat Hz. İsa Mesih vasıtasıyla, o ve tüm halefleri için bir kayanın üstüne kurulmuştur… Burada şunu beyan ve ilan ederiz ki, herkesin kurtuluşu Katolik Roma Kilisesi’nin dini liderine51 tabidir. Bu hususun sürekli olarak gözetilmesi için, bir muhtıra olarak, Lateran52; 8. yılımızda; 14 Kasım.

* Select Historical Documents of the Middle Ages, George Bell & Sons, 1892.

III. Innocent’in ölümü ile Padovalı Marsilius’un (1270-1342) Defensor Pacis53’inin ilanı arasında geçen yüz yıl boyunca, Kilise ve özellikle de papalık, kurumsal olarak güçlenmekle birlikte, Hıristiyanlık âleminin manevi rehberi olarak etkinliğini kaybetti. Papalar iyice uzmanlaşmış bir Kilise bürokrasisi ve yargı sistemine hükmederken, bir dizi yeni yasa çıkardılar ve içlerinden biri de Kutsal Roma İmparatoruna karşı başarılı bir haçlı seferi düzenledi. Ne var ki, milli monarşiler hem Kilise hem de kendi ülkelerindeki ruhban sınıfın üstündeki egemenlik haklarını korumada kararlıydı; nitekim bir defasında krallardan birinin ajanı papaya karşı kaba kuvvet bile kullanmıştı. Bilim adamlarının sabırlı çabaları sayesindedir ki, sonunda, Aristo’nun Etik ve Siyaset’inin seküler ve doğacı kuramı ve değerleri prenslere, papalara ve onların teorisyenlerine teslim edildi.

Marsilius, önce Padova’da tıp eğitimi, sonra da Paris’te fen bilimleri ve ilahiyat eğitimi görmüştü. Zaman içinde, Papa XXII. John ile seçilmiş imparator Bavyeralı Louis -ki John tanımayı reddetmişti- arasındaki bir ihtilafın içine düştü. 1323’de Papa, kendisine biat etmesi şartıyla, Louis’nin imparatorluğunu kabul edeceğini söyledi. Defensor Pacis papalık gücünün teorik temellerine felsefi bir saldırı ve reddiye olarak, 1324’de çıktı. Marsilius, Orta Çağın üniter Hıristiyanlık kavramına güçlü bir biçimde karşı çıkmakta; Batı Avrupa’nın her yanında, Papa veya Kilise’nin rehberlik/yönetim talep ve iddialarına karşı akılcı bir açıklama geliştirmeye çalışan seküler milli devletleri, yepyeni tezler ileri sürmek suretiyle desteklemekteydi. Marsilius’un 1324 yılında yayınlanan Defensor Pacis adlı kitabı, bir bakıma, yeni tip barışçıl toplum ütopyalarına geçişi simgeler. Marsilius’a göre, barış ve huzur insanlar arasındaki ilişkilerin meyvelerini koruma ve onlardan yararlanmanın en iyi yoludur. Bundan dolayı “her uygarlığa halkların saçılıp serpildiği, insan yararının korunduğu bir huzur ortamı dilenmelidir” diyor. Bu çağrıcı geleneğin, On Sekiz ve On Dokuzuncu yüzyılı aşan etkisinin bugün bile görülmekte olduğu söylenir.

Defensor Pacis
Podovalı Marsilius

(…) Dikkate alınıp üstünde düşünülmesi gereken zor bir mesele var, çünkü diyoruz ki (…) beşeri yasa koyucu54 ya doğrudan ya da yöneticileri aracılığıyla, devlet kurumunun her parçası ve her makamının etkin (varoluş) nedenidir. Şunu da söylediğimizi hatırlıyor ve diyoruz ki, Yeni Yasa’daki piskoposluk ya da rahiplik kurumu, ilk kez ve tek başına Hz. İsa Mesih tarafından ihdas edilmişti; ve belirttiğimiz gibi (…) O her türlü seküler ve dünyevi (zamansal) üstünlük payesine (egemenliğine) sırt çevirmişti (…) Dolayısıyla sormak lazım -özellikle de artık mükemmel mümin cemaatleri oluşturduğumuza göre- bir ruhban sınıf ihdas etme yetkisini kim haizdir? Şu noktaya kadar işaret ettiklerimizin birbiriyle çeliştiği açık değil mi?

O halde, bu çelişkiyi giderelim… Bu, Kutsal Yazıları öğreten hocaların “ruhbanlık” olarak tanımladıkları bir kişilik “özelliği” gerektirdiğine göre, ruhbanlığın etkin nedeni, onun yaratanı, yani ruhunu (bu özellikle) önceden mühürlemek suretiyle davranışına yön veren, yani Tanrı’dır. Yeni Yasa’da bu Hz. İsa Mesih ile başlar. Çünkü O ki, hakiki Tanrı ve hakiki İnsan’dır, bir ruhban “insan” olarak hizmeti kendisinden sonra gelen ve bugünkü ruhban insanlar gibi yerine getirirken, “Tanrı” olarak ruhban tayin ettiklerinin ruhunu (söz konusu özellikle) mühürlemiş; böylelikle, önce haleflerini, yani kendi havarilerini ve havarileri aracılığıyla diğer rahipleri ve onların haleflerini oluşturmuştur. Nitekim bu havariler veya rahipler insanlara elleriyle dokunup uygun sözcüklerle dua ettiklerinde, Tanrı olarak Hz. İsa Mesih, bu insanlar arasında layık bulduklarının ve buna istekli olanların ruhlarına/kişiliklerine ruhbanlık özelliği kazandırmaktaydı.

Bu, insan ruhuna belirli bir özellik kazandırmak üzere tevdi edilen buyruklar için de böyledir. Bu rahiplik özelliğidir ki (…) belirli sözler söylemek suretiyle rahibe ekmekle şarabı Hz. İsa Mesih’in kutlu bedeni ve kanı olarak takdis etme ve kilisenin diğer ayinlerini yönetme, insanları günahlarından arındırma gücü/yetkisi verir…

Şimdi; bence muhtemeldir ki, bu ruhbanlık özelliği ki, bundan böyle bir rahip için olmazsa olmaz ya da asli olarak tanımlayacağız, tüm rahipler için geçerlidir ve ne Roma piskoposu, ne bir başkası, bu özelliğe sıradan bir rahipten daha fazla sahip değildir…

Bunun böyle olduğunu daha da iyi açıklayabilmek için rahip55 ve piskopos56 sözcüklerinin -farklı özellikleri tanımlasa da- ilk kilisede eşanlamlı olarak kullanıldıklarını söyleyemeyiz. Çünkü rahip sözcüğü yaşı, yani kıdemli olmayı; piskopos sözcüğü ise “nezareti”, yani saygınlık ya da diğerlerinin sorumluluğunu üstlenmiş olmayı ima ediyordu…

Ama havarilerden sonra, yani rahip sayısı artınca, rahipler kilisede görev dağılımı yapmak ve olası skandalları veya hizipleşmeleri önlemek üzere kendi aralarından birini seçtiler ki, kilisenin işleyişi, yapılan bağışların paylaşımı ve benzeri hizmetler en iyi şekilde yapılsın/yönetilsin ve herkes bildiği gibi davranıp karmaşa yaratmasın. Diğerlerini yönetmek üzere seçilen bu rahip ve sadece bu rahip, piskopos ya da nezaretçi adını aldı, çünkü sadece insanlara nezaret etmekle kalmıyor (nitekim eski kilisede herkese piskopos denirdi), diğer rahiplere de nezaret ediyordu…

Bu beşeri seçim ya da atama, seçilen rahibin daha fazla ruhbanlık özelliği taşıdığı ya da daha fazla yetki sahibi olduğu anlamına gelmiyor; Tanrı’nın mabedinde belirli idari işlere nezaret etmek suretiyle, diğer rahipleri ve gönüllüleri görevlendiriyor ve o zamanki keşişlerin terfi koşullarını düzenliyordu. Eminim ki, beşeri yasa koyucu tarafından bahşedilen hariç, bu piskoposun (yönetirken) ne yaptırım gücü/yetkisi vardır (…) ne de kendine has içkin saygınlığı… Anlaşılabileceği üzere, tıpkı kutlu Petrus’un diğer havarilerden farkı olmadığı gibi, Roma başpiskoposunun da, bu anlamda diğer rahiplerden farkı yoktur. Çünkü her biri gücünü/yetkisini doğrudan ve eşit oranda Hz. İsa Mesih’ten almıştır.

Rahiplik kurumunun bazı gelenekleri/alışkanlıkları asli niteliklere sahip değildir. Bu, ibadete dair şeylerin bir rahibin diğerlerini görevlendirmesi ve yönetmesi suretiyle yerine getiriliyor olması için söz konusu olduğu gibi, Yeni Yasa’nın öngördüğü ayinlerin nasıl yapılacağını, belirli rahiplerin belirli insanlara hizmet vermek üzere seçilmesi veya şu veya bu şehirde, şu veya bu cemaate İncil öğretmekte olan fakir kilise mensuplarına yardım amacıyla -yasa koyucu veya birtakım eşhas tarafından öngörülen- bazı dünyevi hizmetlerin yine belirli rahipler tarafından, küçük veya büyük, ama belirli bir yerde yapılması için de söz konusudur… İncil’i öğretenlere sağlanan destekten artık geriye ne kalırsa! Bu gibi din dışı faaliyetler, aynı amaçla mabetlere nezaret edenlere havale edilmiş olduğuna göre: bazı bölgelere veya şehirlere seçilerek atananlar ki, ruhban olmaları itibariyle Hz. İsa Mesih’in halefleridir, tıpkı havariler gibi, tek bir yer veya cemaate hizmet vermekle sınırlandırılamaz. Matta’nın son bölümü şöyle der: “Bu nedenle gidin, bütün ulusları talebelerim olarak yetiştirin.”57 Hz. İsa Mesih onları belirli yerlere atamamış, onlar kendilerine vahiy yoluyla malum olan İncil yasalarını ve Tanrı’nın kelamını öğretmek üzere, belirli bölgelere ayrılarak, insanları da ayırmışlardır. Nitekim Aziz Pavlus, Galatyalılar’a Mektup’unda şöyle der: “Bana ve Barnaba’ya sağ ellerini uzattılar… Ve benim öteki uluslara, onun sünnetsizlere gitmesini uygun gördüler.”58

Ruhbanlık kurumunun ve diğer kutsal yapılanmaların Tanrı’dan ya da Hz. İsa Mesih’ten kaynaklanan etkin unsurunun ne/kim olduğuna, insanlara elle dokunarak ruhu/kişiliği uygun sözler ve duayla, tabir yerindeyse önceden hazırlamak suretiyle de olsa ki, belki de bunun hiçbir etkisi yoktur, çünkü zaten Tanrı’nın takdiridir, bir yere kadar açıklık kazandırdık. Bu açıklamadan şunu anlıyoruz ki, söz konusu olan, rahiplerin hiyerarşik bir sistem içinde birbirine üstün gelebilecek şekilde hizmet gördüğü, ilahi yasayı belirli insanlara öğretmek ve ayin yapmak üzere belirli bölgelere atandığı ve kilise yararına olduğu söylenen dünyevi (zamansal) işlerle meşgul oldukları, beşeri bir kurumsal yapıdır.

(…) Kutlu Petrus’un her bir halefi, bir diğerinden, belki bir bakıma üstündür ya da öyle görünebilir, ama bu demek değildir ki, diğer havarilerin haleflerinin halefleri, Petrus’un haleflerinin haleflerine biat edecek. Kutsal Yazılar’da bu yönde hiçbir işaret yoktur. Havarilerin aynı oranda yetke sahibi olmadığını kabul etsek bile, bu durum kutlu Petrus’un veya herhangi bir diğer havarinin fıtratı veya müesses gücü itibariyle diğerlerinden üstün olduğunu göstermediği gibi, onu ne asli ruhbanlık haysiyeti, ne Kutsal Yazılar’ı tefsir yoluyla vardığı iman gücü itibariyle farklı kılmaz ve tabi, ona zor kullanmak suretiyle üstünlük sağlama hakkı vermez. Tam tersine! Netice itibariyle herhangi bir havarinin halefi, bir diğer havarinin halefinden güç/yetke itibariyle üstün değildir.

(…) Bazı rahipler vahiyle veya bir insan tarafından atandıkları için belirli yerlerde, belirli insanlara hizmet veriyor olsa da aslında bir rahip sahip olduğu ruhbanlık gücü ya da kişilik özellikleri nedeniyle özellikle şu sıralarda her yerde ve herkese hizmet edebilir…

(…) Havariler ve onları takiben görevi devralan Babalar döneminden sonra, özellikle de artık mükemmelliğe erişmiş olan Hıristiyan toplumlarında, ilk iş ya adı piskopos olan büyük bir rahip ya da daha alt düzeyden bir piskopos ile altındaki ruhban kadroyu nasp etmek oluyor. Oysa bu işlem, o toplumun Hıristiyan unsurlarının rızası veya seçimiyle gerçekleşerek müesses hale gelmeli; verilen yetki, yine söz konusu unsurlar tarafından belirlenebilmelidir.

Ne var ki, bir rahip görev süresini buna istekli olan bir diğer Hıristiyanı ruhbanlığa terfi ettirmek suretiyle uzatabilse de, derim ki, ne ilahi yasa ne de beşeri yasa, o rahibe sahip olduğu ruhbanlık gücünü/yetkisini keyfi olarak bir başkasına tevdi etme hakkı vermez. Çünkü diyelim suça yatkın veya vasıfsız birine tevdi etmek suretiyle hem ilahi hem de beşeri yasaya karşı gelmiş, günah işlemiş olur…

Bütün bunları göz önünde bulundurarak bir diğer sonuca varmak isterim. Mükemmel denilebilecek Hıristiyan toplumlarda ruhbanlık hizmetinin nasıl müesses hale geleceğine, kimin seçilip buna kimin karar vereceğine ve ruhbanlığa terfi ettirilmek üzere kimlerin önerileceğine beşeri yargı karar verir ve tek başına hiçbir piskoposun veya heyetin/kurulun beşeri yargıdan veya bu yetkiye sahip yönetimden icazet almaksızın karar vermesine izin verilmez. Bunu, önce Kutsal Yazılar’dan hareketle, sonra da akıl yürüterek doğrulayacağım.

Kutsal Yazılar der ki, “Hz. İsa’nın öğrencilerinin sayıca çoğaldığı o günlerde, Grekçe konuşan Yahudiler, günlük yardım dağıtımında kendi dullarına gereken ilginin gösterilmediğini ileri sürerek İbranice konuşan Yahudiler’den yakınmaya başladı. Bunun üzerine Onikiler, bütün öğrencileri bir araya toplayıp şöyle dedi: ‘Tanrı’nın sözünü yayma işini bırakıp maddi işlerle uğraşmamız doğru olmaz. Bu nedenle, kardeşler, aranızdan Ruh’la ve bilgelikle dolu, yedi saygın kişi seçin. Onları bu iş için görevlendirelim. Biz ise kendimizi duaya ve Tanrı’nın sözünü yaymaya adayalım.’ Bu öneri bütün topluluğu hoşnut etti. Böylece, iman ve Kutsal Ruh’la dolu biri olan Stefanos’un yanısıra Filipus, Prohoros, Nikanor, Timon, Parmenas ve Yahudiliğe dönen Antakyalı Nikolas’ı seçip elçilerin önüne çıkardılar. Elçiler de dua edip ellerini onların üzerine koydular.”59 Eğer en ehliyetli olanların seçimi havarilerin huzurunda daha az ehliyetli olan çoğunluğa yaptırıldıysa (çünkü çoğunluk, eğitimli azınlığa kıyasla, bir insanın özellikle de ahlakına, nasıl yaşadığına dair daha çok bilgi sahibidir), diyakozlardan daha erdemli ve akil olmaları beklenen piskoposların da -havarilerin yokluğunda ve mükemmel bir Hıristiyan toplumunda- onlara dair daha çok bilgi sahibi olan bir heyet tarafından seçilmesi gerekir…

Akla yatkın olana gelince (…) ruhbanlığa aday olan birinin adaylığının onaylanması ve seçimi, tıpkı belirli bir yerde Hıristiyanlara nezaret etmek üzere piskoposluğa terfi etmesi, işgal ettiği makamdan alınması veya mahrum bırakılması, gerekiyorsa aynı konumda kalmaya icbar edilmesi gibi, beşeri yargıçların kararına bağlıdır. Şimdi de kilise yararına denilen geçici din dışı hizmet dağılımının kimin görevi olduğunu anlatacağım.

(…) Bu işlerin yasa koyucu veya halk çoğunluğu tarafından yapılması, piskoposluğa veya bir başka konuma yanlış birinin getirilmesini önler, zira bu konuda yapılacak bir hata, beşeri yasada veya oradan hareketle yönetici seçiminde yapılacak bir hatadan çok daha vahim sonuçlar doğurabilir. Ahlaksız, sapkın veya cahil bir adamın Hıristiyanlara yol göstermek üzere piskoposluğa terfi ettirilmesi demek, bir sürü dezavantajının yanı sıra, ebediyen yok olmak demektir (…) Bu konuda tüm Hıristiyanlar tedbir ve takdir hakkına sahiptir ve sahip olmalıdır…

(…) O halde, ebediyen yok olma tehlikesi karşısında Kilise yönetimi kutsal varlıklarımızı korumak üzere ve kurtuluşumuz için, beşeri yasa koyucu veya prens tarafından zorlanmalıdır ki, bu akla yatkındır. Buna Kilise’nin karşı çıkması halinde (…)

Piskoposların veya piskoposlardan oluşan bir heyetin piskopos adaylarının ehliyetini daha iyi değerlendirebileceği düşünülebilir… Bu işleri piskoposların halk çoğunluğundan daha iyi bilebileceğini kabul etsek bile -ki bugünlerde bu mümkün değildir- sadece piskoposların veya bir piskopos heyetinin daha doğru değerlendirebileceğini söylenemez, çünkü onlar da söz konusu çoğunluğun parçasıdır. Dolayısıyla, bu konuda halkın kararı piskoposların kararıyla birleşince, daha doğru bir değerlendirme yapılmış olacaktır, zira “bütün, parçalarından büyüktür”.

İlahi yasayla uyumlu bir beşeri yasanın yürürlüğe konulması, bu ve diğer konularda yöneticinin piskoposların ve diğer saygıdeğer insanların görüş ve değerlendirmelerine itimat etmesi şarttır…

Böylece, kilise düzeninde görev almak isteyen ruhbanlık adayları, her ne düzeyde olursa olsun, yetke sahibi yasa koyucu veya yasama yetkisini haiz60 prens tarafından onaylanmış veya reddedilmiş ve benzer biçimde terfi ettirilmiş, bir başka göreve atanmış, görevden alınmış, görevden men edilmiş vb. olacaktır (…) ve tabii tüm bunların mükemmel Hıristiyan toplulukları için geçerli olduğu unutulmamalıdır. Çünkü yasa koyucunun ve yöneticinin kâfir olduğu yerlerde ki, ilkel kilise döneminde hemen hemen tüm toplumlar böyleydi, bu görevin oralardaki Hıristiyan cemaatinin piskoposları tarafından üstlenmesi kaçınılmazdır… Hazreti Hz. İsa kilisesinin ilk yıllarında havariler de böyle yapmış, ilahi yasa uyarınca kendilerinden sonra gelecek olanları kendileri belirlemişlerdi…

Şimdi, bağış toplamaya gelince ki, genellikle kilise yararına olarak bilinir, bu bağışlar yoksullara veya İncil vaizlerine dağıtılmak üzere kabul edilir. (…) Yasa koyucu veya kiliseden biri ya da bir heyet tarafından! Bu bağışların dağıtımı, ilahi yasa uyarınca yasa koyucunun takdiriyle yapılıyor olsaydı, yasal olarak kim tarafından, nasıl, ne zaman yapıldığı önemli değildir derdim. Çünkü yasa koyucu, Hıristiyanlar, ilahi yasa uyarınca, İncil vaizlerini gıda ve giyecek yardımı yapmak suretiyle desteklemekle yükümlü olduğuna göre, söz konusu kişi veya heyete verdiği yetkiyi iyi bir nedeni varsa iptal edebilir, görevi kendi üstlenebilir veya bir başkasına devredebilirdi… Ne var ki, şayet bağış bir veya birden çok kişi tarafından dini amaçla kullanılmak üzere verilmiş veya vasiyet edilmişse, bağış yapanın veya vasiyet edenin isteği doğrultusunda harcanmalı veya dağıtılmalı; şayet harcamayı veya dağıtımı yapan kişi/heyet hata yaparsa, bu hata beşeri yasa koyucu veya prens tarafından düzeltilmelidir derim.

Şunu da belirtmek isterim ki, Fransa’nın Katolik krallarının kilisenin işleyişine ve kiliseye yapılan bağışların dağıtımına veya harcanmasına müdahalesi küçümsenmemeli, aksine önemsenmelidir, çünkü bu yetkileri dahilindedir. Nitekim bugüne kadar kilise düzeni içinde elindeki bağışları yetkilendirilmeksizin dağıtan veya harcayan bazı makamlara müdahil olup yeni bir düzen tesis etmiştir. İlahi yasa, yasa koyucuyu veya kralı bu işleri yerine getirmekten men etmez; tersine, mükemmel toplumlarda iman sahibi olanlar, yasa koyucu veya kralın bu yöndeki otoritesine saygı gösterir.

Yukarıda anılan ilkeler çerçevesinde şunu da eklemeliyim ki, beşeri yasa koyucu veya prens kiliseye yapılan bağışlar ve özellikle de gayrımenkuller üzerinden, ilahi yasa uyarınca, İncil vaizlerini destekleyecek kadar para kaldığı sürece, din hizmetindeyken rehin alınanların fidyelerini ödemek için veya yasa koyucu tarafından belirlenen herhangi bir başka nedenle vergi alabilir…

* Ewart Lewis, Medieval Political Ideas, Alfred Knopf, Inc., 1954.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.