1685’te İngiltere*
Önde gelen bir Whig7 tarihçi ve devlet adamı olan Thomas Babington Macaulay, yani Lort Macaulay (1800-1859), insanların toplumun temellerini sarsan değişim rüzgârlarıyla, güvenli bir biçimde, nasıl baş edebilecekleri üzerinde kafa yoran bir siyasetçidir. Yaygın talep uyarınca İngiliz Avam Kamarası’na seçim imtiyazını genişleten, Büyük Reform Yasa Tasarısı’nın [Great Reform Bill] (1832) hararetli destekleyicisidir. Macaulay, İngiltere gibi dinamik ve sosyal değişimin sürekli yeni ihtiyaçlar yarattığı bir ülkede, reformu devrimin tek alternatifi olarak görmekte, İngiliz toplumunun sürekli bir değişim -ve ilerleme/gelişme- içinde olduğuna inanmaktadır. Nitekim bu görüşünü, II. James’in Tahta Çıkmasından İtibaren İngiltere Tarihi [The State of England from the Accession of James II] (1848) adlı beş ciltlik büyük eserinin ünlü bir bölümü olarak, “1685’te İngiltere Devleti” başlığı altında kaleme almıştır.
Medeniyetin ve felsefenin beraberinde getirdiği nimetlerin büyük bir kısmı tüm zümreler için geçerlidir ve eğer geri alınacak olursa emekçiler kadar efendileri tarafından da çok özlenecektir. Bugün bir köylünün at arabasıyla bir saat içinde ulaştığı pazaryeri, yüz altmış yıl önce bir günlük yolculuğu gerektiriyordu. Bugün esnaf ve zanaatkâra gece boyunca güvenli, elverişli ve ışıl ışıl aydınlatılmış bir yürüyüş imkânı sunan sokak, yüz altmış yıl önce günbatımından sonra öylesine karanlıktı ki, insan kendi elini bile göremeyebilirdi ve yol taşları öylesine kötü döşenmişti ki, insan sürekli boynunu kırma tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve öylesine güvensizdi ki, insan her an yere serilebilir, kazancı yağmalanabilirdi. Bir iskeleden düşen her duvarcı, bir araba tarafından çiğnenen her kavşak süpürücüsü, artık, yüz altmış yıl öncesinin lordu ya da çok zengin tüccarı gibi yaralarını sardırabilir, uzuvlarını yerine koydurtabilir. Bazı korkunç hastalıkların bilim sayesinde kökü kazındı; bazıları sağlık polisi tarafından defedildi. Yaşam süresi krallığın her yerinde, özellikle de şehirlerde uzadı. 1685 yılının sağlık bakımından sorunsuz geçtiği söylendi ama başkentte oturan her yirmi üç kişiden biri, hatta daha fazlası öldü. Bugün ise başkente oturan her kırk kişiden yılda sadece biri ölüyor. Sağlık bakımından, On Dokuzuncu yüzyıl Londra’sı ile On Yedinci yüzyıl Londra’sının farkı, sıradan bir yıl ile kolera yılındaki Londra’nın arasındaki farktan çok daha büyük.
Daha da önemlisi, toplumun tüm katmanlarının ve özellikle de alt tabakanın medenileşmenin ulusal karakter üzerindeki sakinleştirici etkisinden elde ettiği faydadır. Bu karakterin altyapısı aslında kuşaklar boyunca değişmedi; bir diğer ifadeyle, bireyin karakteri öğrenciyken ne idiyse, büyüyünce de aynı kaldı. İngiltere halkının toplumsal olarak olgunlaşıp yumuşadığını ve zaman içinde daha akil ve nazik bir millet olduğunu görmek memnuniyet verici. On Yedinci yüzyılda, atalarımızın kendilerinden sonra gelen kuşaklardan daha az insancıl olduğuna işaret etmeyen tek bir tarihsel belge veya edebi eser yok gibidir. Atölyeler, okullar ve evlerde uygulanan disiplin, bugünkünden daha etkin olmasa da çok daha sertti. İyi yetiştirilmiş efendiler hizmetkârlarını dövme alışkanlığındaydı. Pedagoglar öğrencilerine bilgi aktarmanın dayaktan başka yolu olduğunu bilmiyorlardı. Saygın mevkileri işgal eden erkekler bile karılarını dövmekten utanmıyorlardı. Düşman kamplar (hizipler) birbirlerine karşı akıl almaz biçimde acımasızdılar. Whigler, Strafford’un8 bağırsaklarının kendi gözleri önünde yakıldığını görmeden idam edilmiş olmasından şikâyetçiydiler; Tory’ler9, tıpkı sıradan insanların daha alt tabakadan birinin acısına merhamet göstermediği gibi. Russell’ın10 faytonu Tower’dan Lincoln’s Inn Fields’daki darağacına doğru yol alırken ona hakaretler yağdırdılar; suçlu boyunduruğa vurulur vurulmaz üzerine yağmaya başlayan kaldırım taşları ve tuğlalardan canını kurtarabilirse iyiydi. Eğer bir arabanın arkasına bağlanmışsa kalabalıklar etrafını sarar, cellada onu inim inim inletmesi için yalvarırlardı. Duruşma günlerinde beyefendiler esrar içen sefil kadınların kırbaçlanmasını seyretmek üzere ıslahevinde parti düzenlerlerdi. Suçunu reddettiği için ezilerek öldürülen bir adam, para bastığı için yakılan bir kadın, bugün yaralı bir at ya da fazla yük çeken bir öküze duyulan merhametten çok daha az acıma duygusu uyandırırdı. Bir boks maçının yanında insani denilebilecek türden dövüşler, halkın büyük bir bölümünün en sevdiği eğlenceydi. Gladyatörlerin (dövüşçülerin) öldürücü silahlarla birbirini lime lime ettiği bu dövüşleri seyretmek için büyük kalabalıklar toplanır, bir parmak koptuğu veya bir göz çıkarıldığı zaman tezahürat yapılırdı. Her türlü suç ve her türlü hastalığın ibadethanesi olan hapishaneler, cehennem gibiydi. Dava görülürken mahkemeye getirilen soluk benizli, bir deri bir kemik hükümlüler, hâkim kürsüsü, avukatlar veya jüriden öç alırcasına, beraberlerinde yattıkları hücrelerin iğrenç kokusunu da getirirlerdi. Ne var ki, toplum bu sefalete tümüyle kayıtsızdı. Zamanımızda fabrikada çalışan bir çocuğa, Hintli dul kadına, göçmen gemisinin deposunu hırsızlayan sarhoş bir askerin sırtına vurulan her bir kamçı darbesiyle irkilen zenci köleye, hantal gemilerde hırsızlık yaptığı için kötü beslenen veya fazla çalıştırılanlara ve katilin hayatını kurtarmak için defalarca çabalayana kadar herkese uzanan hassiyet ve merhamet hiçbir yerde yoktu. Merhametin, diğer duygular gibi, aklın hükmü altında olması gerekir ama olmadığı yerde bazı yürekler acısı olaylara yol açtığı da bir gerçektir. Ancak geçmişe dair kayıtları inceledikçe anlıyoruz ki, zulmün nefret uyandırdığı, acının hak edildiğinde bile istemeden, vazife icabı çektirildiği, bağışlayıcı bir çağda yaşadığımıza sevinmeliyiz. Bu manevi değişimden, şüphesiz her sınıfın insanı kazançlı çıktı ama en kazançlı çıkan, yoksul, bağımlı ve savunmasızlar oldu.
Okuyucuya sunulan kanıtların genel anlamda etkisi, kuşku götürmeyecek kadar açık. Buna rağmen, birçok insan Stuart’ların İngiltere’sinin bugünkü İngiltere’den daha hoş bir ülke olduğunu düşünecektir. Toplumun, şevkle ve hızla ilerlerken/gelişirken özlemle dönüp geriye bakıyor olması ilk bakışta tuhaf görünebilir. Ne ki, bu çift yönlü eğilim tüm tutarsızlığına rağmen tek bir ilkeyle açıklanabilir. Şöyle ki, her iki durum da sabırsızlığımızdan kaynaklanmaktadır. Bu sabırsızlık, bizleri bir yandan önceki nesilleri aşmaya zorlarken, bir yandan da mutluluğu abartmaya yöneltir. Sürekli gelişmekte, iyileşmekte olan bir durumdan, sürekli hoşnutsuz olmak akılcı olmadığı gibi, biraz da nankörlüktür. Gel gör ki, eğer hoşnut olsaydık, geleceğe dair hayallerimizi gerçekleştirmek için çalışmaktan vazgeçerdik.
Aslında, Arap çöllerinde gezen seyyahlarınkine benzer bir yanılsama içindeyiz. Kervanın altı tamamen kuru ve boştur ama uzakta su (serap) görünür. Seyyahlar hızla ileri atılırlar ama bir saat önce göl olduğunu sandıkları yerde kumdan başka bir şey bulamazlar. Dönüp geriye bakarlar ve bir saat önce zar zor geçtikleri yerde yine bir göl görürler. Uluslar, yoksulluk ve ilkellikten zenginlik ve medeniyete giden uzun yolda benzer bir yanılsama yaşarlar. Şayet geride kalmış olan seraba doğru koşacak olursak, serabı yakalıyım derken kendimizi o muhteşem antik çağda bulabiliriz. İngiltere’nin altın çağının asilzadelerinin bile bugün bir uşağın burun kıvıracağı konfordan yoksun oldukları; çiftçilerle esnafının bugün düşkünlerevinde bile arbedeye yol açacak nitelikli ekmekle kahvaltı yaptıkları; haftada bir temiz gömlek giymenin seçkinler için bile bir ayrıcalık olduğu; insanların en temiz köy havasında bile bugün şehirlerimizin en tehlikeli yollarında öldüğünden daha hızlı öldüğü ve bu şekilde ölen insanların bugün Gine sahillerinde ölenlerden bile daha fazla olduğunu iddia etmek moda oldu. Zamanla bizler de tarih olacağız, bize de imrenenler olacak. Kim bilir, belki Yirminci yüzyılda, Dorsetshire köylüsü haftada yirmi dolar kazandığı için acınacak halde olduğunu düşünecek; Greenwich’deki marangoz günde on şilin kazanacak; emekçinin akşam yemeğinde et yememesi, bugün çavdar ekmeği yememek kadar tuhaf gelecek; sağlık polisi ve tıbbi buluşlar ortalama insan yaşamının birkaç yıl daha uzamasına imkân verecek; bugün hiç bilmediğimiz veya pek azımıza nasip olan sayısız konforlar ve lüks, her çalışkan ve tutumlu insan için erişebilir olacak. Ama o zaman da, servetin artması ve bilimin ilerlemesinin çoğunluk pahasına azınlığa yaradığı iddia edilerek, Kraliçe Viktoria döneminde tüm sınıfların kardeşlik içinde olduğundan, zenginin yoksulu ezmediğinden ve yoksulun zenginin ihtişamını kıskanmadığından bahsedilebilir.
* Thomas B. Macaulay, The History of England from the Accession of James II, Philadelphia, Henry Coates.